Türkiye’nin politik tarihinde, Jöntürkler, XIX. Yüzyılın 60-70 yılları meşrutiyetçilerinin doğrudan izleyicileri olarak yola çıktılar. Jöntürk hareketinin ideoloji ve politikası, “Yeni Osmanlılar”ın: feodal-saltçı rejim yerine meşrutî-monarşik bir yapı getirilmesi ve çok uluslu Türk devletinin tüm halklarının “ortak vatan” sınırları içinde birleşmesi biçimindeki amaçsal programlarında kendi yankısını buldu.
Jöntürkler, Türkiye’de ilk kez “Yeni Osmanlılar”ca formüle edilen, egemenliğin kamulaştırılamayacağı’na değin savları ve Namık Kemal’in “halkın, kendine ait olan egemenlik haklarını, halk önünde sorumlu olan bir hükümdara verebileceği” biçimindeki fikirlerini alarak işlediler. Hükümdarın, hareketlerinde halka karşı sorumlu olması gerektiğini Jöntürkler de yazıp söylüyorlardı. Abdullah Cevdet, ancak, “üzerinde egemenliğin kişileştiği”, “ulusların yetkili yöneticisi” olması durumunda sultanın iktidarı ve yetkilerinin yasal olabileceğini belirtiyordu (97, s. 8). Egemenliğin tüm topluma ait olduğu ve onun adına hükümdara geçebileceği fikri, Lütfi’nin “Millet ve Hükümet” adlı yapıtında da geliştirilmiştir (100. s. 10-11). Mehmet Murat “Mizan”da, “genel haklar, ulusun tümüne ait haklar, hiç bir zaman bir kişinin keyfî isteğine bağlı olamaz” diye yazıyordu (103, s. 53).
Jöntürk hareketinin tüm grup ve liderleri, 1876 Anayasasının geri getirilmesi genel parolasıyla girdiler politik eylemlerine. Osmanlı İmparatorluğu’nda parlamenter yapının kurulabileceğine değin o dönem Türkiye’si koşulları içinde ilke olarak yeni fikirler ileri süren 60-70 yılları meşrutiyet hareketinin ideologlarından farklı olarak, Jöntürk liderlerinin 1876 meşrutiyeti ve ilk Türk parlamentosu deneyine dayanmak gibi bir olanakları vardı. Jöntürk ideologları eserlerinde, “Yeni Osmanlıların; meşrutî monarşinin Osmanlı İmparatorluğu için kabul olunabilir olduğu fikrini geliştirmekle kalmadılar, meşrutî yönetimin, saltçı yönetime olan üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştılar. Türkiye için yeni bir fikir değildi bu. “Yeni Osmanlılar”ca, doğrudan doğruya Fransız eğitim ve kültürünün etkisi altında olarak ileri sürülmüş bir fikirdi. Ancak, konunun Jöntürkler bakımından ayırtkan yanı, sorunu salt kuramcı bir açıdan ele almamaları, ama, birçok ülkelerde girişilen meşrutî rejim denemelerini irdelemeleridir. Örneğin, Jöntürkler’ce yayınlanan bir kitapta, “saltçı” ve “meşrutî” yönetimlerin ayırtkan yanlarının çok ayrıntılı bir irdelemesi yapılmaktadır. Kitapta, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya, Yunanistan, Rusya, Türkiye ve İran’ın ekonomik ve kültürel durumlarını niteleyen bazı verilerin karşılaştırmalı tabloları veriliyordu. Tabloların irdelemesini yapan yazar, apaçık örnekler ele alarak, okuyucularını, saltçı bir yönetimin egemen olduğu devletlerin, meşrutiyetçi yönetimin iyice yerleşmiş olduğu devletlerden ekonomik ve kültürel bakımdan çok geri kaldığına inandırmaya çalışıyordu (81, s. 46-47).
Hepsi de, “1876 Anayasasının geri getirilmesi için savaş” parolası altında harekete geçen Jöntürk ideologları, anayasal reformları birbirlerinden başka değerlendiriyorlardı. Bir bölüğü, “Yeni Osmanlılar”ın fikirlerini İzleyerek, anayasa ve parlamentonun, ekonomik ve kültürel gelişmenin doğrudan doğruya aracı olduklarını savunurken, bir bölüğü, parlamenter rejimin, ancak, “toplumun sosyal yapısı”nda değişmeler olması halinde bir çıkış noktası olabileceğini savunuyorlardı.
Bu iki görüşten birincisini, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin çekirdeğini meydana getiren Ahmet Rıza ve fikirdaşları savunuyorlardı. Ogüst Kont’un pozitivist ideolojisinin etkisi altında bulunan Ahmet Rıza, meşrutiyetçi yapıyı, toplumsal ilerlemeyi gerçekten sağlayacak bir “düzen” kurulması olarak ele alıyordu. Bir Türk araştırıcı, Ahmet Rıza’nın fikirlerinde pozitivizmin etkisi konusunda, Ahmet Rıza’nın “Meşveret” de yayınlanan makalelerinin “bir düzen içinde ilerlemenin aracı olarak” meşrutiyet propagandası yaptığını kaydetmektedir (210, s, 12). Ahmet Rıza ve yandaşlar, saltçılığa özgü keyfi davranış ve kanunsuzluğun ortadan kaldırılması, meşrutiyet ve parlamentarizm ilkelerine dayanan yasal sistemin kurulmasının, kişi özgürlüklerini ve ekonomik gelişmeyi sağlayacağını sanıyorlardı. “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin önde gelenlerinden ve ünlü tarihçi Ahmet Saip, 1900 yılında Kahire’de yayınlanan “Devrim Rehberi” adlı kitabında “ülkenin esenlik ve mutluluğunu sağlamak için tüm kötülüklerin kaynağı olan saltçılığın yıkılması ve meşrutiyetçi yönetim sisteminin kurulması” gerektiğini yazmaktadır (79, s. 61). Meşrutiyet rejiminin kurulması ve “Meclis-i Mebusan”ın toplanmasını Ahmet Saip, ülkenin “kurtuluş yolu” olarak görmektedir (79, s. 65-66).
Ahmet Rıza ve yandaşları, “Yeni Osmanlılar”ın eğitimci ideoloji çizgilerini izleyerek, meşrutiyetin gerçekten getirilmesinin en önemli koşulunun, halkın aydınlatılması olduğunu belirtiyorlardı. “Eğitim -diyordu Ahmet Rıza- kültürel ilerlemenin temelidir. Eğitim, ülkeye ilerleme, zenginlik, büyüklük; insanlarına varlık ve hayat sağlar” (224, s. 533). “Meşveretteki programsal makalelerinden birinde de, eğitimin, toplumsal ilerlemenin en önemli aracı olduğuna çok daha büyük bir kesinlikle yer verir. “Halkın özgürlük ve bağımsızlığı herkes tarafından bunun gerekliliğinin bilincine varılmakla sağlanabilir. Kültür ve eğitimin yayılması sonucu din, vicdan ve fikir özgürlüğüne sahip olan bir ulus, yasalar elverişli koşullar sağlamasa da, gene özgürdür; en özgür, en yasal koşullar içinde yaşayan bir halk eğer cahilse, yaşamının kölelikten farkı yoktur” (231, s. 131). 60-70 yılları Anayasacılık hareketinin başarısızlık nedeninin, halk yığınlarının anayasa ve anayasaya değgin fikirleri kavramaya hazır olmaması olduğunu söyleyen Ahmet Rıza (231, s. 137) “devlet işlerine karşı sorumluluk ve politik görev bilinci” uyandırmanın aracı olarak halkın eğitilmesinin önem ve anlamına, “Şûra-i Ümmet”de yayınladığı makalelerinde de yer veriyordu (231, s. 194).
Sultan Abdülhamit, sözün tam anlamıyla, feodal-saltçı rejimin en kötü yanlarının kişileştirilmiş bir biçimi haline geldiğinden, saltçı egemenliğin eleştirisini yaparken, Jöntürkler sık sık, sultanın kişiliğinin eleştirisini yapıyorlardı. Ahmet Rıza “Meşveret” de, “Kendinden başka hiç bir şey için kaygılanmayan, kendi esenlik ve mutluluğu uğruna herşeyi, devletin değer ve onurunu, uluslarımızın hak ve yetkilerini kurban eden bu monark’a insan demeye utanıyorum” diye yazıyordu (224, s. 524). 1902 Mayıs’ında “Şûra-i Ümmet” de yayınlanan bir makalesinde de, “gücünü ve iktidarını, halkı bölmek ve birbirine düşürmekten alan hükümdarın boyunduruğundan vatanı kurtarmak gerektiğine değiniyordu (216, s. 263)- Sultan Abdülhamit’in despotizm ve keyfî idaresini öyle büyük bir öfkeyle ele alıyordu ki Jöntürkler, bunun giderilmesi için, Osmanlı İmparatorluğu’nu meşrutiyet temelleri üzerinde yeni baştan kurmak görüşleri yüz tutmaya başlıyordu.
