Asıl mesleği doktorluk olan Giorgios Nakracas, akciğer hastalıkları klinik şefidir ve Selanik doğumlu olup, geçmişte Merkez Birliği Partisi gençlik kollarının yönetici kadrosunda yer almıştır. “Bugünkü Yunan, Bulgar ve Türklerin yakın soy akrabalığı” konusunda ilginç araştırmalar içeren iki kitap yazmıştır.
Özdemir İnce 10 Aralık 2004 yılında Hürriyet Gazetesi’nde yazdığı “Irk başka ulus başka” başlıklı makalede, Georgios Nakracas’ın kitabını şöyle değerlendiriyordu:
“On yıl kadar önce bir gazetede okumuştum. İsparta’nın Ağlasun ilçesine yakın bir yerde arkeolojik kazı yapılıyormuş.
Mutfak olduğu tahmin edilen bir yerde bir iskelet bulunmuş. Kuşkusuz normal bir durum değil. Cinayet kurbanı olabilir iskelet. Kazıda çalışan köylüler, senin deden, senin amcan, senin dayın diyerek kendi aralarında şakalaşıyorlarmış. Bu şakalaşmadan ilham alan yabancı arkeolog, kazıcı köylülerin kan örnekleri ile iskeletten küçük bir örnek alarak DNA değerlendirmesi için kendi memleketine göndermiş.
Gelen sonuç: 2000 yıllık iskelet, köylülerin yarısının çok yakın akrabası, geri kalanlarının da akrabası… Bu sonuca bozulmuş köylüler. “Hindi biz Yonan mı olduk!” diye karşı çıkmışlar.
***
Dr.Georgios Nakracas “Anadolu ve Rum Göçmenlerinin Kökeni” (Belge Yayınları, 2003) adlı kitabında Yunan tarihçiliğinin ve milliyetçiliğinin bir hurafesini yıkmaya çalışır: “Anadolu Rumları, üç bin yıllık süreklilik içinde eski Grek kolonicilerinin, İonların katışıksız torunlarıdır ve bunlar Yunan ulusal bilincini değiştirmeksizin 1922’ye kadar korumuşlardır.” O, bu düşüncenin gerçekdışı bir hurafe olduğunu söyler.
Dr.Georgios Nakracas bu tezin tutarsızlığını kanıtlıyor kitabında. Onun görüşü şöyle:
- Yunan koloniciler bundan 3 bin yıl önce Anadolu’ya gittiklerinde (geldiklerinde) bu topraklarda Hitit, Frig, Kimmer, Lid halkları ve Anadolu’nun öteki halkları yaşamaktaydı.
- Grek koloniciler batıdan başlayarak Anadolu içlerine doğru kendi dillerini öğrettiler. Grekçeyi öğrenen yerli halklar eski Grek tanrılarına tapmaya başladılar. Sonra Hıristiyan oldular.
- Anadolu’nun Karadeniz kıyıları ile doğusunun yerli halkı (Kelkitler, Kaldeliler, Makronlar, Kalibler,vb.) Grekçe İncil okuyarak Hıristiyanlaştılar. Dolayısıyla Rumca öğrendiler.
- Roma İmparatorluğu, MS.395 yılında Batı ve Doğu Roma olarak ikiye bölündüğünde, Doğu Roma yöneticileri Latince ve Roma vatandaşı olan çok etnisiteli halk da Rumca (Hellenistik Koloni Grekçesi) konuşuyordu.
- 1071 yılında Anadolu’ya geldiklerinde nüfusları 500 – 750 bin arasında kabul edilen Türkler, karşılarında soy bakımından Grek olmayan ama Rumca konuşan Hıristiyan nüfus buldular. Bu nüfusun 5 milyon dolaylarında olduğu kabul ediliyor.
İşte bu nüfusun yüzde 75-80’i ile öteki Hıristiyan nüfusun önemli bir bölümü 200-250 yıl içinde İslâm dinini kabul ederek Türkçe öğreniyor.
***
Dr.Georgios Nakracas’ın tezinin Türkleri de ilgilendiren bölümü böyle. Dr.Nakracas, Anadolu Rumluğunun Hellenizmle hiçbir ilişkisi bulunmadığını kanıtlarken Anadolu Türklerinin önemli bir bölümünün de tarihini yazmış oluyor:
“…bölgelerde yaşayan gerek Müslümanlar, gerekse Hıristiyanlar (Rumlar), ezici çoğunlukla sözü edilen eski halkların torunlarından başkaları değildir. Bu halklar, İustinianus döneminde Romalılaşmış ve devamında Hıristiyanlaşmışlardır…” (S.205)
“Fransız İhtilali, 18.yüzyıl Avrupasına milliyetçilik ideolojisi getirdi. Anadolu halk kitlelerini 19.yüzyıl ortalarında etkilemeye başladı ve bunun sonucunda Ortodoks Hıristiyanlar Hellenleştiler, Müslümanlar da Türkleştiler. Gerçekte burada sıkı sıkıya akraba bir soy mozayiği söz konusudur ve bunun ne Eski Yunanlılar ne de Türkmen akıncılarla herhangi bir ilişkisi vardır.”(S.205)
***
Lozan Antlaşması’ndan sonra Mübadele’de eski Yunan kolonizatörlerinin ve eski Anadolu halkının Hıristiyanlaşan (Rumlaşan) bölümü Yunanistan’a gitti; Müslümanlaşan (Türkleşen) bölümü ise Anadolu’da kaldı.
Evet, Dr.Nakracas, Anadolu Rumluğunun Hellenizmle hiçbir ilişkisi bulunmadığını kanıtlarken Anadolu Türklerinin önemli bir bölümünün de tarihini yazmış oluyor.
Tarihi ve tarihteki insan hareketlerini iyi anlamak için soy (etnisite) ile ulus kavramlarını birbirinden ayırmak zorundayız. Tarihsel zaman içinde hiçbir soy sürekli değildir. Günümüz Yunan milliyetçileri Antik Yunan’ın süren devamı olduğunu ileri sürerler. Oysa Alman tarahçi Jacob Philip Fallmerayer’e göre eski Yunan soyu kaybolmuş onun yerini Slavların ve öteki budunların bir karışımı almıştır.
Günümüzde artık hiçbir ulus eski atalarının torunları (“arkeon imon progonon”) değil!
Ege’nin batı yakasında Müslüman Anadolu Türklerinin önemli bir bölümünün Hıristiyan kuzenleri yaşamakta. Bunu iki tarafın da bilmesinin hiçbir sakıncası olmadığı gibi sayısız yararı var!”
Türkçeye de çevrilen “Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni: 1922 Emperyalist Yunan Politikası ve Anadolu Felaketi” adlı kitabında yer alan önsözü ve çeşitli mektup, yazılarının bir derlemesini sizlerle paylaşıyoruz.
Halk Sahnesi Oyuncuları
Bundan yirmi yıl kadar önce ulusal kimliğimize ilişkin konular üzerinde kalem oynatmaya başladığım zaman, amacım ve iddiam, tek Ulus, tek Soy, tek Din üçlemesiyle dile getirilegelen ulusal ideolojimizi yeniden belirlemekti. Kesinlikle gerekliydi bu. O dönemde ülkemizde korkunç bir ideolojik sessizlik hüküm sürüyordu, her depremden önce görülen sessizlik gibi. Bugünkü ideolojik sarsıntılar, en taşkın düş gücünü bile aşan ve zemin ve zamana uymayan olaylar gibi görünse de, nisbeten kolay açıklanabilir.
Yeni Yunan Ulusu, çağdaş her Avrupa ulusu gibi, ideolojik olarak kendiliğinden ortaya çıkmadı. O da, Fransız İhtilaliyle gelişen Avrupa Aydınlanma Akımının politik-ideolojik bir ürünüydü.
Milliyetçilik ideolojisi, ilk ortaya çıktığında, Avrupa Aydınlanma Akımının elinde teokratik ve feodal toplumsal rejimlere karşı savaşımda ve erkin Allah’ın inayetiyle hüküm süren kraldan demokratik yolla seçilmiş parlamentoya geçişinde kuramsal bir silah olarak iş gördü.
Fransız İhtilalinden önce, Yunanistan’ın anakara kesimindeki nüfusun çoğunluğu, belirgin ulusal kimlikler olmaksızın, Arnavutça, Ulahça ve Slavca konuşan sakinlerden oluşuyordu. Yunanca konuşan sakinlere gelince, onların da büyük bir oran sırasıyla Flamanların, Katalanların, İtalyanların, Fransızların, Almanların, Mora Slavlarının, Yahudilerin v.s. Hellenleşmiş torunlarından oluşuyordu. Eski Yunanlıların torunlarına da yer yer rastlanıyordu; örneğin, Çakon’larda (1) ve Patra’daki ve Argos bölgesinin batısındaki kimi kalıntılarda olduğu gibi.
Bu olay, elbette, olumsuz bir saptama değildir ve salt Yunanistan’a özgü bir durum da değildir. Zira böylesi, tüm Balkan bölgeleri ve genel olarak bugünkü tüm Avrupa ulusları için geçerlidir.
Yeni Yunan ulusal kimliğini, Avrupa Aydınlanma Akımının etkisi altında kalarak, Diaspora Ortodoks Rumlarının orta kentsoylu sınıfından gelen çocukları yarattılar özellikle. Onlar, Fransa’da veya Almanya’da eğitim görürken etkilenmişlerdi bu akımdan. Başlıca örnek, Ulah kökenli Rigas Fereos’tur. (2) Eski Yunanlılar, Yunanca konuşan ve Yunan uygarlığını kabul eden herkes Yunanlıdır diye dahice bir ideolojik tutum benimsemişlerdi. Yeni Yunanlılar ise, Alman Romantizminin etkisi altında kalarak, tek Ulus, tek Soy, tek Din üçlemesiyle dile getirilen ulusal bağdaşıklık ilkesini benimsediler. Ulusal bağdaşıklık ilkesi, düşünen hayvanlar olan insanlara kolay uygulanamaz. Böylesi, ancak veterinerlikte başarıyla uygulanabilmektedir.
Yunan devleti kurulduğunda, Yunanlı propagandistler, Makedonya’daki Bulgar emellerini savmak amacıyla, eski atalarımızın zaman içinde değişmez sürekliliği kuramını uygulayarak, hem kendilerini hem de Slavca konuşan Makedonyalıları eski Makedonların ve Büyük İskender’in torunları olduklarına inandırdılar. Bu ideolojik sapıklığın yan etkileri hem onlarda hem de bizde bugün bile açıkça görülmektedir.
Söz konusu ideolojiyi soğukkanlılıkla irdeleyince, eski Yunan, eski Bulgar ve eski Türk soylarının zaman içinde değişmez sürekliliğinin geçerli olmadığı sonucu kolayca ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, Ortodoksluğun Yeni Yunan kimliğiyle asla özdeşleşmediği sonucu da çıkmaktadır. Nedeni çok basit: Ortodoks Milleti diye adlandırılan toplum, sonradan ayrılan Rus, Bulgar, Arnavut, Sırp, Makedon, Rumen ve Yunaklardan oluşuyordu. Romalıların veya Rumların o dönemdeki Milletbaşı ve İstanbul Patriği, kendi ayrıcalıklarını korumak için, 1821 Yunan İhtilalini aforoz etmiş ve her çeşit ilerici toplumsal hareketi engellemeye çalışmıştır. Benzeri olaylar, bazılarınca Korais’in (3) kaleme aldığı iddia edilen 1803 tarihli Yunan Vilayeti başlıklı yapıtta ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.
Yeni Yunan devleti istikrar kazanınca, Yunanlı aydınların ideolojik dağarcığı Megali İdea hayaliyle daha da zenginleşti. Bir ideoloji ki, kaçınılmaz bir biçimde 1922 Anadolu Felaketine yol açacaktı. Ulusal bağdaşıklık politikası ile Megali İdea ideolojisinin birlikteliği 1913’te en trajik biçimini aldı. Yunan ordusu, bugünkü Kılkış ilini işgal ettiğinde, Slavca konuşan Makedonlardan oluşan il nüfusunun %90’ını yok etti veya Bulgaristan’a sürdü.
