Sanatsal Kültür Bunalımı – Aziz Çalışlar

Sanatsal Kültür Bunalımı - Aziz Çalışlar


“Ülkemizde sanatsal yaşamın bugünkü gelişmesi içinde yeni bir olguyla karşılaşıyoruz: ‘Kastelli Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurulmasıyla birlikte artık bankerliğin de sanatsal yaşam içinde yerini alması.’ ”

Nitekim, kısa bir süre içinde, “Kastelli Kültür ve Sanat Vakfı” etkinlikleri kamuoyunda öylesine “saygın” bir yer edindi ki, “Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri” dolayısıyla, “tiyatroya alan katkıları (altını ben çizdim – A.Ç.) nedeniyle Bankerler Kastelli’ye jüri özel ödülü verildi.” (2) (Tiyatroya ya da sanata katkının aslında ne demek olduğunu burada tartışma konusu etmeden, şunu hemen belirtelim ki, “menkul değerler kralı”nın birtakım tiyatro ve sinema yapıtlarını satın alarak, parasını gayrımenkule yatırma yoluyla tiyatro ve sanata katkılarını daha da arttırmakta olduğunu görmekteyiz.)

Bu arada, “duygusal bir adam olarak şiir bile yazan” (3) Kastelli’nin sanata olan yatkınlığının, sanatın kendi yaşamına etkisi ve yol göstericiliğinin aslında Gorki’den kaynaklandığını da öğreniyoruz: “Dedim ya,” diyor Kastelli, “Gorki’nin ‘Ekmeğimi Kazanırken’ eserinin çok tesiri altında kalmışımdır. Çok hareketli oluşum, geçinmek için ekmek parası peşinde koşmam, kazandıkça kazanma hırsımı kamçıladı, yenilik ihtiyacı hissettim, Borsa Acentası olarak çalışmaya başladım.” (4) Gorki’den esinlenen Kastelli, bu eylemini ve konumunu da şöyle açıklıyor: “Ben aracıyım. Komisyon alıyorum. Yani ben Lüks Nermin’im. Zampara (yani, bankalar – A.ç.) ile orospu (yani, halk, tasarruf sahipleri A.Ç.) birleşiyor (yani, bankalar halkın ırzına geçiyor A.Ç.). ben parasını alıyorum.” (5)

Ülkemizin sanatsal kültürüne bu yolda “katkılarını” sürdürme olanağını bulan Kastelli, aslında kendi eylemi içinde hiç de haksız değil. Çünkü, ülkemizde sanatsal kültür bunalımına çözümler arayışında “tek seçenek” gibi görünen büyük kuruluşların kültürel etkinliklere yön vermesi konusundaki bilimsel araştırmalar da bunu gösteriyor. Örneğin “bankaların ve büyük sınai-ticari kuruluşların kültürel girişimleriyle ilgili olarak kültürel etkinliklerde malî, sınaî ve ticarî büyük kuruluşların işlevi ne olmalıdır?” konusunda İş Bankası’nın açtığı yarışmada ödüller alan araştırmacı yazarlar, başlıcalıkla da Metin And, çözümü “Kültür ve Sanat Vakıf”larının kurulmasına bağlarken, getirdikleri öneriler de (“Sanat Kimindir?” yazımızda alıntıladığımız üzere) “Kastelli Kültür ve Sanat Vakfı”nın amaçlarıyla ve programıyla oldukça uyuşmaktadır. Kaldı ki, Metin And, “varlıklı kişiler de varlıklı olmayanlar da sürekli tablo alımına yatırım yapıyorlar. Burada bir boyluk yoktur, işte genel eğilime uyup da yardımı zaten karşılanmış bir alana yöneltmek yerine yeni alanlara yönelinmelidir” (6) diyerek, malî-ticarî kuruluşların bu yoldaki etkinliklerini tiyatro alanına kaydırmaları gerektiğini vurgularken, öte yandan, (hayretimi mazur görsün) Emre Kongar da aynı saptamayı yaparak diyor ki: “Türk sanatçılarına önem veren bir koleksiyonculuk merakı bir moda olarak büyük sermaye kuruluşlarını ve sermaye sahiplerini etkilemiş gibi. Plastik sanatlar açısından sevinilecek bir durum hiç kuşkusuz. Aynı sevinci gösteri sanatları açısından paylaşmak ise olanaksız… Gönül istiyor ki, büyük sermaye, biraz da “tiyatro”yu desteklesin.” (7)

Dolayısıyla, Kastelli, doğrusu üstüne düşeni yapmaktadır: 1) Kültür ve Sanat Vakfı kurmuştur, 2) Büyük sermaye olarak tiyatroyu desteklemiştir, 3) “Tiyatroya katkıları nedeniyle”de, değerbilir kamuoyumuz tarafından “ödüllendirilmiş”tir.