Böylelikle İttihatçı Jöntürkler ve onların ideoloğu Ahmet Rıza, başlıca olarak, 60-70 yıllarında “Yeni OsmanIılar”ca ileri sürülen; saltçılığın ortadan kaldırılması, meşrutiyet rejiminin getirilmesi ve halkın eğitilip aydınlatılmasının, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik, politik ve kültürel ilerlemesini sağlayabileceği görüşünü savunuyorlardı.
Prens Sabahattin’in durumu ise başkaydı. Ülkenin sosyal ve kültürel ilerlemesi yolunda atılacak ilk adımın anayasa reformu olduğu konusunda anlaştıktan sonra, birçok yazısında, eğer sorun salt yönetimde bir yöntem değişikliğiyle sınırlanır ve “toplumun sosyal yapısında” bir değişiklik yapılmazsa, anayasa ve parlamentonun, kendi başına ülkenin ilerlemesini sağlayamayacağı görüşünü ileri sürüyordu. Sabahattin’e göre, saltçı rejimin devrilmesi, “hayat tarzında” yapılacak ciddi değişikliklerle aynı zamanda olması halinde ancak elle tutulur bir sonuç alınabilirdi. İstanbul’daki fikirdaşlarına gönderdiği bir mektubunda, “Abdülhamit’i yalın olarak alaşağı etmekle hiçbir zaman özgürlük ve bağımsızlığımızı kazanamayız -diyordu- Eğer biz yoksulluğumuzun ana nedenlerini bulmaz ve bunları ortadan kaldırmazsak, bugünkü Abdülhamit’in yeri hiç bir zaman boş kalmaz; o gider, yerine bir başkası gelir!” (91, s. 3).
Ancak, yukardaki yazısında da görüldüğü gibi Sabahattin’in, toplumun “sosyal yapısında” köklü değişiklikler planı, idealist bir nitelik taşıyor ve kendisinin, sosyo-ekonomik yapının doğal özelliklerini, sosyal ilişkilerin sınıfsal niteliğini anlamadığını gerçekliyordu. “Toplumun sosyal yapısında” ve “Hayat tarzımızda” değişiklik isteği altında Sabahattin, sosyal ve kültürel ilerlemenin ancak, insanlara “şahsi teşebbüs” eğitiminin verilmesi sonucu sağlanabileceği fikrinin inatçı bir propagandacısıdır. Sabahattin bu fikri, sosyal gelişmeyi, insanda müteşebbislik ve beceriklilik eğitimini sağlayan ailenin, temel sosyal ünite haline getirilmesi perspektifinden ele alan ünlü Fransız sosyologları Frederik Le Ple ve Edmont Demolen’in fikirlerinden esinlenmiştir. Frederik Le Ple, insan mutluluğunun, yönetim biçiminin mükemmelliğiyle değil, kişiliğinin moral ve sosyal gelişmesiyle sağlanabileceğini öngören, “sosyal ayıklanma kuramı”nın kurucusudur.
Prens Sabahattin, insanın; ailesinde, sosyal yaşamında… her yerde, kendi yetenek ve olanaklarına güvenebileceği bir eğitim alması gerektiğini, Türk eğitim sistemindeki geleneklerinse, faaliyet ve çalışma yaratıcılığı için gerekli nitelikleri oluşturmadığını savunuyor ve sonuç olarak, “biz -diyordu- çalışmadan, kazanmadan zengin, olmak ve öyle yaşamak İstiyoruz” (92, s. 16).
Osmanlı İmparatorluğu’nun esenliğinin, millî eğitim sisteminin kökten değişimi yardımıyla sağlanabileceğini belirten prens, insanları; bilgiye, deney birikimine, direngenliğe ve ihtiyatlılığa özendirecek bir eğitimin gerekliliği üzerinde duruyor ve “zenginliğin üç kaynağı” olan tarım, zanaatkârlık ve tüccarlıkta başarılı olabilmek için bu niteliklerin gerekli olduğu görüşüne yer veriyordu (92, s. 16).
Ahmet Rıza ve fikirdaşlarından farklı olarak Sabahattin, meşrutiyetçi yönetimin, toplumun sosyal yapısının özelliğinden ileri gelen eksiklikleri tek başına onduramayacağını belirtiyordu. Jöntürk devriminin yengisinden sonra, 3 Eylül 1908 yılında, yandaşları tarafından İstanbul’da düzenlenen bir konferansta görüşlerini açıklarken, bu fikirlerini de, açık bir şekilde formüle etti. “Eğer üretim gücünüzü kendi kişisel çabamızla artırmaksak -diyordu- sanki meşrutiyetin bir yararı, iyi yanı yokmuş gibi, yeniden köle oluruz… Bizi kurtaracak olan ne yasalar, ne de devletin çalışmalarıdır. Bu ancak, bizim kendi çalışmamızla olacaktır” (241, s. 198). “Türkiye nasıl kurtarılabilir?” adlı kitabında, toplumsal ve sosyal yaşamları arasında çok büyük ayrılıklar olduğu halde, hem İngiltere’de, hem de İspanya’da meşrutiyetçi yönetimlerin olduğunu yazıyordu. Ona göre, resmî olarak aynı yasalara bağlı bulunan, Amerika’nın güney ve kuzey eyaletleri içinde aynı büyük ayrılıklar söz konusuydu (236, s. 155-156).
Sabahattin, Frederik Le Ple’nin sosyoloji okulunun ilkelerinden yürüyerek, bazı ülkelerin ilerlemiş, bazı ülkelerin de geri kalmış olmalarının nedenini, “sosyal yapı”larının başka başka oluşuyla açıklıyordu. Ona göre İki büyük “sosyal yapı” vardı: “Teşekkül-ü tecemi” ve “teşekkülü İnfiradi”. Anılan bu iki tip “sosyal yapı”dan ancak ikincisinin, insanda canlı bir üreticilik niteliğiyle ekonomik ve kültürel ilerlemeyi sağlama yeteneği oluşturduğunu belirten Sabahattin’in idealindeki toplum, toplumsal üretim gücünün gelişmesi için en geniş özgürlük ve olanakları sağlayan anglo-sakson sisteminin, sosyal ilişkileri içinde bulunan bir toplumdu (91, s. 69-76).
Sabahattin’in tüm görüşleri, onun, serbest kapitalist patronculuğun ideoloğu olduğunu göstermektedir. Sosyal biçimlenmelerin sınıfsal niteliğini anlamaktan uzak tüm Jöntürk lider ve ideologları gibi Sabahattin de, İngiltere gibi gelişmiş kapitalist devletlerin sosyal ve ekonomik yaşamlarını idealize ediyor ve onların ekonomik ve politik gelişmelerini, özgür ve girişimci bir üreticiler toplumu kurulmasını sağlayan “teşebbüs-ü infiradi”nin başarılı bir şekilde uygulanmasının sonucu olarak ele alıyordu.(1)
Jöntürkler arasındaki politik ve ideolojik fikir ayrılıklarının en önemlilerinden biri de, getirilecek meşrutiyet yönetiminin ilkeleri üzerine idi.