Önceleri ilerici bir ideoloji olan milliyetçilik, çirkin olan öbür yüzünü de, hoşgörüsü olmayan veya farklı olanı yok eden yüzünü de göstermeye başlamıştı. Bu ideolojinin sonucu olarak, çokuluslu feodal Osmanlı devletinin yerini milliyetçi gerici devletler aldı. Bu olay, Balkanlar’da çeşitli savaşlara yol açtı, bölge toplumlarını göçlere sürükledi ve ulusal azınlık topluluklarını yok olmaya mahkûm etti.
1919’da Türk ulusal bölgesinin Yunan ordusu tarafından istila edilmesiyle, Anadolu Rumluğunun geleceği dramatik bir boyut kazanıyor, bunun yanısıra Türk ulusunun varlığı da tehlikeye giriyordu. Türk ulusu ki, Anadolu Seferinin de yarattığı tehdit sayesinde, Kemal Atatürk tarafından yeni oluşturulmaya başlıyordu.
Papanastasiu (4) gibi kişilerin akılcı görüşlerine, pek tabiî, kimse kulak asmadı. Anadolu Felaketinden yıllar önce tanınmış sosyalist lider görüşlerini şöyle dile getiriyordu: “Gerçek özgürlük, ulusal eşitlik ve dayanışma yolu, Türkler için olduğu kadar Türkiye ‘de yaşayan Hıristiyan halklar için de tek kurtuluş yoludur; onları yüksek bir yaşam düzeyine çıkaracak tek yoldur. Bu halkların yüksek çıkarları, ulusal megalomanilerini ve istilacı emellerini terkedip, Türkiye’ye gerçek özgürlüğün yerleşmesi için insani çabalara katılmalarını gerektirmektedir.”
Anadolu Seferinin ideolojik tabanını oluşturan Megali İdea ideolojisini yasallaştırmak amacıyla çeşitli söylenceler uydurulup yaygınlaştırıldı. Sözgelimi, İonya Hellenizminin 3.000 yıllık bir süreklilik içinde o bölgede hep var olduğu ve Türklerin Anadolu’da bir azınlık nüfusu oluşturdukları gibi. Bugün bile milliyetçi çevreler kurtarılmamış vatanlardan söz etmekte ve bazı siyasiler Hellenizm alanının daha çok daralmasına müsaade edilmeyeceğini açıkça ilan etmektedirler. Bu görüşler, tarihî dayanakları konusunda birçok kuşkular doğurmaktadır.
Elinizdeki bu çalışmanın amacı, Pontus, Aydın vilayeti ve genel olarak Anadolu’nun batı kıyısı Rumlarının gerçekte ne ölçüde nüfus çoğunluğunu oluşturduklarını ve ne ölçüde o bölgelere 3.000 yıldan beri yerleşik olduklarını araştırmaktır.
Ülkemiz, mutlu koşulların sonucu olarak Avrupa Birliği’nin tam üyesi olan tek Balkan ülkesiyken, Yunan toplumu bu günlerde Yunan hükümeti ile yerel Ortodoks Kilisesi Papazlar Sınıfı arasında çoktan tarihe karışmış olması gereken bir çatışma yaşadı.(5)
Hristodulos ve Kallinikos’un (6) halk önünde dile getirdikleri görüşler, birçok ideolojik sapmaları açığa vurdu. Birincisi şöyle bir açıklama yaptı: ‘‘Allah tarafından bana verilen emir önde yürümek, sizin de göreviniz ben dini liderinizin peşinden gelmektir.” İkincisi ise daha da ileri giderek şu inanılmaz şeyleri savundu: “Fransız Aydınlanma Hareketi Fransa’yı nasıl felakete sürüklemişse, Yunan Aydınlanma Hareketi de Yunanistan’ı aynen felakete sürükleyecektir.” Yerel Ortodoks Papazlar Sınıfının ortaçağa özgü bu teokratik görüşleri, günümüzden 250 yıl önceki eski dönemlerde belki olağan karşılanırdı. Fakat Avrupa Aydınlanma Felsefesi bu görüşlere karşı savaşmış ve galip gelmiştir.
Yerel Ortodoks Papazlar sınıfı başta olmak üzere Yeni Yunan toplumunun bir bölümü teokrasi bağlarından hâlâ kurtulamadığı için, yukarıda sözü edilen ideolojik çatışma, ulusal ideolojimizin yeniden belirlenmesi konusunu ivedilikle gündeme getirdi. Bizans İmparatorluğu ile onun ardılı Osmanlı İmparatorluğundaki teokrasi, Avrupa halklarına yüzyıllar boyu çile çektirdi ve feodal sistemi ve onun yanısıra kilise topraklarının kutsal kulları diye güzelsenmiş bir adla rençperlerin köleliğini kutsadı. Avrupa Aydınlanma Akımı, işte bu teokrasiye karşı mücadele etti ve başarılı oldu. Çağdaş Yunan ulusu da varlığını bu akıma borçludur.
Umarım ki elinizdeki bu çalışma, elbette olanakları çerçevesinde, bazı görüşlerin ve uyduruk tarihî söylencelerin aydınlanmasına ve düzeltilmesine katkıda bulunur.
Eylül 2000
Zora Gökkuşağı Partisi (7) Yayın Organı
Serbest Kürsü
Aşağıda, kendimizden yorum katmadan, araştırmacı Georgios Nakracas’ın 6 Mart 1994 tarihli “To Kiriatiko Vima” gazetesinde çıkan M. Ploritis imzalı makaleye yanıt-mektubunu yayımlıyoruz. Nakracas yanıtını dergimize kendi gönderdi.
Aşağıdaki mektup, bugüne dek “To Vima” gazetesinde yayımlanmamıştır. M. Ploritis’in de susmayı yeğlediği anlaşılmaktadır.
Georgios Nakracas
Sayın Marios Ploritis’e (8)
“To Vima” gazetesi
Rotterdam, 16-3-1994
Sayın Marios Ploritis,
6 Mart 1994 tarihli “To Kiriatiko Vima” gazetesinde yayımlanan “Namevcut… Yunanistan, Alman hezeyanı ve Yunan uykusu” başlıklı makaleniz, Almanlardaki Yunan düşmanlığına karşı tepki göstermesi için Yunan aydınlarına yaptığınız bir çağrıyla son buluyordu.
Ancak kanımca makalenin en önemli noktası, Fallmerayer’le ilgili şu yazdığınızdır: “Kitaplarında… Eski Yunan soyunun kaybolduğunu ve onun yerini Slav ve başka budunlardan bir karışımın aldığını iddia eden o pek ünlü Alman tarihçi Jacop Philipp Fallmerayer’in saçmalıkları hortlatılıyor.”
Yukarıdaki tümcenin içeriği, halkımızın kaçınılmaz olarak itildiği ussal tıkanıklığın büyüklüğünü örnek olacak bir biçimde göstermektedir. Bir halk ki, tek ulus-tek soy kuramının desteklenmesi amacıyla yürütülen yorucu ve uzun süreli bir propagandadan sonra Çağdaş Yunanlıların Eski Yunanlıların torunları olduklarına ilişkin gerçekdışı söylenceye cidden inanmaya başladı.
Konstantinos Karamanlis’in Mitterand’a gönderdiği mektup -Karamanlis orada (E.Y.) Makedonya Cumhuriyetinden “budunsal bir yamalı bohça” diye söz etmektedir- Yunan halkının soy bakımından, dolayısıyla budun bakımından da “arı” olduğu zihniyetinin en resmî bir kanıtını oluşturmaktadır.
Çağdaş Yunanlıların Yunan olmayan kökenlerine değinen her tarihçi veya bilim adamı dürüstlüğü, yurtseverliği ve bilimsel yeterliği konusunda korkunç ve çoğu kez edep sınırlarını aşan bir yerginin hedefi olmaktadır.
Fallmerayer, Bizans Trabzon İmparatorluğunu yeniden keşfeden tarihçidir ve bu başarısı yüzünden hiçbir Yunanlı tarihçi veya gazeteci ona “hortlatma” gibi bir suç yüklemedi.
Çağdaş Yunan halkının ulus oluşumu sürecini ilk araştıran Fallmerayer ilgili yapıtında aşırılıklara kaçmışsa da, yazılışının üzerinden 140 yıl geçtiği halde bu yapıtın bilimsel tartışmalara konu olmaya devam etmesi, onun sağlam bir altyapıya sahip olduğunu göstermektedir.
Fallmerayer gerçekte önemsiz bir tarihçiyse, o zaman mantıklı düşünen her insanın şunu sorması gerek: Peki o zaman nasıl oldu da “böyle” bir tarihçiyi Atina Üniversitesi kendi içinde bir edebiyat kürsüsünün başına getirmek istedi? Fallmerayer bu kürsüyü kabul etmemiştir.
“Ulus” kavramının “soy” kavramıyla hiçbir ilişkisi olmadığı beliti, “Yunan soyunun sürekliliğine” ilişkin gülünç kuramda manevî bir sığınak bulmaya devam eden Yunanlı aydınların büyük bir bölümünce hâlâ özümlenmiş değil.
Batı Avrupa halklarının aydınlar sınıfı, eski Yugoslavya’nınki tabii istisna olmak üzere, “arkeon imon progonon = eski atalarımızın” torunlarıyız diye düşünebilecek bir Avrupa halkının bulunmadığını çok iyi bilmektedir; böyle düşünceler Avrupa’da alaylı gülüşlerle karşılanmaktadır.
Örneğin, eğitimli Almanlar, Ortaçağda Lubeck’te ve daha batıda Hamburg’un banliyölerine dek Slavca konuşulduğunu çok iyi bilmektedirler; eski Doğu Almanya’daki bugünkü Almanların büyük bir oranının Almanlaşmış Slavlardan oluştuğunu da bilmektedirler ve bu olguyu, “millet düşmanı” olarak nitelendirilmek tehlikesiyle karşılaşmadan kitaplarında dile getirebilmektedirler.
Alman mediasının Yunanistan’a karşı çoğu kez yakışık almayan ağır sözlerle tepki göstermesini yadırgamamalıyız; Yunan basını değil de, diplomasimizin başı Almanya’yı, dolayısıyla Alman halkını, resmen “küçük çocuk beyinli dev”, yani geri zekâlı olarak adlandırırken ve sonra iktidar koltuğunda kalabilmek için milyonlarca televizyon seyircisi önünde Alman hükümet temsilcisinden küçülerek özür dilerken. (9)
Makalenizin bir başka yerinde “sivri zekâlı” olarak adlandırdığınız Weithmann’a şu okkalı soruyu yöneltiyorsunuz: “Sivri zekâlı Weithmann’a gelince, ona şu basit şeyi sormaya cesaret ediyoruz: Türk egemenliği altındaki Yunanistan sakinleri… sürekliliği kesilmeden bildikleri Yunan dilini tümüyle korurlarken ne idiler, Slav mı, Arnavut mu?”
Sayın Ploritis; Yunan dilinin zaman içinde sürekliliğine ilişkin görüşler de yüzeysel bir söylenceden başka bir şey değildir. Bunu kanıtlamak çok kolay; şu olayı anlatmakla yetinelim: Attika-Boiotia ile güney Eyboia’nın çağdaş Yunan nüfusu (Theba, Atina, Megara ve Karystos kentleri hariç) 1885’lere dek yalnızca Arnavutça konuşuyordu. Theba ve Atina’nın Arnavut kökenli olmayan nüfusu da, bibliyografya bilgilerine göre, büyük ölçüde Katalan (İspanyol), İtalyan ve Fransız kökenliydi.
Korinthia, Nauplia ve Troizenia’daki çağdaş Yunan halkının büyük bir bölümü de Arnavut kökenlidir ve bir kesimi bugün bile Arnavutça konuşmaktadır. Bu olay, halkın ulusal bilincinde en küçük bir yanetkiye yol açmamaktadır.