SANATSAL KÜLTÜRÜN YÖNLENDİRİLMESİ SORUNU

Hiç kuşkusuz, toplumca bir “geçiş dönemi”ni yaşamaktayız; buna, “3. Cumhuriyet’e Geçiş” de diyebiliriz. Yeni ekonomik belirlenmenin uzantısında yeni bir üstyapısal düzene geçişi gösteren bu dönem, bizce toplumumuzun kendi tarihsel gelişim süreci içindeki bir dönüşüm noktasını oluşturmaktadır. Şöyle ki, nasıl 1. Cumhuriyet kendi ekonomik dayanaklarını 1. İzmir İktisat Kongresi’nden alarak, ekonomi politikasını ülkemizde kapitalizme geliştirmeye yönelik bir devletçiliğe bağlamışsa; gelecek günlerde varolacağını sandığımız 3. Cumhuriyet de kendi ekonomik dayanaklarını 24 Ocak kararları ile 2. İzmir iktisat Kongresi7nden alarak, ekonomi politikasını liberalizme bağlamış görünmektedir. Ne var ki, “rüştünü ispatlama”ya çalışan ülkemiz kapitalizmi, (burada Steinbeck’in Leny tipini anımsayalım) büyümüş ama gelişmemiş olduğu için, devletin eşgüdümcü-yönlendirici rolüne (yani, büyük sermaye, sınaî, malî ve ticarî kuruluşlar arasında çıkar uyumunun düzenlenmesine) ihtiyaç duyacaktır. Ama kesin bir gerçek varsa, o da bu “geçiş dönemi”nde kapitalizmin devletçilikten göbek bağını iyiden iyiye kopararak özerkleştiğidir.

Bunun sanat ve kültür yaşamındaki gelişim sürecini yine “Sanat Kimindir?” başlıklı yazımızda görmeye çalışarak, toplumumuzun sanatsal yaşamında devletçilikten bankerliğe nasıl gelindiğini saptamıştık. Kısaca özetlemek gerekirse, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında nasıl kapitalist gelişme devletçilik eliyle yönlendirilmeye çalışılmışsa, sanatsal-kültürel yaşam da yine devletçilik eliyle geliştirilmeye ve yönlendirilmeye çalışılmış ve bugün nasıl devletçilik kapitalizmden elini çekmeye başlamış, onun yerini liberalizm almışsa, sanatsal-kültürel yaşamda da devletçiliğin etkinliği ve yolgöstericiliği gitgide ortadan kalkarak, yerini özel teşebbüsçülüğe bırakmaya başlamıştır.

Bunun en son somut bir örneği, Kültür Bakanlığı’nın yine kaldırılarak, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’na bağlanışı; daha doğrusu, tümüyle büyük sermaye kuruluşlarının etkinliği alanına devredilmeden bir “yed’i emine tevdi edilerek”, sözünü ettiğimiz “geçiş dönemi” içinde yerinin belirlenmesidir.

İşte bu “geçiş dönemi” sürecinde, kanımızca, sanatsal kültürün yönlendirilmesi boşluğu ve dolayısıyla bir sanatsal kültür bunalımı doğmuştur.

Hiç kuşkusuz, büyük kuruluşlar bu alandaki yerlerini almışlardır, ama bu etkinlikleri üstlenişleri henüz “resmîlik” kazanmadığı gibi, daha önce de sözünü ettiğimiz üzere, kanımızca, devletin eşgüdümcü-yönlendirici rolüne de son derece ihtiyacı vardır. bu nedenlerdendir ki, kamuoyumuzda da sanatsal kültürün nasıl yönlendirileceği ya da yönlendirilmesi gerektiği üstüne ciddî bir görüş alışverişi ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Ne var ki, temelinde bu görüşlerin çıkış noktası, devletin bu tür etkinliklerden artık elini eteğini çekmesi gerektiği; daha doğrusu, toplumumuzda sanatsal-kültürel etkinliklerin devletçe yürütülmesi deneylerinin başarısızlıkla sonuçlandığıdır. Yalnız şunu da hemen belirtelim ki, özellikle Kültür Bakanlığı olgusu çevresinde odaklanan bu tür temelden eleştirilerin bir nedeni, burada “devlet”in değil, “hükümetler”in yetersiz ya da çelişkin tutumları ile bürokratik engellemelerdir. Yani, sonuç şudur: “Türkiye’nin bir kültür politikası olmadığı çok söylenmiştir. Aslında bu yanlış bir yargıdır. Türkiye’nin bugün, kültür alanında resmi bir politikası vardır. bu politika getirdiği kısıtlamalar ve sınırlamalar yoluyla, kültürel değişme ve gelişmeyi önlemektedir. Böylece de her türlü sanat etkinliği de engellenmektedir. Aslında Türkiye’de demokrasi ile belirlenen yeni politikacı tipi sade bir sanat bilgisizliği değil, aynı zamanda bir sanat düşmanı olarak ortaya çıkmıştır.” (8) emre Kongar da (haklı olarak) şunları söylemektedir: “işte, hem amacı ve doğrultusu tartışmalı olan bugünkü güdümlemeyi önlemek, hem de yaratıcılık üzerindeki olumsuz etkileri ortadan kaldırmak için sanat ve kültür etkinlikleri hükümet denetiminin dışına çıkarılmalıdır.” (9)