“İttihat ve Terakki Cemiyeti”nden olanlar, yönetimde sert bir merkeziyetçilikten yanaydılar, Enver Ziya Kural, “İttihatçıların düşüncesine göre-demektedir ülkenin merkezden yönetimi, “tüm Osmanlılar”ın birliği ve halkın aydınlatılmasıyla, devletin güçlenmesini sağlayacaktı” (224, s. 532). “İttihat ve Terakki Cemiyeti”ndekilerin düşüncesinden farklı olarak Sabahattin ve yandaşları, meşrutiyet yönetiminin ancak, merkezden değil, “yerinden yönetim” ilkelerinin uygulanmasıyla bir yarar sağlayabileceğini savunuyorlardı. Sabahattin, 1908 devrimi arifesinde “Terakki” dergisinde çıkan bir yazısında; meşrutiyetin ilâm ve parlamentonun toplanmasından hemen sonra, bölgesel yönetim sorununu, özellikle de şu ya da bu ilin parasal gelirlerinin yönetim yetkisinin tümüyle, halk tarafında seçilmiş o bölge il meclislerine ait olmasını ön gören yasaların çıkartılması gerektiğini söylüyor ve vergilerin kullanma yetkisinin padişah ve hükümetin elinde bulunması halinde “ülke, despotizmin boyunduruğu altında kalmış olacaktır” -diyerek, bu yetkilerin, başkentteki parlamentonun elinde olması durumunda bile, “yönetim sisteminin merkezî meşrutiyet olacağını ve ulusun, bir kişinin kölesi olmaktan çıkıp, bir kaç yüz karası despotun kölesi” haline geleceğini savunuyordu (216, s. 278). “Vilayetler merkez için değil, merkez vilayetler için” formülü, Sabahattin’in yerinden yönetim programının özünü (kısaca açıklayan bir formüldür) (241, s. 195). Sabahattin’in bu görüşleri, onu; İmparatorluğun Türk olmayan halklarına muhtariyet verilmesine yol açarak, imparatorluğun ve Türklerin çıkarlarına ihanet etmekle suçlayan ittihatçılar tarafından sert eleştirilere uğratıldı. Eleştirilere cevap veren Sabahattin, 1908 Sonbaharında yaptığı bir konuşmada, “Bazı vatandaşlarımız -diyordu- yerinden yönetimi, muhtariyet olarak görüyorlar. Bu görüş düzeltilmelidir. Yerinden yönetimin iki yönü vardır: Politik ve İdarî”. Ve daha sonra muhtariyet demek olmayan, ama, bölgesel yönetim organlarının kendi kendilerini yönetme yetkilerinin genişletilmesini amaçlayan bir yerinden yönetim önerdiklerini açıklıyordu (Bkz.: 241, s. 197-198; 34, 1. 260-261). Fikirlerini açıklamaya devam eden Sabahattin, kendisinin ve fikirdaşlarının, yerinden yönetim maskesi altında gerçekleştirilecek bir muhtariyet yanlısı olmadıklarını söylüyordu (92, s, 6-7). Yukarda sözünü ettiğimiz İstanbul’da yapılan konferansta konuşan Sabahattin, il merkezlerinde, Fransa’daki örneklerine göre, genel meclisler kurulması gerektiğini; bu meclislerin bölgesel yönetimin çalışmalarını denetleyeceğini söylüyordu (34, 1. 260).
Prens Sabahattin tarafından ileri sürülen görüşlerin bir değerlendirmesi yapılırken, prensin; -özellikle başka başka ulusların toplu bir yerleşim içine bulundukları çok uluslu bir imparatorlukta- yönetimde merkeziyetçiliğin, şu ya da bu biçimde politik bir muhtariyete varacağını gerçekten anlamamış olduğunun belirtilmesi gerekir. Yerinden yönetimin, politik ve yönetimsel yanlarının, yapmacıklı bir karşılaştırmasının yapılması da, pek olasıdır ki, politik muhaliflerle yapılan savaşla başvurulan bir polemikten başka bir şey değildir.
Her şey bir yana, Sabahattin’in; bölgesel organların yetkilerinin -özellikle bu organların seçimleri konusunda- genişletilmesini öngören programı, en büyük tepkiyi, ittihatçılardan değil, gayri millî burjuvazi ve onun sosyal-politik örgütlerinden gördü. Çünkü Sabahattin’in programı, 1907 yılında, Jöntürk örgüt ve gruplarının, İmparatorluğun Türk olmayan halklarının örgüt ve partileriyle birleşebilmelerini olanaklı kılan bir uzlaşma platformunun oluşmasına yardım ediyordu. Ancak, XIX. yüzyılın başlangıç yıllarındaki bir Osmanlı İmparatorluğu’nun o belirli koşulları içinde, Sabahattin’in fikirleri tarihsel bir perspektiften yoksundu.
İmparatorluğun ve “itaat altında alınmış” halklar üzerindeki Türk egemenliğinin merkezden yönetim sayesinde korunabileceğine inanan millî burjuvazinin en önemli bir bölüğü ve burjuva entellektüelleri. İttihatçıların merkezden yönetim parolasını destekliyorlardı. Ülkedeki gayri millî burjuvazi de eninde sonunda, “âdemi merkeziyetçi” bir imparatorluk sınırları içinde, kendi yetki ve olanaklarının yayılmasına değil, bir ulusal devlet kurulmasına çalışacaktı. Sabahattin’in programı salt, işsel çıkarları sıkı sıkıya yabancı sermayeye ve onun tutumuna bağlı olan millî komprador burjuvazisini tatmin ediyordu. Öteden beri Türk feodal-bürokrat çevreleriyle işbirliği halinde bulunan bu burjuvazi Sabahattin’in programında; kompradorların ekonomik çıkarlarına aykırı düşmeyen “bütünlüğün” korunduğunu ve İmparatorluk sınırları içinde çok daha uygun koşullarla faaliyette bulunma olanağının sağlandığını pekâlâ görebiliyordu. Sabahattin’in fikirleri komprador burjuvazisinin temsilcilerince beğenilmişti. Gerçi borç alma sıkıntılıydı, ağırdı ama Osmanlı İmparatorluğu’nun o belirli koşulları içinde, imparatorluk ekonomisinin gelişmesi için başvurulması gerekli bir yoldu. Sabahattin’in bu konuda kendini, hiç de bir idealist-sosyolog göstermediğini de belirtmemek elde değildir. Hiç bir hayale kapılmadan ve çok pratik bir tutumla “istikraz” şeklinde bir miktar para bulmak gerektiğine dayandırıveriyordu sorunu. Gerekli “istikraz”ın bir an önce Paris ve Londra’dan sağlanmasını söyleyerek, “Paris ve Londra kabineleriyle” İstanbul arasındaki dostluk bağlarının, -”memleketimizin ekonomik ve politik çıkarına” yarayan bu bağların- sağlamlaştırılması çağrısında bulunuyordu (91, s. 121).
Jöntürklerin Osmanlı İmparatorluğumun toplumsal ve devlet yapısına değgin tüm düşüncelerinin bir eleştirisi yapılırken dikkatlerin yöneltilmesi gereken konu, bunların ezici çoğunluğunun, İslâm düzgü ve ilkeleriyle, burjuva liberal reformizmini uzlaştırma heves ve çabasında olmalarıdır.
Jöntürkler, İslâm düzgü ve ilkeleriyle meşrutiyet yönetiminin “kabili telif” olduğunun kanıtlanmasına büyük bir önem veriyorlardı. Örneğin Ahmet Rıza; İslâm dinini Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflama ve gerilemesinin nedeni sayan birçok Avrupalı yazarla polemiğe girmişti. Bu konuda “Yeni Osmanlılar”ın izinden yürüyen Ahmet Rıza, yayınladığı makaleleriyle, “sosyal bakımdan, İslâmiyetin ilerleme için yararlı bir unsur” olduğunu belirtiyordu (213, s. 133). Halifenin seçimle gelmesi ilkesinin Müslümanlar tarafından getirildiğini söyleyen Ahmet Rıza, halifenin, yaptığı işlerde halka karşı sorumlu olduğunu belirtiyor ve İslamiyet’in, meşrutiyet yönetimi ilkelerine karşı olmadığı gibi, üstelik “cumhuriyetçi bir düzenin bile hiç bir zaman düşmanı olamayacağını” ekliyordu (231, s. 132-133). Jöntürkler’in İstanbul’daki hücrelerinden birinin yöneticilerinden olan Hoca Kadri (Mehmet Kadir Nasih) bir esirinde, İslâmiyet ilkelerinin meşrutiyet fikrine aykırı olmadığını bildiriyor ve Ahmet Rıza gibi o da, kurulduğu dönemde, halifelikte, seçim ilkesinin olduğu örneğine dayanıyordu. Jöntürk hareketine katılmış ulema grubunun temsilciliğini yapan Hoca Kadri, ülkenin başına gelen tüm mutsuzluk ve felâketlerin, sultan ve bakanları tarafından şeriat buyruklarına ihanet edilmesi sonucu olduğunu belirtiyordu. Hoca Kadri, meşrutiyetten söz ederken de, ilk Türk “meclis-i mebusan”ın toplanmasına ön ayak olanların, Osmanlı İmparatorluğu’nun en ileri gelen ulemaları olmasına özel bir dikkat gösteriyordu (102, s. 70- 71, 85).