Tarih bilginizi tamamlamak üzere şunu da söyleyeyim: BizanslI gezgin Kananos’a göre, 1418’de Zygos’ta (Dış Mani), yani Oitylos ile Kalamata arasındaki bölgede, Slav dili konuşuluyordu. Bu bölgedeki Manililerin Melig Slavlarının torunları olduklarını, uluslararası bibliyografya olduğu kadar Politis ve Zakinthinos da kabul etmektedir.
Söz konusu makalenizde 10 Şubat 1994 tarihli “Ekonomikos Tahidromos” dergisinde yayımlanan ve Alman mediasının Yunanistan aleyhindeki “korkunç ve acımasız bibliyografyasını” konu alan Almanyalı 90 Yunanlının mektubuna da değiniyorsunuz.
Almanyalı 90 Yunanlı, Alman profesör M. Weitmann’ın “Der ruhelose Balkan; Die Konfliktregionen Suedost-europas” başlıklı kitabı konusunda “Bu kitapla yanlış bilgilendirme girişimi bütünlenmiş oluyor” diye yazıp, Weitmann’ın bu “rezil kitabının” yasaklanması için Yunan kültür mercilerini harekete geçmeye çağırıyorlar.
Almanyalı 90 Yunanlı Avrupa’nın ortasında yaşadıkları halde, Yunanlıların düşük kültürlü tabakasına özgü refleksleri hâlâ sürdürüyorlar. Buna göre, resmî propagandadan değişik görüşler dile getiren her yazı veya kitap yasaklanmalı ve yazarı mümkünse hapse atılmalıdır.
Yunanistan’a özgü benzeri bir davranışa taze bir örnek olarak Vasilis Rafailidis olayı (10) gösterilebilir; ona verilen 7 ay hapis cezasını, Avrupalı ve Amerikalı aydınların kampanyasından sonra Yunan Meclisi iptal etmek ZORUNDA KALDI.
Mektuplarının bir başka yerinde Almanyalı 90 Yunanlı, Witmann’ın kitabından söz ederken şunları yazıyorlar: “Kitap, Makedonya’daki Yunan egemenliğini ve bugünkü statükoyu devirmeye heveslenen herkesin eline kuramsal ve “bilimsel” bol kanıt veriyor, çünkü yetmiş yıldan beri “Makedonların” zorla Yunanlaştırıldıklarını kötüleyici sözlerle anlatıyor.”
Almanyalı 90 Yunanlı, Yunanistan’da çeşitli azınlıkların kültürel kimliklerini zorla değiştirmeye yönelik çabalar olmadığı izlenimini uyandırarak, bizi yanıltmaya çalışıyorlar.
Türklerin İstanbul Rum Azınlığına ve Bulgarların Dobruca Türk Azınlığına karşı takındıkları tavrın yanı sıra, size anımsatmak isterim ki, Yunanistan da benzeri olayların dışında kalmamıştır.
Yunanistan, Yargıtay kararıyla Trakya Müslümanlarının Türk olarak adlandırılmalarını yasaklamış bulunmaktadır ve Müslümanların kendi kültürel kimliklerinin kendilerince belirlenmesine ilişkin istemleri hiç göz önüne alınmamıştır. Aynı Yunanistan, kültürel kimliğini Yunan kimliğiyle özleştirmeyen bir Slav Makedon kesiminin bulunduğunu kabul etmemektedir. Yine aynı Yunanistan, güney Arnavutluk’taki (Kuzey Epir) Hellen Azınlığının hakları için ve başka her azınlığın hakları için yırtınıp durmaktadır, tabiî Türk ve Slav kökenli Yunan uyruklular istisna.
Sayın Ploritis; Yunanlı aydınların, içinde bulundukları korkunç tıkanıklıktan çıkıp, ülkemizin siyaset ve din adamlarına, barış uğruna bu hemşerilerimize iyi davranmamız ve sempati göstermemiz ve Yunan vatandaşları olarak onlara kendi özel kültürlerini devam ettirme fırsatı tanımamız gerektiğini anlatma zamanı gelmiş değil midir?
Kuzey Yunanistan’daki Slav Makedon ve Türk hemşerilerimizin özel kültürlerini devam ettirmeleri, onların irredantist çevrelerin kurbanı olmaktan ve böylesi bir siyasî gelişmenin yol açacağı trajik sonuçlardan kurtaracak koşulları da sağlamış olacaktır.
Biz göçmenler, daha doğrusu atalarımız, 1922’de Yunan siyasî liderlerinin irredantist yayılmacılığının korkunç faturasını ödeyen başlıca azınlık örneğiyiz. Sakarya’daki “dahiyane” askerî macerasıyla Yunan Ordusu bizi evlerimizden, servetlerimizden, haysiyet ve şerefimizden “kurtardı” ve dilenciler olarak anakara Yunanistan’ına götürdü. Aynısı dört yıl önce Bulgaristan’daki Gagavuz Türklerinin başına geldi.
On beş günlük O POLİTİS
25 Eylül 1998 Cuma, sayı 56
(Carneigie Rapport’da içerilen kanıtlara göre)
1913’te Bulgar ordusunun Doksato’da ve Yunan ordusunun Kılkış’ta işledikleri
Soykırım Cinayetleri
G. Nakracas
Yunan ordusunun 1913 Kılkış zaferi ile Makedonya’nın bu bölgesinin Türklerden kurtuluşu münasebetiyle ülkemizde her yıl görkemli kutlamalar olur Bulgar ordusunun 1913’te Drama’nın Doksato köyünde işlediği soykırım cinayeti aynı resmiyetle her yıl lanetlenir.
Bu yıldönümleri çerçevesinde Yunan ordusunun Kılkış’taki Slavca konuşan Makedonlara karşı davranışını bir anıştırmaya bile asla gidilmemiştir. Makedonlar ki, Türklerle birlikte, bölge nüfusunun neredeyse tümünü oluşturuyorlardı.
Selanik’teki Makedonya Mücadelesi Müzesinin tarihçileri tarafından bu yakınlarda yayımlanan bir çalışmada, Selanik Britanya Konsolosunun 1914 tarihli bir mektubundan şu bölüme yer veriliyor: “Balkan halklarından her biri, kendi devleti içinde komşularının yandaşlarını tenkil eder ve dünya önünde haklı çıkmaya çalışır; kendisi için Avrupa’nın sempatisini kazanmayı ve komşularının Avrupalılar tarafından kınanmasını amaçlar ve bunu Avrupalıların dikkatini yüksek sesle komşularının eylemlerine çekip, kendi eylemlerini gizleyerek yapar.”
Yunan sözcük dağarcığında “özeleştiri” neredeyse bilinmeyen bir sözcüktür. Oysa yakın ulusal tarihimizle ilgili resmî tarihçilerimizin yapacakları içtenlikli bir özeleştiri ve bunun yanısıra Yunan hükümetinin gerektiği yerde dileyeceği bir özür, halkımızın manevî bakımdan arınmasına yardımcı olabilir ve böylelikle gelecekte aynı hataların işlenmesinden kaçınılabilir. Bunun yerine, gerek resmî tarihçilerimizden bazıları gerekse yetkili politikacılardan bir bölümü bugün bile “Üsküp Kıptilerinden” söz etmekte, başpiskopos Hristodulos Cumhurbaşkanının huzurunda “barbar Türklere” değinmekte ve içeriğinde “küfür” anlamına gelen Bulgar sözcüğü bulunan kitaplarla ilgili mahkemelerden yasaklama kararları çıkmaktadır.
İşte bu düşünceler, tarihçi olmadığım halde, arzuları hilafına kendilerini Yunan devletine ilhak ettiğimiz kişilere karşı bizim de ne ölçüde uygarca davrandığımızı saptamak üzere beni Carnegie Rapport’u incelemeye şevketti.
Doksato ve Kılkış bölgeleriyle ilgili Carnegie Rapport bize şu bilgileri vermektedir:
1913’te Doksato’da 2.700 Hellen sakin ve 270 ev vardı. Doksato, komşu iki köyle birlikte, neredeyse tümüyle Türk nüfusun ikamet ettiği bir bölgede tek Hellen yöresiydi.
Bulgarlar, Yunan tarafının da resmî bilgilerine göre, tarif edilmez bir barbarlık göstererek, 500 kişiyi katledip, neredeyse tüm binaları da ateşe verdiler. Felaketten sonra yalnız 30 ev ayakta kalmıştı.
Carnegie Rapport’da Drama’nın Bulgar valisi Dobrev ile katliamı yapan askerî birliğin komutanı Sofroniev’in uluslararası bir komisyon tarafından alınan ifadeleri var.
Dobrev ifadesinde şunları söylemektedir: “8 Temmuz 1913 tarihinde Bulgar ordusu Kavala’yı terketmek zorunda kaldı; gerilediği sırada Doksato köyü dışında silahlı Rumlar bir Bulgar süvari erini öldürüp, bir İkincisini de yaraladılar. 10 Temmuzda 30 erden oluşan bir Bulgar birliği, asayişi sağlamak üzere Doksato’ya girmek istedi; bu askerî müdahele silahlı Rumların açtığı ateşle püskürtüldü. 11 Temmuzda bölgeye 2 süvari bölüğü, 2 piyade bölüğü ve 4 toptan oluşan Bulgar kuvvetleri gönderildi ve asayişi sağlamak ve Bulgar ordusunun güvenlik içinde gerilemesi için gerekli koşulları hazırlamak amacıyla Doksato’yu kuşattı. Birkaç top ateşinden sonra 500 silahlı Rum ile sivil ahalinin bir bölümü kaçmaya başladı ve Bulgar süvarisi onların peşine düştü. Özellikle Bulgaristanlı Müslüman Pomaklardan oluşan Bulgar piyadesi Doksato’ya girip, orada 300 kişiyi öldürdü ve birçok evi yaktı.”
Sofroniev’in ifadesinde şunlar var: “13 Temmuz tarihinde Doksato dışında silahlı Rumlarla bir çatışma oldu. Bu çatışmada 150, belki de 300 silahlı Rum ile 14 Bulgar öldürüldü. Daha sonra Sofroniev Doksato’dan ayrılarak, orada Bulgar piyadesine ait Bulgaristanlı Pomaklar ile silahlı yerli Türkleri bıraktı; ne yaptılarsa onlar yaptılar ve olup bitenler konusunda kendisi orada bulunmadığı için hüküm veremiyordu.”
Komisyon, Sofroniev’in söylediklerinin gerçeği yansıtmadığını, yani çatışmanın ve 300 silahlı Rumun öldürülüşünün Doksato dışında gerçekleşmediği kanısındadır. Zira aslında gayrinizami bir grup olan 300 asker, Bulgar süvari ve piyadesinin 4 topla takviye edilen büyük gücü karşısında esaslı bir direniş gösterecek durumda değildi.
Uluslararası komisyonun çıkardığı vargı: “Doksato katliamının Bulgarlar tarafından değil de, Türkler tarafından yapıldığı sonucunu çıkarmakta tereddüt etmiyoruz.”
Sofroniev kuşkusuz yalan ifade vermiştir. 300 silahlı Doksato içinde ve kendisi orada bulunduğu sırada katledilmiştir ve oradan ayrıldıktan sonra gerek Bulgar askeri Pomaklar gerekse Bulgar ordusunca silahlandırılmış yerli Türkler, silahları alınmış Rum gerillacılara ve Doksato’nun sivil ahalisine karşı korkunç zulüm eylemlerine girişmişlerdir.
Komisyonun “katliamı Bulgarların değil de Pomakların yaptığı” vargısına gelince, şunu söylemek gerek. Böyle bir vargı gerçek olabilir, ancak ahlâken tamamen kabul edilmez bir vargıdır. Pomaklar Bulgar askerleriydi ve eylemlerinin sorumluluğunu hem komutanları hem de askerî birliğin ait olduğu ülke taşımaktadır.
Yunan ordusunun 1913’teki barbarlık eylemlerini araştırmak, uluslararası komisyon için daha az yorucu bir iş oldu; çünkü bunlar, Yunan ordusu başkomutanı kral Konstantin’in emriyle yapılmıştı.
Komisyon, 12 Temmuz 1913 tarihinde Avrupa ülkelerindeki Yunan elçiliklerine gönderilen resmî telgrafı yayımladı. Telgrafta şunlar yazılıydı: “The general commanding the Sixth Division informs me that the Bulgarian soldiers un der the command of a captain of gendarmes gathered in the yard of the school house at Demir Hissar overone hundred notables of the town, the archibishop and two priest, and massacred them ali… and declare that to my regret I shall find myself obliged to proceed to reprisals…”
Görülmemiş bu kral emrinin çevirisi şöyle: “Altıncı Tümen komutanı general, Bulgar askerlerinin Demirhisar (bugünkü Sidirokastro) okul bahçesine topladıkları kentin ileri gelenlerinden yüzden çok kişiyi, başpapazı ve daha iki papazı kılıçtan geçirdiklerini bana haber verdi…, ve misillemeye gidileceğini üzülerek bildirmek zorundayım…”
Komisyon, Yunan ordusunun Kılkış’taki taşkınlıklarının, misilleme yapılmasına ilişkin kral emrinin çıktığı tarihten sekiz gün önce, yani 4 Temmuz 1913 te, vuku bulduğunu yazmaktadır. Bir başka deyişle, silahlı tutsakların ve sivil ahalinin kitlesel katliamına ilk başlayan Bulgar ordusu değil de Yunan ordusu olmuştur.
Carneige Rapport’da Kılkış bölgesinde ve kentin içinde olup bitenler ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Oradaki bilgilere göre, Kılkış, refah düzeyi iyi küçük bir kentti, 13.000 sakin içeriyordu ve salt Slavca konuşulan bir bölgenin merkezini oluşturuyordu. Sayı bakımından üstün olan Yunan ordusu Kılkış kentini 4 Temmuz 1913’te ele geçirdi. Uluslararası komisyonun Bulgar papazlardan aldığı bilgiye göre, gerileyen Bulgar ordusu zaten kenti terketmiş ve nüfusun büyük bir bölümü bir gün önce, yani 3 Temmuz 1913 tarihinde orasını boşaltmıştı.
Kılkış, tahkimli bir kent olmadığı için, küçük ölçüde bombardımana tabi tutuldu ve Öksüzler Yurduna ve onun yanındaki Fransız Hastanesine – muhtemelen yanlışlıkla- düşen birkaç top mermisi komşu 4-5 evde yangın çıkmasına neden oldu. Bu bilgiler, Yunan ordusunun Kılkış kentine girdiği 4 Temmuz günü kentin genelde zarar görmemiş bir halde olduğunu doğrulamaktadır. Fakat komisyon orasını ziyaret ettiğinde yalnızca yıkıntılar buldu.
Avrupalı gözlemciler, Yunanlı askerlerin her evden kalmış olan sakinleri uzaklaştırdıklarını ve sonra evi yağmalayıp ateşe verdiklerini doğrulamaktadırlar. Yunan ordusu Kılkış’ı ele geçirdiğinde toplam olarak 40 köyü ve 4.725 evi veya binayı ateşe vermiştir. Uluslararası komisyonun raporunda yakılan köylerin adlarına ve yıkılan evlerin sayısına ayrıntılı olarak yer verilmektedir. Yıkımı tamamlamak üzere Yunan ordusu başıbozuk Türkleri kullanarak, dokuz gün sonra Doksato’nun yıkımında Bulgar ordusunun da kullandığı yöntemi başlatmış oldu.
Kılkış’ta komisyona Yunan ordusu tarafından katledildiklerine inanılan 74 kişilik bir liste teslim edildi; bunlardan çoğu kadın, 11 ‘i de bebekti.
100.000 Makedon göçmenden en büyük bölümü Yunan ordusuyla karşılaşmamıştı. Bu nedenle göçmenler, Akanyel köyünden kaçanlar istisna, Sofya’da uluslararası komisyona kişisel deneyimleriyle ilgili bilgi verecek durumda değildiler.
Akanyel köyüne Bulgaristan’a geçmeye çalışan 4.000 göçmen toplanmıştı. 6 Temmuz tarihinde 300 kişilik Yunan süvari birliği onlara orada yetişti. Süvari birliği komutanı, göçmenlerin teslim olmalarını kabul etti ve ellerinde bulunan az sayıdaki silahları teslim etmelerini emretti. Ardından göçmenler askerlere yiyecek olarak peynir ekmek verdiler. Göçmenler teslim olduktan hemen sonra, Yunanlılar 60 erkeği ayırıp, oradaki bir ormana götürdüler. O zamandan beri bu erkeklerin izine rastlanmamıştır.
Görgü tanıkları, Yunan askerlerinin bir gün sonra insan öldürmeye, kadınlara tecavüz etmeye ve para çalmaya başladıklarını doğrulamaktadırlar. Komisyon, Yunan ordusunun Akanyel köyünde katlettiği göçmen sayısını kesin olarak saptayamadığını yazmaktadır. Sofya’da komisyona, komşu köylerin sakinlerinden Akanyel köyünde katledildiklerine inanılan 365 kişilik bir liste verilmiştir.
Gevgeli’de Avrupalı bir görgü tanığı, komisyona verdiği ifadesinde, Yunan ordusunun Gevgeli’ye girdiğinde 200 Bulgar vatandaşını kurşuna dizdiğini söylemektedir. Sofya’daki Makedon göçmenlerin tanıklıklarına göre, Kirçovo ve Germiyan köylerinde Yunan ordusu birçok -muhtemelen birkaç yüz- kişiyi kurşuna dizmiştir.
Bu son bilgileri komisyon doğrulayacak durumda değildi. Ancak 14 Temmuz 1913 tarihinde Ratlog’un Dobriniçe köyünde Bulgarların ele geçirdikleri Yunan ordusuna ait bir torbanın içeriği, Yunan askerlerinin taşkınlıkları konusunda Makedon göçmenlerin verdikleri ifadeleri doğrulayan önemli bir kanıt oluşturmuştur. Torbada mektuplar vardı ve gönderen ile gönderilenlerin adları açıkça okunan bu mektuplar otantikti. Uluslararası komisyonun yazdığına göre, zarfların üstünde askerlerin ait oldukları birliklerin mühürleri kolayca seçiliyordu. Bu mektuplardan büyük bir bölümü komisyonun işine yaramayan önemsiz bilgiler içeriyordu. Komisyon bunlardan içeriği önemli 25 tanesini seçip ayırdı. Carneige Rapport’da yayımlanan mektup bölümlerinden bazıları şöyle:
* Kralın emri üzerine bütün Bulgar köylerini ateşe veriyorduk; çünkü Bulgarlar o güzelim Serez kentini, Nigrita’yı ve çeşitli Rum köylerini yakmışlardı.
* Burada köyleri ateşe veriyor ve Bulgarları öldürüyoruz, kadınları da, çocukları da.
* Az sayıda esir tutmuştuk, onları da öldürdük, çünkü öyle emir almıştık.
* Köyleri yakmamız gerekiyordu, çünkü emirler öyleydi, gençleri kılıçtan geçiriyorduk, yalnız yaşlılara ve çocuklara dokunmuyorduk.
* Elimize düşen bütün Bulgarları kılıçtan geçirdik ve köyleri yaktık.
* Nigrita’da esir ettiğimiz 1.200 kişiden yalnızca 41’i hapiste kaldı, geçtiğimiz yerlerde bu soydan en küçük bir kök bile bırakmadık.
* (Beş Bulgar askerinin) Diri diri gözlerini çıkardık.
Carneige Rapport’daki Bulgar ve Yunan ordularının taşkınlıklarına ilişkin bu kanıtlardan varılan yargı şudur: Halklarımızın manevî bakımdan arınması, hem Bulgar hem de Yunan hükümetinin mağdurların torunlarından resmen özür dilemesi ve aynı zamanda eylemli bir pişmanlık gösterisi olarak simgesel bir maddi tazminat ödemesi ile ancak mümkün olacaktır.
Biri Avrupa üyesi olan, öbürü olmak isteyen iki ülkeye de yakışan hareket budur.
Dr. G. Nakracas
Bibliyografya
The Other Balkan Wars
The Balkan Crises: 1913 and 1993
Copyright 1993 by George F. Kennan
CARNEİGE ENDOWMENT FOR INTERNATIONAL PEACE
2400 N Street, N., W., Washington, DC 20037
Doktor-Yazar Dr Giorgios Nakracas’ın European Free Alliance (EFA) Partisi Avrupa milletvekillerine yaptığı konuşma
Brüksel, 12 Mayıs 2000
Sayın Başkan,
Partinizin toplantısında Makedon dilinin Yunan eğitim sistemine alınması konusu üzerinde konuşmak üzere bana yapmış olduğunuz nazik davetiniz için size teşekkür etmek istiyorum.
Makedoncanın Yunan eğitim sistemine alınması konusu yeni olmayıp, Cemiyeti Akvam’ın merkezi New York’ta Yunanistan ve Bulgaristan temsilcileri Politis ile Kalfov’un ilgili anlaşmayı imzaladıkları 1924’ten beri askıda olan bir konudur.
Bu anlaşma, Kuzey Yunanistan’da Slavca konuşan Makedonyalıların himayesiyle ilgiliydi ve Makedon dilinin Yunan eğitim sistemine alınmasını öngörüyordu.
Florina-Bitola bölgesinde konuşulan Slav lehçesini temel alarak hazırlanan ABECEDAR başlıklı Makedonca okul kitabı 1925’te Atina’da basılmış, ancak 2 Şubat 1925 tarihinde Yunan Meclisi Makedon dilinin öğretimini öngören Politis-Kalfov protokolünü onaylamayı reddedince, okulları girme yolunu bulamamıştır.
Kendim ulusal Makedon olmadığım halde, özellikle ideolojik nedenlerle bu konuya büyük ilgi duymaktayım.
Yunanistan bugün Avrupa Birliği’nin bir tam üyesi için gerekli ekonomik ve yönetsel koşullara uyum sağlamaya çalışırken önemli ilerlemeler kaydetmektedir.
Ülkemizin Avrupa Birliği’ne amaçlanan ideolojik uyumunun başarıyı ulaşması, insan haklarının himayesine ilişkin Avrupa ideolojisini benimsemediği takdirde mümkün olmayacaktır. Bu ideoloji ki, pratikte özellikli azınlıklara karşı bir himaye politikası uygulanmasıyla ifade bulmaktadır.
İnsan hakları konusu felsefî olarak ilk kez 16. yüzyılda Hollanda’da Erasmus tarafından dile getirildi. O zamandan beri Avrupalı aydınların Ulus-Devlet ideolojisinin ortadan kalkması gerektiğine ikna olmaları ve onun yerini bugün Avrupa Birliği’nde ifadesini bulan çokulusluluk ideolojisinin alması için beş yüzyıl boyunca milyonlarca can kaybına mal olan sürekli mücadele ve savaşlar gerekti.
Çokuluslu Avrupa, çokkültürlü Avrupa’sız düşünülemez. Avrupa çokulusluluk ideolojisi ile bölgesel ekonomik özerklik ilkesi (yineliyorum, bölgesel ekonomik özerklik), ideolojik iki sağlam temel oluşturacak ve bu temeller üzerinde Avrupa Birliği’nin sürekliliği ve böylelikle Avrupa Kıtasında bu kesimdeki savaşların ortadan kalkması sağlanacaktır.
Bir halkın en önemli kültür hazinesi yazılı dilidir. Tarihin bize kanıtladığı bir şey vardır: Dilinin yazısı olmayan veya yazı kendisine yasaklanan her halk, kültür bakımından yok olmaya mahkumdur.
Antikçağ tarihçisi Herodotos, eski Thrakların Hintlilerden sonra en kalabalık halk olduklarını yazmaktadır; kalabalık nüfusuna rağmen, sırf yazısı olmadığı için Thrak halkı kültürel bakımdan yok olmuştur.