Jöntürk lider ve ideologları, İslâm düzgüleriyle meşrutiyet ilkesinin birbirine uygun düştüğüne değgin Müslüman halk yığınları arasında propaganda yapılmasına büyük önem veriyorlardı. 1908 Eylül’ünde, meşrutiyetin ilân edildiği günün hemen ertesi sabahı, il halkına seslenen bir broşür yayınlandı. Meşrutiyetin, İslâm âkidelerine uygunluğunun ayrıntılı bir şekilde açıklandığı “İslamiyet ve meşrutiyet” diye özel bir de bölümü bulunan broşürde, meşrutiyet düzeninin ve milletvekili seçim sisteminin özü açıklanıyordu (95, s. 33-37).
Sabahattin bile, kuramsal yazılarında İslâm otoritelerine seslenerek “teşebbüs-ü şahsi” ilkesinin Kur’an hükümlerine dayandırılarak açıklanmasını gerekli görüyordu (92, s. 15).
İdeolojik ve Politik süreçleri içinde, Jöntürkler, 1906-1907 yıllarında burjuva devrimciliğine dönüşen ılımlı bir burjuva liberal reformisti olmuşlardı. Y. H. Bayur. “İttihat ve Terakki Cemiyeti -diye yazıyor- kurulduğu günden 1906 yılı ortalarına dek, ayaklanmaya karşıydı. Yani, amaçlarına varma uğraşı içinde, ayaklanmaya başvurmayacaklarını söylüyorlardı (216, s. 266). Yukarda da gösterildiği gibi, 1907 kongresinden önce, Jöntürkler, karşı-hükümetçi propagandalar ya da sultana yapılacak komplolarla amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlardı. Ancak despotik rejime karşı ayaklanma fikri, 1907 kongresinden çok önceleri Jöntürkler arasında söz konusu edilmekteydi. Cenevre grubunun liderleri (İshak Sükûti, Abdullah Cevdet ve Tunalı Hilmi), “Osmanlı” gazetesinin sütunlarında bundan söz ediyorlardı. 1898 yılında “Osmanlı” gazetesinde “ayaklanma” başlığı altında bir makale yayınlandı. “Hasta ve zayıf uluslara-deniliyordu makalede-yeni bir yaşam sağlayacak olan biricik araç ayaklanmadır. Tarihe şöyle bir bakacak olursak görürüz ki, insanlık onurunu yitirmiş, despotların oyuncağı olmuş cahil kalmış, hayvansal bir yaşama yaklaşmış bir ulus, bu durumdan ancak ayaklanma sayesinde kurtulabilmiştir… (231, s. 116). Bu tür görüşlere “Osmanlı” sayfalarında bir çok kez yer verildi (Bkz.: 231, s. 117). Ancak, ülkenin politik sorunlarına çözüm yolunu bir devrim kavgasında değil, padişahta “insaf”, “İyi yüreklilik” arayarak feodal-saltçı iktidarla uzlaşmada bulunmaya çalışan Jöntürk çoğunluğu, “Osmanlı”nın görüşlerine üzün süre katılmadı. Şurasını da belirtmek gerekir ki, “Osmanlı”nın ayaklanma çağrısı, despotizme karşı bir halk ihtilâli çağrısıyla aynı anlamda bir çağrı değildi. Bu, daha çok, Jöntürkleri, Abdülhamit’i devirmeye yönelik canlı bir faaliyet içine sokan bir çağrıydı. Şerif Mardin, “Osmanlı” yazarlarının “halka” seslenirken, ülkedeki bazı ekonomik ve kültürel gelişmeler sonucu doğmuş olan, “bir bakıma orta tabaka” denilebilecek bir kitleyi söz konusu ettiklerini, kabul eder (231, s. 99). ihtilâl yapmaya kararlı Jöntürkler bile, dünyaya yeni gelen burjuvaziye ve burjuva entellektüllerine başvuruyorlardı ve açıktır ki, bu tutumlarıyla, feodal-saltçılığa karşı halk kitlelerinin savaşına ön ayak olmaktan çok uzaktılar.
Jöntürkler’in ezici çoğunluğu, politik görüş ve tavırlarında, meşrutiyet düşüncesinden ileri gidemiyorlardı. Gerçi hareketin bazı radikal liderleri monarşiye karşı çıkmadı değiller, ama dolaylı ve son derece ihtiyatlı bir karşı çıkıştı bu. Abdullah Cevdet’in birçok yazı ve sözlerinde anti-monarşik görüşler bulabiliriz. Yazar, “OsmanIı”da yayınladığı makalelerinde, memlekette salt meşrutiyet rejimini kurmanın yeterli olup olmadığı ve devlet işlerini “ihtiyatlı bir partinin” eline vermenin daha doğru olup olmayacağı biçiminde koyuyordu sorunu ortaya (231, s. 113). Yurt dışında sığınıkken yayınladığı “îçtihad” dergisinde, despotizm ve keyfî yönetime, anayasanın değil, “kamuoyu” önünde sorumlu bir hükümetin engel olabileceğini söyleyen Abdullah Cevdet, “kamuoyu aracılığıyla göreve atanan ve görevden el çektirilen bir bakanlar kurulu”nun da sözünü etmekteydi (231, s. 185).
Dikkate değer bir olay da, bazı Jöntürkler’in; politik partilerin toplumsal yaşamdaki “önem ve rolleri” gibi çok önemli bir soruna, gazetelerin sütunlarında yer vermeye balamış olmalarıdır. “Şûra-i Ümmet”de, “halkı uyandırma ve onu birliğe çağırma işlevini yapacak olan politik partiler”in, toplumsal yaşamının merkezinde olması gerektiği belirtiliyordu. Politik partilerin, “halkın lideri” oldukları görüşüne Ahmet Rıza da yer vermektedir (231, s. 198). Böylelikle, Türk milli burjuvazisinin politik bilincinin oluşmasına, Jöntürkler’in eylem ve fikirleri önemli ölçüde yardımcı oluyordu.
Jöntürkler’in ideolojik görüş sistemleri içinde; temelleri “Yeni Osmanlılar” tarafından atılmış olan ideo-politik bir doktrin -panosmanizm- baş yeri tutuyordu. Parlamenter-monarşik bir devlet sistemi çerçevesinde, Osmanlı İmparatorluğunum tüm halklarının birleşmesi düşüncesi, Jöntürkler’in ezici çoğunluğunca benimsenmekteydi. Jöntürk hareketinin İdeolojisinin bir eleştirisini yapan A. F. Miller de, Jöntürk ideolojisinin osmanizme dayandığını belirtir (170, s. 72).
Panosmanizm doktrininin temel ideo-politik içeriği, Jöntürklerin, sığındıkları yabancı ülkelerde çıkardıkları gazete ve dergilerde yayınlanan bu konu üzerine yazılmış bir çok makalede, oldukça açık bir şekilde belirtilmiştir. 15 Haziran 1899 tarihli “Osmanlı” gazetesinde, Jöntürklerin amaçları, imparatorluğun tüm halkının birleşmelerinin gereğine işaret eden sözlerle açıklanmaya başlanıyordu (231, s. 105). 10 Nisan 1902 tarihli “Şûra-i Ümmet”in program yayınlanan sayısında da, “çeşitli Osmanlı elementlerinin, yaratılmış olan yurtseverlik heyecanıyla bir birliğinin kurulması ve müslim ya da gayri müslim, tüm Osmanlı uyruklarına politik sorunlarda görüş birliğine varmalarının sağlanması için çaba harcaması”nın gerekliliğinden söz ediliyordu (231, s. 186).
Panosmanizm doktrininin anlam ve önemi üzerine yapılacak genel bir eleştiride, Sabahattin’in görüşleriyle, “Terakki ve İttihat Cemiyeti” ideologlarının görüşleri birbirlerine uygun düşmektedir. Sabahattin, “tüm Osmanlı vatandaşlarının” birlik olmalarının, despotizmle savaşı ve tüm imparatorluk halklarının ilerlemelerini başarıya ulaştıracağını, gerek yazıyla, gerek sözle birçok kez açıklamıştı. “Türk, Arap, Arnavut, Ermeni, Makedonyalı, Kürt, Yahudi ve ötekiler -tüm yurttaşlarımızın- güçlerini birleştirmeleri yolunda çaba harcamak ve böylece, görevini kötüye kullanan şimdiki yönetime son vermek ve yarın ki âdil yönetimin temeline ilk taşları koymak” çağrısında bulunuyordu Sabahattin (85, s. 14).