Yunan toplumunun, toplumla birlikte Yunan hükümetinin, üstelik Avrupa Birliği üyesi olan bir ülkedeki hükümetin, bir yandan Türkiye’de Kürt halkına anadilinin okullarda öğretilmesi için yırtınıp dururken, öbür yandan Kuzey Yunanistan’da ulusal Makedonlara anadillerinin öğretilmesine müsaade etmemesi, daha kötüsü onların varlıklarını bile tanımaması, tümüyle kabul edilmez bir olaydır.
“Bugünkü Yunan, Bulgar ve Türklerin Yakın Soy Akrabalığı” konulu kitabımda (bu kitap EFA-Yeşiller grubu Avrupa milletvekillerinin emrine amadedir) sakinleri yakın geçmişte veya bugün bile günlük dil olarak Makedonca konuşan Kuzey Yunanistan köyleri ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.
Bütün bu nedenlerle, Avrupa Birliği siyasilerine ve özellikle EFA- Yeşiller grubu Avrupa milletvekillerine, Makedoncanın Yunan eğitim sistemine alınması yolunda, bunu isteyen Makedonlar için, Yunan hükümetine baskı yapma çağrısında bulunuyorum.
Ayrıca, 2001 yılında Avrupa Birliği’nin Yunanistan ulusal Makedonlarının anadilini himayesi altına alabileceği ve Makedoncayı kaybolma tehlikesiyle karşılaşan dil olarak ilan edebileceği kanısındayım.
Sözlerime son verirken, bana bu toplantıda konuşma fırsatı verdiğiniz ve beni sabırla dinlediğiniz için size candan teşekkür etmek istiyorum.
Açık Mektup
Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis Ekselanslarına
Dr Giorgios Nakracas Chest- physician, Auteur Postbus 5159 3008 A. D. Rotterdam Nederland
Rotterdam 13 Mayıs 2000
Sayın Simitis,
Bu açık mektubum aracılığıyla, Avrupa Birliği ne üye tüm ülkelerdeki azınlıkların siyasî partisi EFA’nın Avrupa milletvekillerine hitaben yaptığım konuşmanın kopyasını size de iletmeye cüret ediyorum.
Konuşma, partinin başkanlık divanının daveti üzerine, bu yıl 12 Mayıs günü Brüksel’de yapılmıştır.
Sizin siyasetinizin hararetli taraftarı olmama rağmen, konuşmamda, tüm Yunan hükümetlerinin Yunanistan’daki azınlıklar konusunda izlemiş ve izlemekte oldukları siyasete karşı itirazımı dile getirmekteyim.
Belki de Yunan toplumunun görüşlerine itiraz ettiğimi söylemem, gerekecek. Bir toplum ki, bu yakınlarda, Türkiye Kürtlerine öbürleri yanında anadillerini öğrenmeyi yasaklayan Türk hükümetini kulakları sağır edercesine protesto etti. Bu protestoyu insan onaylamaktan başka bir şey yapamaz.
Ancak Slavca konuşan ve kendilerini ister ulusal Yunanlı ister ulusal Makedon hisseden Makedonyalıların anadilini Yunan eğitim sisteminde öğretme konusuna gelince, yine aynı toplum, bu hakkı tanımayı reddettiğinden başka, daha da ileri giderek, Yunanistan’da ulusal Makedon yoktur diye iddia etmektedir.
Sayın Başbakan; aynı konu üzerinde çifte toplumsal ahlak, böyle bir toplumda toplumsal ahlak bulunmadığını gösterir.
Yeşiller ve EFA gruplarının ortak toplantılarında 48 Avrupa milletvekili, Slavca konuşan Makedonyalıların kültürel haklarını güvenceleyen önlemlerin alınması için ekselanslarınıza çağrıda bulunmaya karar verdiler.
Beni şahsen çok mutlu eden husus, ulusal Makedonların politik organı Gökkuşağı’nın resmî tavrı olmuştur. Gökkuşağı, ayrı azınlık okullarının milliyetçilik ocaklarına dönüşebileceği düşüncesiyle böyle okulların kurulmasını istememektedir. Milliyetçilik ki, bugünkü AB’deki Avrupa gerçeğinde zaman ve zemine aykırı bir olgudur.
Sayın Başbakan; 48 Avrupa milletvekilinden gelen tepkilerin, Bakanlar Kurulunuzda konuyla ilgili yapıcı bir görüşmeye ve Slavca konuşan Makedonyalılara (hem ulusal Yunanlılara hem de Gökkuşağı gibi ulusal Makedonlara) ait kuruluşlarla temasa geçmeye vesile olmasını dilerim.
Marksizm Defterleri
Sayı 9, Temmuz-Ekim 1996, Aylık Kuram ve Politika Dergisi
Giorgios Nakracas
Dış politikamızın Yunaniçinciliği
Her toplumun politikacı camiası, o toplumun parlamenter temsilcisi sıfatıyla, politik görgü düzeyinin, özellikle temsil ettiği gençliğin görgü düzeyinin, ilke olarak başlıca sorumlusu da sayılmalıdır.
Her ülkenin dış politikasının eleştirel tahlilinden, bir yere dek, politikacı camiasının ve dolayısıyla halkın kendisinin politik ahlakını değerlendirme ölçüsü olarak yararlanılabilir.
Bugünkü çokuluslu Avrupa’da yaşamaya devam etmek istiyorsak, ne kadar acı olursa olsun, Yunan dış politikasının cesurane bir özeleştirisini yapmamız şarttır.
Yunan toplumuna olduğu kadar komşu halklara da sıkıntı veren konular, Kıbrıs, Kuzey Epir, Makedonya ve Ege konularıdır. Bu dört konuda da politikacı camiamızın önemli bir bölümünün zihniyetini niteleyen, bir Yunan-Ortodoks fundamentalizmi ile Yunaniçinci bir egopatidir.
Kıbrıs konusunda Yunanistan gençleri bugün bile hâlâ Kıbrıs’a Türk müdahalesi, Kıbrıs topraklarının işgali ve Türk vandalizmleri dogmasıyla yetiştirilmektedir. Türk vandalizmleri kuşkusuz olmuştur, olayı bu yakınlarda Kıbrıs Türk lideri Denktaş da kabul etmiştir. Ancak sükûtla geçiştirilen Grivas’ın vandalizmleridir.
“Türk tavukları bile canlı kalmasın’’ sloganıyla Grivas’ın 1967’de Kıbrıs Türk köyü Kofinu’yu ateşe verirken öldürdüğü masum köylülerin sayısıyla ilgili elimizdeki bilgiler, yabancı mediadan geliyor (27 Nisan 1966 tarihli Hollanda gazetesi NRC’de çıkan yazı). Bu olayda olduğu gibi, Yunanistan gençlerine “kendi” kaynaklarından nesnel bilgilenme olanağı asla verilmiyor.
Bağımsız Kıbrıs devletine askerî müdahalede bulunanın ve devlet başkanını öldürmeyi planlayanın Türkiye değil de Yunanistan olduğu neredeyse unutulmuş bulunuyor.
Diktatörlerin Amerikalılar tarafından kışkırtıldığına dair iddialar, Yunan halkını manevî sorumluluktan kurtaramaz.
Cuntayı devirmek için az sayıdaki kişisel çabalar dışında kitlesel halk grevleri ve daha başka kitlesel hareketler olmadı. Bu da, Yunan halkının o zamanki rejimi de facto tanıdığı ve tabiî aynı zamanda rejimin işlemlerinden doğan sorumluluğa da ortak olmayı kabul ettiği anlamına gelir.
Bazı yetkililerce Kıbrıslı Türkler yeniden Kıbrıs Rum egemenliği altına girmelidir diye dile getirilen gerçekdışı talebin çılgınlığıyla Kıbrıs dramı doruğuna ulaşmaktadır. Bu egemenliğin iki halkın barış içinde bir arada yaşamalarını sağlamadığı kanıtlanmıştır.
Sağduyulu Yunanlı politikacılar (Miçotakis, Kirkos) tarafından Kıbrıs sorununa tek gerçekçi çözüm olarak önerilen Konfederasyon, düşünce tarzları gerçeklik ve mantıkla hiçbir ilişkisi olmayan başka Yunanlı politikacılar tarafından teslimiyetçi çözüm olarak kabul edilmektedir.
Toplumsal ahlak derecesiyle sıkı sıkıya bağlı ikinci dış politika konusu da, güney Arnavutluk’taki Rum azınlığı konusudur. Yunan devleti ve özellikle çeşitli Yunanlı-Ortodoks fundamentalistler, güney Arnavutluk’taki Rum azınlığının ulusal bakımdan kendini belirleme ve eğitimi ile ilgili insan hakları konusunda yırtınıp durmaktadırlar ve iyi de yapmaktadırlar.
Fakat komşu Makedonya Cumhuriyeti sakinlerinin veya kendilerini ulusal Makedon kabul eden Yunan Makedonya’sındaki Slavca konuşan Makedonların bir bölümünün ulusal bakımdan kendilerini belirleme hakkına gelince, Makedon ulusunun yapay olduğunu ve bu nedenle böyle bir ulus bulunmadığını, varsa bile 100 yıllık bir tarihi olduğunu, yani kabul edilemeyeceğini kanıtlamak üzere Büyük İskender’le birlikte sayısız “derin” tarihî çalışmalar seferber edildi.
“Tanınmış” Yunanlı tarihçilerin söylemedikleri bir şey, anakara Yunanistan’ındaki bugünkü Yunanlıların ezici çoğunluğunun 200-250 yıl önce Yunanca konuşmadığından başka, Yunan ulusal bilincine bile sahip olmadığıdır. Tabiî bu olay, onların bugünkü torunlarının Yunan ulusal kimliğini kabul etmeme hakkını kimseye vermez.
İşte bu nedenle, güney Arnavutluk’taki Rum azınlığın ulusal bakımdan kendini belirlemesine ilişkin talebinde Yunan toplumunun ahlakî bakımdan haklılığı, Makedonya Cumhuriyeti sakinleri ile Yunan Makedonya’sında kendilerini ulusal Makedon olarak belirleyen Slavca konuşan Makedonyalıların ulusal bakımdan kendilerini belirleme hakkını tanıdıktan sonra ancak kabul edilebilir.
Aynı şekilde güney Arnavutluk’taki Rum azınlığın Yunan dilinde eğitim görmesine ilişkin talebinde de Yunan toplumunun ahlâki bakımdan haklılığı, Slavca konuşan Makedonyalılardan isteyenlere Makedoncayı öğrenme hakkını tanıdıktan sonra ancak kabul edilecektir.
Ege’deki statüko konusunda, Makedonya konusunun tersine, bu kez öbür siyasî partilerle birlikte Sol da, Türkiye’yi, Ege’deki yayılmacı politikasıyla Adalar Denizinin 70 yıllık statükosunu bozmaya çalışmakla suçlamaktadır.
Yunan-Türk bunalımının nedenlerinin eleştirel bir tahlili, Ege’deki statükoyu kimin bozmaya çalıştığı sorusuna yanıt bulmamıza yardımcı olacaktır.
Bugünkü karasularının uluslararası düzeyde 6 millik bir şerit olarak tanınmışlığı (Harita No 1), Ege’de %10-20’lik bir Yunan egemenliğine, Türk gemilerinin Akdeniz’le özgürce iletişimine ve Ege Denizinin büyük bir bölümünün Rus, Amerikan veya herhangi bir başka savaş filosu için uluslararası demirleme alanı olarak kullanımına müsaade etmektedir.
Deniz dibinden petrol ve başka ham madde çıkarma tekniklerinin gelişmesi, Ege’nin mülkiyeti ve kullanımı konusunda yeni sorunlar doğurdu.
Yunanistan’ın karasularını 6 milden 12 mile çıkarma hakkı, uluslararası deniz hukukuna dayanmaktadır; bu, ilk biçimiyle Cenevre antlaşması olarak bilinmektedir.
Ege’deki Yunan karasularının zamanla 12 mile çıkarılacağına ilişkin Yunan Meclisinin bu yakınlarda yaptığı duyuru kararlaşırsa, bu denizin yaklaşık olarak %80’inin Yunan egemenliğine geçmesi sonucunu doğuracaktır (Harita No 2). Yunan Meclisinin YAYILMACI isteğinin uygulanmasıyla, Türk gemilerinin Akdeniz’le iletişimine sürekli bir ambargo konulacak, uluslararası denizcilik engellenecek, uluslararası demirleme alanları kısıtlanacak veya ortadan kalkacak ve 6 milden sonra denizdeki tüm petrol rezervleri Yunan mülkiyetine geçecektir.
Yunan su sahasında amaçlanan genişletmenin dayandığı Cenevre antlaşmasını Türkiye imzalamamıştır. Bu olay, söz konusu antlaşmanın Türkiye’yi bağımlamadığı anlamına gelir; imza etmediği uluslararası antlaşmaların Yunanistan’ı veya başka ülkeleri de bağımlamadığı gibi.
Türkiye’nin Cenevre antlaşmasına imza etmemiş olması, kendiliğinden yalnızca onun haklı olduğu anlamına gelmez; ancak aynısı Yunanistan için de geçerlidir.
Ege konusunda bu gelişme, Yunanistan ile Türkiye arasında uluslararası bir hukuk sorunundan çok siyasî bir sorun bulunduğunu göstermektedir. Siyasî bir sorun da, ya savaşla ya da görüşmeler ve karşılıklı gerilemelerle çözümlenir.
Türkiye, bundan yirmi yıl kadar önce Yunanistan’a sözlü bir nota vererek, Ege’deki statükonun değişmesinin kendisi tarafından casus beli, yani savaş nedeni olarak kabul edileceğini bildirmişti. Bundan başka daha önce hem Sovyetler Birliği hem de Amerika Birleşik Devletleri, o dönemin Yunan hükümetine Yunan karasularının genişletilmesine taraftar olmadıklarını açıklamışlardı.
Yunan propaganda mekanizması, Ege’deki statükoda tek yanlı ve tümüyle akıldışı bir değişikliğin (olay, bu kez doğuya yönelik yeni bir ambargoya çok benzemektedir) “pazarlık konusu olamayacak egemenlik haklarımız’’ gibi bir şey olarak kabul edilmesi gerektiği konusunda Solu bile ikna etmeyi başardı.
Ortaklarıyla önceden anlaşmadan, Avrupa Birliği sınırlarını Büyük İskender ambargosuyla Makedonya Cumhuriyetine kapayan aynı Yunanistan, AB’yi şimdi ortak Avrupa sınırlarını savunmaya çağırıyor.
Türk dış politikasının, Onikiadalar’da, Sakız’da veya Lesbos’ta Yunan egemenliğini yadsımanın bugünkü Avrupa’da tasavvur edilemeyeceğini bilen kişilerce yönetildiğine inanmak istiyorum. Vergina bayrağı parodisinde olduğu gibi, kimseyi ilgilendirmeyen bazı kayaların egemenliğini yadsıma, gelecekteki görüşmelerde diplomatik ödün bulunsun diye yapılmaktadır yalnızca. Türkiye ile görüşmelerin gerekli olduğu konusunda Kirkos ve Miçotakis gibi kişilerce savunulan tezler neredeyse teslimiyetçi olarak nitelendirilmektedir; aynen, bugün kabul edilmesi için Yunanistan’ın resmen yalvarıp yakardığı Pineyro paketini savunan Yunanlıların tezleri de o zaman teslimiyetçi ve haince olarak nitelendiriliyordu.
Bibliyografya
Ege’deki Çatışma, Dr Wolff Heintschell von Henegg, Schriften zum Volkerrecht, band 89, Dunker and Hanbolt, Berlin
Yazı kurulunun notu
Dergimiz, Nakracas’ın makalesini olduğu gibi yayımlarken, Yunan halkının Kıbrıs’taki cunta darbesinden sözüm ona ortak sorumlu olduğu konusunda yazarın görüşüne asla katılmadığını açıklamak zorundadır.
“Kitlesel grevler” belki olmadı, çünkü onları örgütleyecek kişiler hapiste ve sürgündeydiler; ancak bir Teknik Üniversite direnişi oldu, sonra kitlesel bir öfke dalgası oluştu ki, seferberlik döneminde diktayı deviren de bu oldu. Yunan halkının “o zamanki rejimi tanıdığı” iddiası yanlış olup, tarihî geçekle bağdaşmamakta ve makalenin savunduğu ilginç görüşlere gölge düşürmektedir.
Dr Giorgios Nakracas
Doktor-Yazar Postbus 5159 3008 AD Rotterdam Nederland
Sosyalizm İçin Marksist Hareket “ÇEKİLİŞ” Dergisi Lider Grubuna
Mezonos 1, Platiya Bathis 10438 Atina, Yunanistan
Rotterdam, 16 Kasım 1998
Sayın Baylar,
Bu yakınlarda Selanik’te hareketinizin coşkulu gençlerinden “Yunan-Türk ilişkileri, 19 soru ve yanıt, Kardaktan sonra” başlıklı ilginç broşürünüzü elde ettim. Okuduğum bu metin, bu açık mektubu yazmama neden oldu.
Kişisel görüşüme göre, broşürünüzün içeriği, Yunan toplumunun büyük bir bölümünün öteden beri içinde bulunduğu ideolojik çelişkiyi yansıtmaktadır.
Sayfa 10’da şunları yazıyorsunuz: “… Aynısı, Yunan işçi hareketi için geçerlidir. İşçi hareketinin, Ege hava sahası, karasuları ve kıta sahanlığı konularındaki çatışmadan kazanacağı hiçbir şey yoktur. Yunan karasuları 6 milden 12 mile çıkarılırsa hiçbir şey kazanmayacaktır. Ege’de petrol bulunması durumunda bile hiçbir şey kazanmayacaktır -çünkü bundan yararlanacak olan çokuluslu yabancı şirketlerdir ve onlarla birlikte Vardinoyannis ve Laçis’tir (11), Yunanistan’daki yakıt fiyatlarında ise düşüş olmayacaktır.”
Bu Marksist tahlile büyük ölçüde katılıyorum, her ne kadar ben ideolojik bakımdan Kostas Simitis’in partisinin çağdaşlaşıcı ve Avrupacı kanadının safında yer alıyorsam da.
Ancak sayfa 20’de şu şaşırtıcı şeyleri yazıyorsunuz: “Ege’ye gelince; Türkiye’nin talepleri o kadar büyük ki, bunları hiçbir Yunan hükümetinin kabul etmesi mümkün değil. Türkiye, Yunan hava sahasının 10 milden 6 mile düşürülmesini, uçak seferleri konusunda Ege’nin neredeyse yarı yarıya paylaşılmasını istemekte, kıta sahanlığının büyük bir bölümünü talep etmekte ve karasularının genişletilmesi durumunda Yunanistan’ı savaşla tehdit etmektedir.”
“Hiçbir Yunan hükümetinin kabul etmesi mümkün değil” görüşü-tümcesi, Marksist politik hareketinizin apaçık bir politik tezidir, ancak bu -sizin yeğlediğiniz terimi kullanacak olursam- büyük burjuvaziye özgü bir tezdir.
1) Yunan hava sahasının 6 ile 10 mil arasıyla ilgili tezinize gelince; Yunan gençliğini yanlış bilgilendirdiğinizi söylemek zorundayım, umarım ki bunu kasten yapmıyorsunuz.
Yunan hava sahası salt ilk 6 milden ibaret olup, öbür 4 mil üzerinde ülkemiz yalnız hava trafiğini elinde bulundurmakta ve bununla egemenlik hakkı kullanmamaktadır
Kuraldışı bu düzenleme, 1940’tan önce çıkarılmış bir Yunan hükümet kararnamesine dayanmaktadır. O dönemde hava trafiği sorunları önem taşımıyordu, çünkü Ege’deki havacılık ilkeldi. Eğer bu tek yanlı düzenleme sınır belirlemesi olarak kabul edilirse ki değildir, o zaman Yunanistan denizde 6 mil karasuları, havada ise 10 mili plan yegâne ülkedir. Politik tezinizin, Türkiye ile görüşmeyi ve onurlu bir uzlaşmayı reddederek, bir Yunan hükümetinin bu önemsiz konunun düzenlenmesini kabul edemeyeceği ve kabul etmemesi gerektiği olamayacağına inanmak isterim.
Bu konunun barışçı çözümü için Türkiye ile görüşmeleri, yani uzlaşmayı reddeden politik tez üzerinde ısrar ettiğiniz takdirde, iki ülke arasında savaşa meydan verebilecek tesadüfi bir vesilenin sorumluluğunu da kendiliğinden kabul ediyorsunuz demektir. Bir savaş ki, Türkiye ve Yunanistan’da yüzbinlerce gencin kaybına yol açacaktır.
2) ikinci teziniz şu: Türkiye (gelecekte yayılmacı davranış göstermesi muhtemel bir ülke diye yazıyorsunuz) Yunanistan’ın şimdi veya gelecekte karasularını 6 milden 12 mile çıkarması durumunda onu savaşla tehdit etmektedir.
Her ne kadar psikiyatrist olma şerefine nail değilsem de, burada, karasuları konusunda şu an kimin, Yunanistan’ın mı yoksa Türkiye’nin mi, yayılmacı politika izlediğinin belirlenmesinde, şizoid bir ideolojik çelişki var gibime geliyor.
Türkiye, Ege’deki karasularıyla ilgili bir anlaşmanın yasallığını kabul etmek zorunda değildir, çünkü bu arılaşmayı imza etmemiştir. Güney Amerika’nın Rio de la Plata kentinde yıllar önce imzalanmış uluslararası deniz hukukuyla ilgili anlaşmanın tüm ciltlerini okuma zahmetine katlanırsanız, orada Ege’yi ilgilendiren her sayfada Türkiye’nin anlaşmanın uygulanması durumunda yaşamsal çıkarlarının tehdit edileceği gerekçesiyle imza etmeyi yazılı olarak reddettiğini göreceksiniz.
Yunanistan karasularının 12 mile çıkarılması, uluslararası güney Ege Denizinin bir Yunan gölüne dönüşmesi sonucunu doğurmaktadır. Böylelikle, nüfusu 10 milyon olan bir ülke, nüfusu 70 milyon olan bir ülkeye, Türkiye’ye, gerçekte sürekli bir deniz ambargosu uygulayacak ve aynı zamanda Hazar Denizi petrollerinin nüfusu 400 milyon olan Avrupa Birliği’ne ve nüfusu 200 milyon olan Birleşik Devletler’e nakliyatının dünyadaki düzenleyicisi konumuna geçecektir.
Çok ilginç bir bilgi de, Avrupa Birliği’nin denize açılan açılmayan tüm ülkeleri gibi ABD’nin de Yunan sularının genişletilmesine karşı çıkmakta olduklarıdır.
1922’de Yunan hükümeti Sakarya seferini gerçekleştirdi, böyle bir harekâtın Yunan ordusunun ikmalinde doğurduğu muazzam sorunlara rağmen ve o zamanki bütün büyük kuvvetler tüm Avrupa için ciddi siyasî sonuçlara yol açacağı için böyle bir girişime karşı çıktıkları halde. Devamını biliyorsunuz. Rahmetli Kondilis (12) şunları yazıyordu: “Şu an Yunanistan’ın Türkiye ile bir savaşta kozlarını paylaşması durumunda, bu savaş Yunanistan’ın hezimetiyle sonuçlanacaktır ve gelecekte askerî tedhiş dengesi adım adım hep Yunanistan aleyhinde daha olumsuz bir hal alacaktır.”
Ege’yi kanlarıyla kızıla boyamaya ilk çağrılacak olan gençlerden, doğal olarak insan bugün Yunanistan’ın, gelecekte belki Türkiye’nin, milliyetçi yayılmacılığına karşı tepki göstererek, yapıcı önerilerde bulunmalarını bekliyor.