Ancak, tüm imparatorluk halklarının birleşmeleri sorununda, Jöntürk liderleri, şüphe götürmez bir biçimde ayrı düşüncelere sahiptiler. Ahmet Rıza, panosmanizm doktrinini, Türklerin egemen (yönetici) durumlarının tam korunmasıyle, katı bir merkeziyetçilik çerçevesi içinde İmparatorluk halklarının birleşmelerini sağlama aracı olarak ek alıyordu. Türk olmayan halklara; bölgesel muhtar yönetimlere ayrı ayrı katılma ve ulusal-kültürel özerkliklerini geliştirme gibi belirli bir gelecek sağlayan Sabahattin, yerinden yönetimle panosmanizmi birbirine bağlıyordu.
Jöntürkler, ezici bir çoğunlukla merkezî panosmanizmden yanaydılar. Kuramsal yazılarda ve propaganda makalelerinde; imparatorluğun tüm halklarının bir “Osmanlı ulusu” içinde kaynaştırılması olasılığına değgin görüşlere kanıtlar bularak, osmanizm doktrininin açıklanması, ağırlık merkezini oluşturmaya başlamıştı. Bu görüşlerin; alışılmış, klasik çıkış noktası da, Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerinde yaşayan tüm halkların ortak vatanı olduğuydu. Örneğin, Samipaşazade Sezai Bey, “Şûra-i Ümmet” sütunlarında, tüm imparatorluk halklarının bir tek vatanları olduğunu belirtiyor ve “Aynı gök altında doğmuş, aynı iklimde büyümüş, aynı havayı solumuş yüreklerin, tehlikeden kaçıp sığınacakları, acılarını dindirecekleri yer, vatanın sinesidir” diyordu (231, s. 195),
Jöntürk ideologları arasında, imparatorluğun başka uluslarına “ortak vatan duygusu”nun aşılanabileceğine inanan “müstakil” idealistler de vardı. Ama panosmanizm propagandasında belirleyici rol oynayan unsur başkadır. Jöntürk liderlerinin, ütopik “ortak yurtseverlik duygusu” aşılanmasına değgin bilinçli çabaları, apaçık bir şekilde politik amaçlara yönelikti. Jöntürklerde- ki bu osmancılık fikri; imparatorluğun yüzyıllar boyunca sağlanan bütünlüğünün ve Türk sultanının tüm halk üzerinde egemen olması durumunun korunması yolunda büyük bir direngenlikle sürdürdükleri çabaların bir sonucu olarak doğmuştur. Bu konuda Sabahattin’in arkasından giden Jöntürkler için panosmanizm, Osmanlı İmparatorluğu’nun gayrı millî burjuvazisinin çok güçlü politik birliğini sağlamak İçin yardımını umdukları ve fakat hareketin uzak görüşlü militanlarınca durum anlaşılır anlaşılmaz, Abdülhamit’in despot rejimiyle savaşı önemli ölçüde hafifletebilecekleri bir araçtı.
Panosmanizm propagandasına, özellikle 1907 Paris kongresinin hazırlıkları dolayısıyle iyiden hız verildi. “Ortak vatan” sınırları içinde birlik fikri, Osmanlı İmparatorluğunun Türk olmayan halklarının millî burjuva devrimci örgütlerine, ittihatçıların Paris’teki merkezinden yollanan mektupların her satırında görülen, demirbaş bir konuydu. Mektuplardan birinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun, tek başına Türkler’e, ya da Bulgarlar’a, Araplar’a ait olmadığı belirtilerek, “bu ülke -deniliyordu- kendine Osmanlı diyen herkesin mülkü, herkesin servetidir”. Mektup yazarları daha sonra, eylemlerinin amacının, Türk, Kürt, Bulgar, Arap, Ermeni ve ötekiler… herkesin, tüm vatandaşların eşitliğini, kıvançta, tasada ortaklığını ve oybirliğini sağlamak” olduğunu belirtiyorlardı (216, s. 373).
Panosmanizm doktrini, Jöntürk ideologlarının görüşlerine göre, feodal saltçılığa karşı çıkan tüm ülke halkları devrimci güçlerinin gerçek bir birliklerinin kurulmasının engellenmesi ya da yasaklanmasına karşı, tüm imparatorluk halklarının birleşme savaşları için esaslı bir silahtı. Ulusal kurtuluşçu hareketlerin büyük boyutlara ulaştığı XX. yüzyıl başlangıç yıllarının koşulları içinde, Türk olmayan halkların dilek ve özlemlerini, “despotik sultanla ortak savaş” gibi bir yola tıkıştırabilmek, pratik bakımdan olanak dışıydı. Ne olursa olsun, eylem birliği konusunda geçici bir uzlaşma için bile, “ortak yurtseverlik duygusu” üzerine, bağıra bağıra tumturaklı, ama boş sözler söylemek yerine, imparatorluk halklarının ulusal kültürlerini geliştirebilecekleri ve eşit politik haklara sahip olabilecekleri üzerine, açık, iyice belirlenmiş bir asgarî garanti verilmesi gerekirdi.
Bu arada merkeziyetçi liderlerin “tüm Osmanlıların eşitliliği” konusunda, sık sık şöyle bir görünüverip kaybolan büyük devlet şovenizmleri vardı. Türkler’in, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerek tarihinde, gerekse şimdiki durumunda özel bir önem ve rolleri olduğu konusu, Jöntürk propagandalarında, pek de öyle seyrek ele alınan konulardan değildi. Bu konu, “Osmanlı” sütunlarında birçok kez “arz-ı endam” etti. Şerif Mardin’in de bu konuya değinirken, Türkler’in belirtilen bu rollerinin, “İttihat ve Terakki Partisi”nin çok sonraki şovenizmiyle özdeşleştirilemeyeceğini açıklamayı gerekli görmesi ilginçtir. Şerif Mardin, Türklerin, imparatorlukta özel bir yerlerinin olduğu şeklindeki Jöntürk liderlerince söylenen sözlerde, imparatorluğun öteki halklarını horlayıcı bir yan bulunmadığını, söz konusu edilen şeyin yalnızca, Türklerin Osmanlı İmparatorluğunun oluşmasındaki tarihsel rollerine saygı ve bu rolün tanınması olduğunu belirtiyordu (231, s. 103). Ancak Ş. Mardin’in bu savı gerçek olaylara pek uymamaktadır.
İmparatorluğun Türk olmayan halklarının, saltçılıkla ortak savaş koşullan içinde, her türlü ulusal özlem ve isteklerinden vaz-geçmeleri gereğine değinen fikirler, Jöntürklerin birçok yapıtlarında açık-seçik görülür. Jöntürk ideologlarının çoğu, büyük bir direngenlikle, bu halklara, ulusal kurtuluş savaşı amaçlarından vazgeçmelerini telkin edip durmuşlardır. Örneğin Mehmet Murat “Mizan” gazetesinde, Girit Yunanlılarının ya da Makedonya Arnavutlarının sorunlarının çözüm yolunu, salt, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilerlemesi için savaş yolunda aramaları gerektiğini yazıyor ve “Arnavut kardeşlerimizin -diyordu- en kutsal görevleri tıpkı Mısır’daki dindaşlarımız ve buradaki Ermeni vatandaşlarımız gibi, bir gayret yarışı içinde, devlet ve hilâfeti (2), esenlik, gönenç, mutluluk vadisine vardırmak olmalıdır” (231, s. 92). Jöntürkler’in, Türk olmayan halkların “Terakki ve İttihat Cemiyeti” komitelerinin eylemlerine katılmaları olayını nasıl tasarımladıkları da ilginçtir. Paris merkezinden, örgütün Kazanlık (Bulgaristan) daki faal üyelerinden birine yollanan bir mektupta şöyle deniliyordu: “Eğer Ermeni’nin biri gelir de, ‘Ben Osmanlıyım, Osmanizme bağlıyım, sizin programınız çerçevesinde osmanizme hizmet etmeye hazırım’ derse, Müslümanlara ve Türklere özgü gönlüyücelik ve konukseverlik, bu Ermeni’nin vatandaş olarak adlandırılmasını ve ona; ‘Hoş geldiniz…’ denilmesini gerektirir. Örgütümüze gayri müslim Osmanlıların girebilmeleri, ancak bu koşulun yerine getirilmesiyle olabilir” (216, s. 372).
Panosmanizm doktrininin üzerinde durulup incelenmesini gerektiren bir olay daha vardır. “Osmanlı” gazetesinde, tüm “osmanlılar” için ortak bir kültürün yaratılması yolunda çaba gösterilmesinin gereğinden söz eden bir dizi makale yayımlandı.
Makale yazarları, imparatorluk halklarının dil ve öteki ulusal özelliklerine dokunmaya niyetli olmadıklarını belirtiyorlardı. Bununla birlikte, Türk diline ve Türk kültürüne öncelik veren yeni bir “ortak kültür” yaratmaktı istedikleri. Bu konudaki bir makalede de dedikleri gibi, tüm halklara eşit haklar verecek meşrutiyet kurulduktan sonra, Türkçe, imparatorluk halkları arasında yavaş yavaş yayılacaktı (231, s. 109).
Açıktır ki, birleşme ve panosmanizm doktrinin, sultanın Türk olmayan uyruklarına şu ya da bu biçimde zorla benimsetilmeye çalışılması, Jöntürk hareketindeki Türk olmayan halkların devrimci güçlerinin artmasına yardımcı olamazdı. Birleşme için öne sürülen koşullar, Türk olmayan halkların, pratik olarak, ulusal heves ve amaçlarından vaz geçmeleri anlamına geldiği gibi, onların ulusal onurlarını da aşağılamaktaydı.
Ancak, tüm “Osmanlı vatandaşları”nın gerçekten eşitliği ilkesi ve panosmanizm fikri, Jöntürk propagandalarında çok daha mantıklı bir biçimde savunulmuş olsaydı bile, Osmanlı İmparatorluğu’nun XX. yy. başlarında içinde bulunduğu koşullar nedeniyle, Türk olmayan halk yığınlarını elde etmek, onlara “hakim” olmak gene de olanaksızdı. Jöntürk ideologları; sosyal ve ulusal gelişmelerin, imparatorluğun Türk olmayan halklarını kaçınılmaz olarak ulusal bağımsızlık savaşına sürükleyeceği tarihsel gerçeğini bir türlü gözönünde bulundurmuyorlardı. Gözden geçirdiğimiz dönemde, ulusal bağımsızlıklarını elde etmiş, Sırp, Yunan ve Bulgarların başarılı savaşları, onların önünde duran sürekli birer örnektir. Yüzyıllar süren Türk egemenliğinden kurtulma, bağımsız, ulusal devletini kurma gibi yönelimlere karşı, meşrutiyet yönetimli Türk devletinin reformculuk çerçevesi içinde “kardeşlik ve eşitlik” gibi belirsiz bir gelecek vaadiyle karşı çıkma, pek safça kalmaktadır. Eğer, daha önce söylediğimiz o belirti politik koşulların neden olduğu, Jöntürklerle gayri millî burjuva devrimci parti ve grupların, geçici de olsa bir anlaşma yapabildikleri 1907 kongresi olmasaydı, bir panosmanizm fikrinin propagandası tek başına, hiç bir elle tutulur politik sonuç sağlayamazdı.
Panosmanizm doktrini gerçek bir tarihsel perspektifden de yoksundu. Bu doktrinin genç Türk millî burjuvazisinin politik savaş pratiğinde ortaya çıkışı ve kullanılışı, özellikle, yeni sosyal ve politik koşullar içinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü koruma yolunun araştırılması nedeniyledir. Ve son olarak bu doktrin, Türk burjuvazisinin, tüm Osmanlı imparatorluğu toprakları üzerinde kendi egemenliğini kurma çabalarının bir “tezahürü” dür.
Şurasını da belirtmek gerekir ki, Jöntürk militanları arasında, yaşama uygulanmasının gerçekliğinden kuşku duyarak, panosmanizm akımına karşı eleştirimsel bir tavır alanlar da bulunuyordu. Bu eleştirimsel tavır, özellikle, ilk Jöntürk gruplarına katılmış olan ve yurt dışındaki hızlı eylemcilerden biri olan Şerafeddin Magmumi tarafından dile getirilmişti (231, s. 204). Ancak panosmanizmi asıl eleştirenler, “Türkçülük” ve “pantürkizm” fikirlerini ileri süren Jöntürklerdi. Yusuf Akçura 1903 yılında, “imparatorluğun çeşitli halklarını birleştirerek onlardan bir ulus yaratmak olanaksızdır” diye yazıyor (224, s. 561) ve gerek dinsel, ulusal amaçların başka başka olmasından, gerekse bu halklar arasında güçlü bir düşmanlık bulunmasından dolayı, bu birliği gerçekleşmez olarak görüyordu. Kuşkusuz, Türkizm ideologları, Türk milliyetçiliğinin yaratıcıları olarak, kendi açılarından eleştiriyorlardı panosmanizm kavramını.
Ulusal kurtuluşçu fikirlerin o ateşli, o fırtınalı gelişme koşulları içinde, panosmanizm doktrininin amaçları, ütopik olduğu kadar gericiydi de. Nitekim Jöntürk eylemlerinin pratiği, 1908 burjuva devriminin zaferinden sonra, bunların tam anlamıyle birer ham hayal olduğunu göstermekte gecikmedi.
Jöntürk hareketi eleştirilirken, “Yeni Osmanlılar”ın eylemleri sonucu ortaya çıkan antiemperyalist havanın, İttihatçı Jöntürkler’in yapıtlarında çok daha açık, çok daha sert bir biçimde dile getirildiğinin de belirtilmesi gerekir. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürge olması gerçeğinin, bazı Jöntürk ideologlarınca özümlenmiş olmasının doğal sonucuydu. Bu lider ve ideologlar, Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki ekonomik ve politik üstünlüklerine pek direngen bir şekilde karşı koyuyorlardı. “Şûra-i Ümmet “in ilk sayısında, “Terakki ve İttihat Cemiyeti”nin en önemli programsal saptamaları yapılırken, Jöntürkler’in, Osmanlı İmparatorluğu’nun politik bağımsızlığının sağlanması ve onun her görünüm altındaki yabancı müdahalesine karşı savunulması isteklerine yer verilmekteydi (216, s. 262).
Jöntürk hareketinin ileri gelenlerince yazılmış birçok makale ve kitapta, tüm olanaklar kullanılarak, emperyalist devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu bölmeleri ya da ondan zorla toprak elde etmeleri heveslerinin önüne geçilmesinin gerekliliği üzerinde özellikle duruluyordu. Daha önce de söylediğimiz gibi, imparatorluğun dokunulmazlığı ve bölünemezliği fikri, “Terakki ve İttihat Cemiyeti” çevresinde birleşmiş tüm Jöntürk programlarının içerdikleri en önemli konulardan biriydi. Bu dokunulmazlık ve bölünemezlik fikrinin, “İtaat” altına alınmış halklar üzerindeki Türk egemenliğinin korunmasına yönelik bir başka yanı daha vardı. Ve işte, Jöntürkler’in kafalarında ilerici ve gerici fikirler, kendine özgü bir içiçelikle bir arada bulunuyordu. Aslında bu, genç Türk millî burjuvazisinin çift yönlü durumunun doğal sonucuydu. İmparatorluğun egemen halkının mensubu olarak, feodal saltçılığın olduğu gibi, yabancı kapitalin de ezgisi altında bulunuyordu.
“Mizan” gazetesinin birçok sayısında yabancıların kapitüler imtiyazlarına, kendilerine sağlanan geniş kolaylıklar yardımıyle ülkeyi soyup soğana çeviren yabancı tüccarlara, yabancıların, devletin içişlerine karışmalarına… karşı olunduğunu bildirir makaleler yayınlanıyordu (231, s. 173).
Ahmet Rıza “Meşveret”de (Türkçe olanında) 1896 Nisanında şöyle yazıyordu: “Ecnebilerin mülkümüzde İcra-i hükümet değil, işimize hariçten müdahale etmelerini bile namus ve haysiyet-i milliyeye bir ar sayarız” (231, s. 140). Kapitülasyon rejimini ve ne şekilde olursa olsun ülkenin iç işlerine herhangi bir müdahaleyi en sert biçimde kınayan birçok makale yayınlandı “Meşveret” de. Ahmet Rıza, imparatorluğun ulusal sorunlarının çözümlenmesinde, her türlü yabancı müdahalesini protesto ediyor ve hiç durmadan, Avrupa devletlerinin bu işi, ancak doymak bilmez ekonomik ve politik amaçları uğruna yapacaklarını tekrarlıyordu. Halil Ganem’in de “Meşveret” de; Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist devletlere ekonomik ve politik bağımlılıktan kurtulması isteğine yer veren çok sert makaleleri yayınlanıyordu. Bu makalelerinde Halil Ganem, özellikle Abdülhamit’e yüklenerek, sultanı, “tebaasının izzeti nefsini” yabancıların elinde oyuncak yapmakla suçluyordu (231, s. 142).