Bu mektup, zamanı geçmeden, gençlerimizin akılcı düşünmelerine katalizör olarak iş görmeyi amaçlamaktadır.
G. N.
Savaş Karşıtı Cepheyi Faaliyete Geçirme Amaçlı İdeolojik Tezlerin Sergilenmesi
Yunanistan ile Türkiye’nin çılgınca silahlanmaları, şu an Ege’de barış için gerçek bir tehlike oluşturmaktadır. Bu silahlanmalar iki ülkeyi gittikçe kaçınılmaz bir savaşa sürükleyecektir. Daha sonra malum söz hep bir ağızdan tekrar edilecektir: “Kabahat yabancı parmağında”.
Anadolu’daki büyük bozgunun salt “müttefiklerimizin bize ihanetinden” ileri geldiğini iddia ederek, 1922’de kullandığımız aptalca söylenceyi yinelemeyi önlemek için, Türkiye ile olan sorunların barışçı çözümüne katkıda bulunan her öneriye ülkemizdeki özgürlükçü güçlerin arka çıkmaları gerekir.
1) Yunanistan, komşu Türkiye ile görüşmelerden ve barışçı bir anlaşmadan sonra, İonio Denizi’nde karasularını 12 mile çıkarabilir; Türkiye’nin Karadeniz kıyılarında aynısını yaptığı gibi. Çünkü bu işlemle hiçbir komşu ülkenin çıkarları tehdit edilmemektedir.
2) Yunanistan ile Türkiye, Ege’de karasularını 12 mile çıkarmaktan kesin olarak vazgeçtiklerini ilan edebilirler; böylelikle biri öbürünün yasal ve yaşamsal çıkarlarına saygı duyduğunu gösterecektir.
3) Karşılıklı gerileme ve onurlu uzlaşmaların nitelediği görüşmelerle, Ege’deki havacılığı denetim konusunu Yunanistan ile Türkiye birlikte düzenleyebilirler.
4) Yunanistan ile Türkiye, görüşmeler, karşılıklı gerilemeler ve onurlu uzlaşmalar ile kıta sahanlığı konusunu düzenleyebilirler. Doğu Ege kıta sahanlığını birlikte işletmeyi bir Yunan-Türk devlet şirketinin üstlenmesi, akla yakın bir öneridir.
5) Böylesi veya benzeri bir onurlu uzlaşma, Yunanistan ile Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda silahlanmaya harcayacakları 17 ile 35 milyar dolarlık harcamaları tasarruf etmelerini sağlayabilir. Bütün bu paralar, Avrupa’da yaşam düzeyi en düşük her iki ülke nüfusunun 1/3’ünün ekonomik kalkınmasına ayrılabilir.
G. N.
Nea Anatoli Yunanistan Komünist Partisini Yeniden Kurma Örgütü (OAKKE)
Merkez Komitesi Yayın Organı
1 Ekim 1999 Cuma.
Sayı 337
Kıbrıs Rumları ile Kıbrıs Türklerinin Kanlı Ortakyaşarlıkları (1963-1974)
G. Nakracas
Bir ülkede herhangi bir milliyetçi-yayılmacı siyasetin uygulanması, kendi eylemlerini ülküleştirme, rakibinin eylemlerini ise kötüleyip kargıma yöntemi kullanılarak, o ülkenin yurttaşlarını psikolojik bakımdan hazırlamayı gerektirmektedir.
Bu yönteme geçmişte Yunan tarafı da başvurdu. Bugün bile başvurmakta ve bunun başlıca örneği Atina yeni başpiskoposu Hristodulos. Hristodulos, açık bir toplantıda ve Cumhurbaşkanının huzurunda Türklere değinirken, onlardan “Doğunun barbarları” olarak söz ediyordu.
Türklerin 1955’te İstanbul Rum azınlığına barbarca davrandıkları, çok iyi bilinen bir olaydır. 1974’te Kıbrıs’ta onlarca, hatta yüzlerce Kıbrıslı Rum tutsağı hiç nedensiz öldürdükleri de bilinmektedir; bunu Denktaş’ın kendisi de itiraf etmiştir.
Fakat Yunanistan gençlerince hiç bilinmeyen bir şey, 1963-1967 döneminde Sampson, Georgacis ve Lissaridis paramiliter gruplarının Kıbrıs Türklerine karşı giriştikleri katliam eylemleridir. Şunu ayrıca anımsatmak gerekir ki, o dönemde Kıbrıs hükümeti, ulusal veya dinî kimlik farklılığına bakmaksızın tüm Kıbrıs yurttaşlarının can, mal ve haysiyetlerini korumaktan sorumluydu.
O dönemde Kıbrıs’ta olup bitenlerle ilgili yerli ve yabancı bibliyografyadaki yayınların genişçe bir tahlili, bugünkü Yunan gençliğinin bilgi açığını belki biraz olsun kapatabilir.
1974’te Türk ordusunun Kıbrıs’ı istila etmesiyle ada iki kesime ayrıldı; nüfusu yerli Türkler ile sonradan yerleştirilen Türklerden oluşan bir kuzey kesim ve nüfusu Rumlardan oluşan bir güney kesim. O zamandan beri Kıbrıs hükümetinin daimî bir talebi var: Türk işgal ordusunun uzaklaşarak, Kıbrıs’ın eski devlet yapısına geri dönmesi. Ancak 1963-1967 yılları arasında iki toplumun ortakyaşarlıklarının bir etüdü, bu barışçı ortakyaşarlığın niteliği konusunda bize bilgi verebilir.
Makarios’un Panagiya köyünde yaptığı konuşmasından bir alıntı, Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türkleriyle barış ve eşitlik içinde yaşamaya ne ölçüde niyetli oldukları konusunda pek karakteristiktir. Rüstem ve Brother’in çalışmasında yayımlanan bu alıntıya göre, 4 Eylül 1962 tarihinde Başpiskopos şunları söylemiştir: “Bu küçük Türk toplumunu, Hellenizmin o korkunç düşmanı Türk soyunun bir parçası olan bu küçük Türk toplumunu kovuncaya dek EOKA kahramanlarının görevi sona ermiş sayılamaz” (1, s. 47).
Makarios’un Panagiya’daki konuşmasında söylediklerine karşı Denktaş tarafından gönderilen protesto mektubuna yanıt verilmemiştir.
Bu konuşmasından on dört ay sonra, 30 Kasım 1963 tarihinde, Makarios, anayasanın 13 yerinde o ünlü değişikliklerin yapılmasını istedi Böylelikle, kendisinin de açıkça itiraf ettiği gibi (2, s. 56), Cenevre antlaşmasını ihlal ediyordu. Cenevre antlaşması, anayasada tek taraflı değişiklik yapılmasını, taksimi ve adanın Yunanistan’la enosis’ini yasaklıyordu. Şunu da söylemek gerekir ki, bugün bile Kıbrıs Cumhuriyeti yasallığını bu anlaşmaya dayandırmaktadır.
Makarios’un önerdiği değişiklikle, Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı sahip olduğu veto hakkını yitirecek ve artık Kıbrıs Türkleri tarafından değil de, Meclis çoğunluğu, yani Kıbrıs Rumları tarafından seçilecekti.
Bu iki madde ve benzeri daha dokuz maddeyle Kıbrıs Türkleri o zamana dek Kıbrıs Anayasasının kendilerine sağladığı hakları yitiriyorlardı.
Kıbrıs Türkleri bu tek taraflı anayasa değişikliğini kabul etmeye yanaşmayınca, olay Kıbrıs mediası tarafından “devlete karşı Türk isyanı” olarak gösterildi. Ama bu asılsız bir iddiaydı; çünkü işaret edildiği gibi, hukukî açıdan anayasayı tek taraflı olarak, yani darbe yaparcasına, ihlal etmeye çalışan Kıbrıs Türkleri değil de, Makarios’un kendisiydi.
Sözde isyanı başlatanların Kıbrıs Türkleri olmadığını Kıbrıs Millî Muhafız Gücü Komutanı General Karayannis de doğrulamaktadır. Karayannis, 15 Haziran 1965 tarihli Atina gazetesi Etnikos Kiriks’te çıkan bir söyleşide şunları anlatmıştır: “Türkler anayasa değişikliğini kabule yanaşmayınca, Başpiskopos Makarios planını uygulamaya koydu ve Aralık 1963’te Rum saldırısı başladı” (3, s. 87).
Türkleri yok etme konusunda Makarios’un önceden hazırlanmış bir planının bulunduğunu dolaylı olarak Kıbrıs Komünist Partisi de doğrulamaktadır. Partinin yayın organı Neos Dimokratis’in Temmuz 1979 tarihli 57. sayısında Başpiskopos hakkında şu eleştiri yayımlanmıştır: “Lissaridis…Makarios’un verdiği silahlarla kendi silahlı gruplarını kurdu. Bunlar, Giorgacis ve Sampson gruplarıyla birlikte 1963-1964 yıllarında Kıbrıs Türklerine karşı “kurtuluş mücadelesi” verdiler ve böylelikle “yeşil hattı” ve sonunda “Attila’yı” getirdiler’’ (2, s. 67).
Sözde kurtuluş mücadelesiyle güdülen asıl amacın Makarios’un tek taraflı anayasa değişikliklerini Kıbrıs Türklerine zorla kabul ettirmek olduğu, çarpışmaların başladığı ikinci gün 22 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs gazetesi Haravgi’de yayımlanan bir makaleden de anlaşılmaktadır: “Mademki gerginlik Zürih-Londra anlaşmaları ile Anayasadaki antidemokratik hükümlerin yarattığı havanın bir sonucu olarak kabul edilmektedir… fanatik Türk hemşerilerimizi kışkırtan Türk hükümeti… ve Kıbrıs Türk liderleri olumsuz tavırlarını değiştirip, Cumhurbaşkanının önerilerine yapıcı bir biçimde yaklaşmalıdırlar…” (2, s. 73).
Kıbrıs Türklerine Rum saldırısı 21 Aralık 1963’te başlatıldı. O gün Lefkoşa’nın Türk kesiminde bir polis denetimi sırasında Rum polisler ateş açıp bir Kıbrıslı Türk çiftini öldürdüler.
En önemli saldırı, 5.000 Kıbrıs Türkünün oturduğu Lefkoşa’nın bir banliyösü Omorfita’ya yapılan saldırı idi. Silahlı Rum paramiliterlerinin başı Nikos Sampson idi. Onu Kıbrıs Rum basını o zamandan beri “Omorfita fatihi” diye adlandırıyordu.
Sampson buyruğundaki paramiliterlerin Kıbrıs Türk banliyösünde yol açtıkları maddi zararlar, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin Güvenlik Kuruluna sunduğu S/5950 sayılı raporunda anlatılmaktadır. Bu rapora göre 50 ev tamamen, 240 ev de kısmen tahrip edilmiştir (4, par. 180). Can kaybına gelince; Omorfita’daki toplam 5.000 Kıbrıs Türkünden 4.500’ü Lefkoşa’nın Türk kesimine sığınmayı başararak canlarını kurtardı. 500’ü ise, yakalanıp tutsak olarak Lefkoşa’daki Kikkos okuluna sevkedildi ve orada Kumsal köyünden daha 150 Kıbrıs Türküyle birlikte tutuklandılar.
Bocuk günü Kikkos’taki yaklaşık 700 tutsaktan 150’si seçilip oradan zorla uzaklaştırıldı ve bunu daha sonra silah sesleri izledi.
Gibbon, çalışmasında, Kikkos okulunda öğretmen olarak görevli bir İngiliz kadınının, İngiliz Valiliğine, işitilen silah seslerinin sonuçlarını gördüğünü söylediğini yazmaktadır. İngiliz yönetimi, orada olup bitenlerin tek görgü tanığı öğretmen kadını güvenlik nedenleriyle Londra’ya giden ilk uçakla Kıbrıs’tan uzaklaştırmıştı (5, s. 139). Kıbrıs Rum makamları, bu 150 kişi hakkında ailelerine uzun yıllar boyunca onları kayıp olarak kabul etmeleri gerektiğini söylüyorlardı. Lefkoşa yakınlarında Kıbrıs Rumlarının başka önemli saldırıları, Matiati, Ayos Vasilios ve Kumsal köylerine karşı gerçekleştirildi. Son köyde Rum paramiliterler 150 kişiyi hiç gereksiz öldürdüler.
Tüm dünyayı dolaşan en tüyler ürpertici fotoğraf, evlerinin banyo küvetinde kan gölü içinde katledilmiş üç küçük çocuğuyla bir anneyi gösteriyordu. Bu dört talihsiz insan, Lefkoşa’daki Türk askerî birliğinde görevli Binbaşı İlhan’ın ailesiydi (3, s. 95).
Kıbrıs Rumları, Lefkoşa hastanesi cerrahî kliniğinde tedavi görmekte olan 22 Türk hastayı zorla alıp götürdüler. Bu insanlardan bir kez daha haber alınamadı (3, s. 95).
Gerek hükümet kuvvetlerinin gerekse paramiliterlerin Kıbrıs Türklerine karşı saldırıları dört ay daha devam etti.
Az daha Yunan-Türk savaşına yol açacak önemli bir olay Famagusta’da cereyan etti. 11 Mayıs 1964 tarihinde üç Yunanlı subay ile bir Rum polis, belki de gövde gösterisi yapmak amacıyla, arabalarıyla Famagusta Türk kesimine girdiler. Bir Kıbrıs Türk polisi orada onları engellemeye çalışırken karşılıklı ateş açıldı ve sonunda iki Yunanlı subay ile Rum polisi, bir de Türk öldürüldü.
İki gün sonra Rumlar, 32 Türkü rehine aldılar; bu Türklerden bir kez daha haber alınamadı. Bu kaçırma olayı, B. M. Genel Sekreterinin S/5764 sayılı raporuyla da doğrulanmaktadır (6, par. 93).
Son olarak 9 Ağustos 1964 tarihinde Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türk bölgesi Kokkina-Mansura’ya karşı giriştikleri malum saldırı var. Çarpışmaları durduran, Türk uçaklarının Napalm bombalarıyla müdahalesi olmuştur.
Çarpışmaların devam ettiği dönemde, yani 21 Aralık 1963’ten 8 Haziran 1964’e dek, B. M. Genel Sekreterinin S/5850 sayılı raporu par. 142’de 43 Kıbrıslı Rum ile 232 Kıbrıslı Türkün ortadan kaybolduklarını bildirmektedir; bu kişiler o zamandan beri resmen kayıp olarak kabul edilmektedir. Kayıp Türkler arasında Lefkoşa’daki Kikkos rehineleri 150 Türk ile Famagusta rehineleri 32 Türk de vardır.
Kıbrıs mediasında sevgili yakınlarının fotoğraflarıyla onlar hakkında bilgi isteyen Kıbrıs Rum kadınlarının görüntülerini sürekli seyretmekteyiz. Ancak Rum mediasında sevgili kayıp yakınları hakkında bilgi isteyen Kıbrıs Türk kadınlarının görüntülerine asla rast gelmedik.
Kıbrıs devletinin Kıbrıs Türklerine saldırıları sona erince, Türk kapalı bölgeleri oluşturuldu. Türk mülteciler bu bölgelerde tam on bir yıl boyunca sefalet koşulları altında yaşadılar. Kapalı bölgeler Kranidiotis’e göre Kıbrıs topraklarının %4,86’sını oluşturuyordu. Kranidiotis, “Tahkimsiz Devlet, Kıbrıs 1960-74” başlıklı kitabında olaya şöyle değinmektedir: “Makarios, Rum silahlı gruplarının Türkleri alt edemediklerini görünce… 26 Aralık tarihinde yeşil hattı… kabul etmek zorunda kaldı… altı büyük Türk kapalı bölgesi oluşturuldu… bunlar Kıbrıs topraklarının %4,86’sına tekabül ediyordu” (2, s. 75).
1967’de Yunanistan’da askerî diktatörlük kuruldu. Bu olay, Kıbrıs için yeni sorunların başlangıcı demekti. 15 Kasım 1967 tarihinde top, ağır makinalı tüfek ve bazukalarla donatılmış Yunan ve Kıbrıs Rum kuvvetleri, Lamaka bölgesinde Ayos Theodoros ve Kofinu köylerindeki hafif silahlarla donatılmış Kıbrıs Türklerine saldırdılar. Türk savunması çökünce, Rumlar 27 Türkü öldürdüler (3. s. 139).
Bu olay, Yunanistan ile Türkiye’yi az daha savaşa sürüklüyordu. Yasadışı Yunan tümeni ve General Grivas Kıbrıs’tan geri çağrılınca, savaş önlenmiş oldu.
Kofinu’da katliam ve çapulculuk yapılmış olduğunu, 21 Şubat 1986 tarihinde Yunan Meclisinde Andreas Papandreu da doğrulamaktadır. Papandreu konuşmasında şunları söylemiştir: “… 15 Kasım 1967’deki büyük provokasyona. O harekât, Yunan Silahlı Kuvvetleri Karargâhı tarafından uygulamaya kondu… katliam da oldu, çapulculuk ta” (2, s. 33).
Albaylar askerî diktası, 1974’te Kıbrıs’a yaptığı akın ve Makarios’u öldürme teşebbüsü ile siyasî kariyerine son verdi. Bunu bilinen olaylar izledi. Bu olaylara hiç değinmeyeceğiz, çünkü bu dönemde savaşan her iki tarafın da işlediği insanlık suçları vardır.
Bugüne dek gerek Yunanlıların gerekse Türklerin propagandaları, bu çeşit barbarlıklara başvuranların yalnızca karşı taraf olduğu konusunda bizi ikna etmeye çalışmaktadır. Ancak böylesi propagandalar yalnızca iç tüketim için elverişlidir.
Şunu da söylemek gerekir ki, 1974’te iki devlet aralarında savaşıyordu ve savaşlarda caniler, genellikle, barış zamanında onları hapse kapatacak eylemlerini yasallaştırma fırsatı bulurlar. Kıbrıs Rum tarafının suçunu iyice ağırlaştıran olay, Kıbrıs Rum hükümet kuvvetleri ile Rum paramiliterlerin 1963-67 dönemindeki eylemlerinin tek sorumlusunun Kıbrıs hükümeti olmasıdır.
Adanın Avrupa Birliğine girmesi için yapılacak önümüzdeki görüşmelerde Kıbrıs Cumhuriyetinin karşılaşacağı sorular şunlar olacaktır:
Kıbrıs Hükümeti Kıbrıs Türk Cumhuriyetini veya gevşek bir Rum-Türk Kıbrıs Konfederasyonunu tanımayı kabul etmeyerek, geriye kalan iki çözümden hangisini aklından geçirmektedir?
Kıbrıs Türklerinin 1963 öncesi yaşadıkları köylere geri dönmelerini mi yoksa Kıbrıs Türklerinin 11 yıl boyunca muhasara altında yaşadıkları kapalı bölgelere geri dönmelerini mi?
Notlar
1- Çakonlar: Mora’nın güneyinde Çakonya yöresinde yaşayan bir topluluk. Çakonya lehçesinde Eski Yunanca’dan birçok kalıntılar vardır.
2- Rigas Fereos veya Velestinlis (1757-1798): Yunan Aydınlanma Hareketinin ilk isimlerinden. Balkan halklarını Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklandırmaya çalışmıştır. 1821 Yunan İhtilali’nin öncüsü olarak kabul edilir.
3- Korais Adamantios (1748-1833): Yunan Aydınlanma Hareketinin en önde gelen ismi. Yunan milliyetçiliğini biçimlendiren ve 1821 Yunan İhtilalini hazırlayan düşünürlerden. İzmir doğumlu olup, Paris’te yaşamış ve orada ölmüştür. İsimsiz bir Aydınlanma Bildirgesi olan Yunan Vilayeti’nde Kilise ve papazlar sert bir dille eleştirilmektedir.
4- Papanastasiu Aleksandros (1876-1936): Yunanlı siyaset adamı. İki kez kısa süreyle başbakanlık görevinde bulunmuştur.
5- Yunanistan’da 2000 yılının ortalarına doğru yeni kimlik belgelerine yurttaşın hangi dine mensup olduğu yazılmayacağı açıklandıktan sonra, başpiskopos Hristodulos başta olmak üzere, Kilise bu hükümet kararına sert tepki gösterdi, direnişe geçti, mitingler düzenledi. Bu konuda halk oylaması yapılması için açtığı imza kampanyasında 3,5 milyon imza topladı.
6- Hristodulos: Yunanistan başpiskoposu. Megali İdea özlemcisi olarak görünmekten hoşlanır. Kallinikos: Pire piskoposu. Hristodulos’un manevi babası ve yakın dostu.
7- Gökkuşağı Partisi: Yunanistanlı ulusal Makedonlar tarafından kurulmuş olan küçük azınlık partisi; 2001 yılından itibaren Avrupa Parlamentosu EFA (European Free Alliance) grubunun üyesidir. Partinin yayın organı aylık dergi Zora, birkaç sayı çıktıktan sonra olanaksızlıklar yüzünden kapanmıştır.
8- Marios Ploritis: Atina’nın büyük gazetelerinden To Vima’da ünlü köşe yazarı. Koyu milliyetçi görüşleriyle bilinen Plorrtis’in söz konusu makalesi, Yunanistan ile Makedonya Cumhuriyeti arasındaki gerginliğin doruğa ulaştığı bir dönemde yazılmıştır. Yunanistan’ın Makedonya Cumhuriyeti karşısındaki tavrı, tüm Avrupa Birliği’nde olduğu gibi, Almanya’da da eleştirilere konu olmuştu.
9- Burada Yunan Dışişleri Bakanı Theodoros Pangalos’tan söz edilmektedir.
10- Vasllis Rafilidis Sinema eleştirmeni, gazeteci ve yazar. Batıtrakyalı Yunanlıların şovenizm taşkınlıklarıyla alay ettiği bir yazısında, bölge Yunanlılarının Eski Yunan kanı taşımadıklarını iddia etmişti (1992). Başta yerel kilise olmak üzere Trakya Yunan derneklerinin öfkesini üzerine çeken Rafailidis, aleyhinde açılan davada bu sözü yüzünden 7 ay hapis cezasına çarptırılmıştı.
11- Vardinoyannis ve Laçis: Petrol ticaretiyle uğraşan iki Yunanlı armatör.
12- Kondilis Panaglotis: Politolog ve yazar “Savaş Kuramı” başlıklı son kitabında bir Yunan Türk savaşının kaçınılmaz olduğunu ve bu savaşta galip gelmesi için Yunanistan’ın hazırlıklarını yapıp geç kalmadan ilk darbeyi vurması gerektiğini savunuyordu.
Bibliyografya
1. Rustem and Brother, (1998): Excerpta Cypria For Today Edited by Andrew Faulds M., P., Lefkosha-lstanbul-London The Friends of North Cyprus Parliamentary Group The House of Commons, London SW1, ISBN 9963-565-09-3.
3. Oberling, P., (1982): The Road to Bellapais, Social Science Monographs, Boulder Distrubuted by Columbia University Press, New York, ISBN 88033-0000-7.
4. Report of the Secretary-General to the Security Counsil on the United Nations Operation in Cyprus, Document S/5950, 10 September 1964.
5. Gibbons, H., S., (1997): The Genocide Fileş Chales Bravos, Publishers, London, ISBN 0-9514464-2-8.
6. Report of the Secretary-General to the Security Counsil on the United Nations Operation in Cyprus, Document S/5764, 15 Juni 1964.
Dr. Georgios Nakracas, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni: 1922 Emperyalist Yunan Politikası ve Anadolu Felaketi, Çev: İbram Onsunoğlu, Belge Yay., Şubat-2003, İstanbul.