Jöntürkler, Girit adasının, uluslararası antlaşmayla atanmış olan bir genel valinin yönetimine bırakılmasına da çok sert tepki gösteriyorlardı. “Osmanlı”da bu konu dolayısıyle yayınlanan makalelerde yabancı devletlerin Girit sorununa, “barıştırma” için değil, kendi çıkarları için müdahale ettikleri söyleniyordu. “Osmanlı”, büyük Avrupa devletlerini, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili politikalarında, haçlı seferleri günlerini “ihya etmek”le suçluyordu (231, s. 108).
“Şura-i Ümmet” gazetesinde de, büyük devletlerin emperyalist politikalarına yönelik makaleler yayımlanıyordu. Gerçekten de, antiemperyalist fikirler bazen, Avrupa devletlerine karşı bir “Asya dayanışması” biçimi alıyordu. Bu konuda “Şura-i Ümmet” in Nisan 1905’de Rus-Japon savaşının sonucu üzerine yaptığı bir değerlendirme ilginçtir. Bu savaşı Japonya’nın kazanması, gazete tarafından “Avrupa’nın aç gözlülük ve fetih hareketlerinin durdurulmasında Asya halklarının gücünün kanıtlanması” şeklinde değerlendiriliyordu (231, s. 211).
Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürge durumuna değinen Jöntürkler’in bu durumun gerçek nedenlerini ve niteliğini hiç, ama hiç anlamadıklarını belirtmemiz gerekir. Bildiri, broşür, kitap, makale gibi Jöntürk yapıtlarını okurken, Osmanlı İmparatorluğu’nun öteki padişahları zamanında, ekonomik ve politik bakımdan emperyalist devletlere böylesine bir bağımlılık söz konusu değilmiş gibi gelebilir. Jöntürkler’in; Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürge durumuyla ilgili sorunları kavrayış ve bunları ele alışlarındaki dar görüşlülük; kuşkusuz, onların, Türk millî burjuvazisinin ekonomik ve politik çıkarlarının sözcüsü olarak, sosyal bakımdan güçsüz ve gevşek, politik bakımdansa olgunlaşmamış olmalarının bir sonucudur.
Emperyalist devletlerin ekonomik yayılmalarına karşı koyma, Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürge durumunu protesto fikirleri, Jöntürkler’in kafasında, ülke ekonomisinin çok yönlü ve bağımsızca gelişmesi için gerekli koşulların sağlanmasının zorunluluğu fikriyle birleşmişti.
Politik makale ve broşürlerinde dikkatlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nun şimdiki ekonomik durumunun eleştirisi üzerinde toplanan Jöntürkler, despot Abdülhamit yönetiminin, ülkenin ziraat, sanayi ve ticaretini yürekler acısı bir duruma getirdiğine işaret ediyorlardı. Abdullah Cevdet, “ülkede ne ticaret, ne sanayi ve ne de tarım kaldı” diye yazıyordu acı acı (97, s. 6). “Mizan”, “Meşveret”, “Osmanlı” ve öteki gazetelerinde Jöntürkler, birçok makalelerini, tarımın içler acısı durumuna, köylülerin yoksulluk ve acılarına ayırıyorlardı. “Meşveret”de, despot rejimin, emeklerinin tüm ürünlerini hükümete “terk ve teslim” eden köylüleri, insanların kölelik öncesi durumuna getirdiği belirtilerek, bunların yarı aç, yarı tok bir yaşam sürdürdükleri görüşüne yer veriliyordu (224, s. 525). Sabahattin, tüm toplumu kendi emeklerinin ürünüyle doyuran köylülerin herkesten, daha çok ezgi altında bulunduklarını yazıyordu. Sabahattin’in görüşüne göre, ziraatın gelişmesi, ekonomik ilerlemenin hareket noktası olmalıydı (91, s. 80-81).
Ancak, Jöntürk ideologlarından hiç birisi, toprak sorununun çözümüne yönelik açık, belirli önerilerde bulunmuyorlardı. Hem o denli ki, doğal bir vergi olan aşarın kaldırılması konusu bile, Jöntürk programlarında ancak, 1908 devrimine denk düşen günlerde görülebildi. İttihatçıların bundan önceki tüm pratik önerileri, despotizme son verilmesi ve bilimin yayılması gibi genel çağrılardan ileri gitmiyordu. Sabahattin yukarda da söylediğimiz gibi, ülkenin ekonomik ve sosyal sorunlarının çözümünü, “özel teşebbüs” terbiyesinde görüyordu. Jöntürkler’in, ülkenin ekonomik ve politik sorunlarının çözümünü ele alışlarındaki olağanüstü ılımlılıktan, her şeyden önce, feodal toprak ağalığıyla sımsıkı ilişkiler içinde bulunan Türk millî burjuvazisinin ne denli güçsüz ve cılız olduğu anlaşılmaktadır. Dikkate değer bir durum da, Jöntürkler arasında, işçi sınıfının durumu ve sorunlarıyle ilgilenmenin ilk belirtilerinin görülmeye başlamış olmasıdır. Bu konu ilk kez, Mayıs 1898’de “Osmanlı” sütunlarında ele alındı. Gazete, “İşçi sorununun çözümlenme zamanının yaklaşmakta olduğuna” okurlarının dikkatini çekiyordu, işçi sorununu doğuran nedenler arasında işsizliğin de bulunduğunu belirten yazar, işçi sorununun geleceğiyle, İnsanoğlunun yaşamının gelecekte uğrayacağı değişikliği birbirine bağlıyordu (231, s. 108).
Ancak bu tür düşünceleri içeren makalelerin “rastgele” olmak gibi bir durumları vardır. Öylesine, rastgele bir biçimde yazılıvermişlerdir. Jöntürkler’in büyük çoğunluğu, toplumsal olayların ve toplumsal ilişkilerin sınıfsal niteliğinin bilincinde olmaktan çok uzaktılar. Ahmet Rıza’nın bu konularda, Ogüst Kont’un pozitivizmine olan bağlılığı çok ilginçtir. Sınıflar savaşını yadsıma, pozitivist toplumsal gelişme kuramının temel taşıdır. Ahmet Rıza ve ittihatçıların ezici çoğunluğu ülkenin sorunlarının çözümünü, salt, toplumsal yaşamada bir “nizam” kurulması yolunda arıyorlar, reformlar aracılığıyle düzeltmeye çalıştıkları toplumun sınıflar mekanizmasını harekete geçiren başlıca güçleri bir türlü göremiyorlardı.
Gerçi Jöntürkler’in temel ideolojik özleri panosmanizmdi ama hareket içinde bazı militanlar, doğmakta olan “Türkçülük” akımına ilgi göstermeye başlamışlardı. Türk milliyetçiliği bilincine değgin ilk cılız ışığın belirmesi sonucu doğan bu akım, 1899-1900 yıllarında aynı adlı bir de dergi çıkaran “Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti”nin eylemlerinde tamamlanıp gösterildi. Bu örgüt, Türk halkının aydınlatılması ve milliyetçilik bilincinin uyandırılmasını amaç olarak saptamıştı kendine (152, s. 35).
Jöntürkler’in kafasındaki Türkçülük fikri, Türk kültürünün gelişmesi yararına oluşturulmuş bir fikirdi. Bu yararlılık sorununun görünümlerinden biri, Türk edebiyat dilini halk diline yakınlaştırmak için, onu “Türkçeleştirmek” için, “Yeni Osmanlılar”ın savaşını sürdürmeye çalışmaktı. Sezai Bey, “Şura-i Ümmet” sütunlarında halkça anlaşılır, arı bir dilin savunuculuğunu yapıyordu. Edebiyatçıları Türk ortaçağ edebiyatı yapıtlarındaki dili kullanmaktan vazgeçmeye çağırıyor ve bunu, Türk halkını aydınlatabilmenin en önemli koşulu olarak gördüğünü belirtiyordu (231, s. 201). Jöntürkler’in düşünsel yapıları içinde milliyet bilincine varıyor olmanın bir başka kıvılcımı da Anadolu’yla ilgili olarak titreşiyordu. Hatta bir grup Jöntürk, 1902 yılında Kahire’de “Anadolu” adlı bir de gazete yayınladılar. Gazete, Anadolu’dan; “Despotizmin boyunduruğu altındaki mübarek Anadolu”, “Koca Türkeli”, “Sevgili Küçük Asya”, “Mukaddes Vatan” gibi adlarla söz ediyordu (231, s. 201).
Yukardakilere benzer duygular, Jöntürkler tarafından yayınlanan imzasız bir broşürde de anlatımını buluyordu. Bu broşürde Anadolu, “geleceğin devleti ve milletinin umudu” olarak adlandırılıyordu. “İmparatorlukçu” görüşten, Anadolucu – Türk yurtseverliği görüşüne dönüşte, sonraları ulusal Türk devletinin kurulmasında baş rolü oynayan Türkçülüğün politik çizgileri belirmeye başlar.
Ali Kemal (Namık Kemal’in oğlu) başkanlığındaki bir grup Jöntürk, 1904 yılında Kahire’de “Türk” adlı bir gazete yayımladılar. Türkler’de ulus bilinci uyandıran makaleler yayınlanıyordu gazetede. Gerçi gazetenin yayımcısı Ali Kemal panosmanizmi savunan bir tutumdaydı ama Yusuf Akçura gibi, ilk planda Türklük bilincinin yükselmesi, ulusal kültürün oluşması gibi sorunları ileri süren yazarların yazıları da basılmaktaydı gazetede (152, s. 35; 231, s. 203-207).
Ulusal bilincin, Türklük bilincinin anlatım biçimi olarak Türkçülük akımları oluşa dursun, Jöntürkler arasında gerici bir akımın, pantürkizm akımının filizleri de yeşermeye başlamıştı. Örneğin, Askeri Tıbbiye’de oluşturulan ilk Jöntürk grubunun üyelerinden Hüseyinzade Ali, yazılarında pantürkist görüşlere yer veren -ve bunu yaparken de pantürkizme ilgi gösteren- tüm Türklerin birleşmeleri fikrinin propagandacılarından biriydi (231, s. 204). “Terakki ve ittihat Cemiyetinin Paris merkezine ait birtakım mektup-belgeler, 1906 yılında bazı Jöntürk militanlarının, Türkçe konuşan tüm halkların birleşmelerine değgin düşüncelerinin olduğunu göstermektedir. “Adriyatik kıyılarından Çin sınırına değin”, özünü; dil, din ve ulusal birliğin oluşturacağı, bu engin toprakların halklarıyla bir imparatorluk “vücuda getirme” düşüncesinden söz ediliyordu. Öyle bir tasarıydı ki bu, plâna göre Türkiye ve Türkler, egemen durumda bulunacaklardı. Dahası da var: Tüm Türkçe konuşan halkların hızlı ilerlemelerinin, ancak, Türkçe’nin İstanbul ağzının (şivesinin) benimsenmesiyle olasılık kazanabileceği belirtiliyordu (228, s. 209-210).
Jöntürk hareketinin ideolojik çözümlemesini yaparken, 1908 devrimine dek, hareket içinde pek az yandaş kazanmış olmakla birlikte, tek tek bazı temsilcilerin panislâmist görüşlere yakınlık duymadıklarını söyleyebilmek de elde değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, 1906-1907 yıllarında, “Terakki ve ittihat Cemiyeti” liderleri, öteki ülkelerdeki ve özellikle Rusya’daki Müslümanlarla temas kurmaya çalışmaktaydılar. Öteki ülkeler Müslümanlarıyle bu konudaki yazışmalarda, reformlarla yenilenmiş bir meşrutiyet Türkiye’sinin; Müslümanların, emperyalizme karşı özgürlük mücadelelerinin kalesi olabileceği görüşü ileri sürülüyordu. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin; Müslüman halkların demokratlaşma ve kültürel ilerlemelerinin merkezî olabileceği fikrinin de propagandası yapılmaktaydı (Bkz.: 228, s. 195-216; 216, s. 345-349).
“Jöntürkler’de 1908 devrimi öncesinde panislâmist görüşler” den söz ederken, emperyalist devletlerin doğudaki yayılmalarına karşı verilecek savaşta, “İslâm Birliği” fikrinden bir silah olarak yararlanılabileceği olasılığının -bu görünürdeki olasılığın- Jöntürk ideologlarının dikkatini çekmekte gecikmediğini de belirtmemiz gerekir. “Terakki ve İttihat Cemiyeti”nin Paris merkezinden Kafkasyalı bir grup Müslümana gönderilen bir mektupta kısaca şöyle denilmekteydi; “Hıristiyan Avrupa devletleri, ‘İslâm Birliği’nin sözünden bile korkuyorlar. Gerçekten de, düşmanlarımızın bu korkusu, Müslümanların birleşmelerinin ne denli gerekli olduğunun güzel bir kanıtı değil midir?” (228, s. 209). Panislâmîzme karşı iyiden olumsuz bir tavır alan Sabahattin bile, bir makalesinde, doğuda, tüm Müslümanların birleşme hareketini doğuran nedenin “dinsel fanatizm değil, Avrupa’nın adım adım yayılmasından duyulan hoşnutsuzluk”olduğunu belirtmeye gerek duyuyordu (241, s. 193). Bununla birlikte Sabahattin’in, Abdülhamit’in panislâmizmiyle, bu ilki arasına bir sınır koymayı gerekli sayması da ilginçtir. Türkiye’nin resmen “klerikal biçimi” seçmesinin, tüm Müslümanların birleşmeleri fikrine eğilimi olduğundan değil, “özgürlük düşmanları yüzünden” olduğunu yazıyordu Sabahattin (241, s. 193).
1908 devrimi öncesinde sosyo-politik ve ideolojik görüşleri genel çizgileriyle böyleydi işte Jöntürkler’in. Bu görüşlerin gözden geçirilmesi, Jöntürkler’in, temel ideo-politik tavırlarını ilk Türk meşrutiyetçilerinden aldıklarını ortaya koymaktadır. “Yeni Osmanlılar”ın eylemlerini sürdürerek, Jöntürkler, ılımlı bir burjuva-liberal reformizmi çizgisinde durdular. Ancak 1908 devrimi arifesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda devrim hareketinin genel tırmanma koşulları ve ortamı içinde Jöntürkler’in burjuva reformizmi, yerini yavaş yavaş burjuva devrimciliğine bırakmaya başladı. Bir başka önemli durum da, Osmanlıcılık temeli üzerinde, burjuva milliyetçi bir eğilimin ilk belirtilerinin ortaya çıkmasıdır.
Jöntürkler’in ideolojik yapılarının bir değerlendirmesi yapılırken, onların, reformlarla düzeltmeye çalıştıkları toplumun sosyal özelliklerini (mizacını) anlamaktan, çok, ama çok uzak olduklarını belirtmemek elde değildir. Tarihsel süreci idealist açıdan kavrama ve toplumsal olayların sosyo-ekonomik iç yüzlerini anlamamaları) Jöntürkleri doğal olarak, sosyo-ekonomik gelişmenin köklü sorunlarına değinmeden, olayların salt üst yapı niteliklerinin irdelenmesine götürdü.
Sosyal bazlarındaki sınırlılık ve cılızlıkla belirlenen sosyal ve politik hamlıkları, Jöntürkler’in, aynı zamanda ideolojik dağınıklıklarını ve herhangi ideolojik ya da politik özgün bir doktrin üretmekteki yeteneksizliklerini, göstermektedir. XIX. yy. sonları ve XX. yy. başlarındaki Jöntürkler’in daha çok Türkiye’nin politika alanında kendilerini gösterdikleri ve ülkelerinin toplumsal fikirler tarihinde, sayılır bir iz bırakamadıklarını söylemek daha doğru olur belki. Bununla birlikte, Jöntürkler’in sosyo-politik eylemleri; Türk millî burjuvazisinin politik bilincinin oluşmasına ve ideolojisinin şekillenmesine yardımcı olmuştur.
Notlar
1- Sabahattin’in bu fikirleri, Jöntürk devriminden sonra Türk toplumsal yaşamında “meslekçiler” adlı bir düşünce akımının doğmasına yardım etti. (Bkz.: 158, s. 34).
2- Gerçeklik duygusunu o denli yitirmiştir ki Mehmet Murat, Hristiyanları, bir İslam kurumu olan hilâfeti güçlendirmeye çağırmaktadır.
Yuriy Aşatoviç Petrosyan, “Sovyet Gözüyle Jöntürkler”, Bilgi Yay., Ankara-1974.