Dolayısıyla, gündemdeki sorun, bizce, 3. Cumhuriyet’e geçiş süreci içinde doğan boşlukta, ileriye yönelik olarak, sanatsal-kültürel yaşamın toplumumuzda nasıl yönlendirileceği sorunudur.

“ÜLKELERİN KÜLTÜR POLİTİKALARI”

Sanatsal kültürün yönlendirilmesi konusunda ışık tutabilmek için “Milliyet Sanat Dergisi” uzunca zamandır yayında bulunarak yabancı ülkelerin kültür politikalarını ve sanat yaşamlarını bizlere yakından tanıtmaya çalışmaktadır. Konumuz dolayısıyla, genelinde bu yazılardan çıkarsadıklarımızın bir değerlendirmesini yapmayı burada oldukça yararlı görüyoruz.

Yalnız hemen şunu belirtelim ki, söz konusu yazı dizisinde tanıtılan ülkeler, biri dışında (Macaristan), tümüyle ileri gelişmiş kapitalist Batı ülkeleridir. Dolayısıyla, bizde ülkemizde sanatsal kültürün yönlendirilmesi ve biçimlendirilmesi sorununu, bizlere – genelinde – tek seçenek olarak sunulan bu ileri kapitalist Batı ülkelerine bakarak ana çizgileriyle değerlendirmeye çalışacağız.

Özellikle Batı Avrupa ülkelerinin sanatsal kültür yaşamlarında insanı sindirecek şu özelliklerle karşılaşıyoruz: 1) Demokratiklik; 2) Siyasal özgürlük; 3) Çoğulculuk. Sözgelişi, İngiltere Kültür Bakanı şöyle diyor: “^Siyasal gerekçelerle sanata hiçbir kısıtlama getirilemez… Sanat kurulu tamamen siyaset dışı bir kuruluştur. Siyasal düşüncelerle atanmamıştır… Çok farklı siyasal inançları olan bakanlar bu geleneği sürdürebilmişlerdir.” (10) Fransız Kültür Bakanı’nın sözleri ise şöyle: “10 Mayıs seçimlerinin sonuçlarını işçi sınıfına borçluyuz, bugüne dek sanatsal etkinliklerden en uzak bırakılmış sınıfa… Tek model yok! her tür sanata yollar açık: Herkese seçim hakkı! Herkese yaratma hakkı!… Her modern devlet, merkeziyetçiliğin açtığı yaraları sarmak… zorundadır.” (11)

Burada, ülkemizdeki değerlendirmelere bakarak saptayacağımız ilk olgu şu. Burada, alıntıladığımız iki kişi de, bizde kaldırılması ya da işlevinin en aza indirilmesi gerektiğine inanılan Kültür Bakanlığı’nın başında bulunan kişiler. O halde, nasıl oluyor bu? Çünkü, Batı Avrupa ülkelerinde hükümetlerle devlet politikası arasında bir çelişki doğmuyor. Bizde, hükümetler kendilerini “devlet” yerine saydıkları kadar, “devlet”in görevini de yerine getiremiyorlar. Niye? Çünkü, burjuvazi kendi önderliğinde ulusal bütünlüğü kuramamıştır. Türkiye’de kapitalizmin kendi karmaşık iç çelişmeleri yüzünden; bir başka deyişle, “ekonomide liberalizm – ideolojide konservatizm” düsturu ile “ekonomide konservatizm – ideolojide liberalizm” düsturu arasındaki çelişmeler yüzünden siyasal iktidarların sanatsal kültür alanındaki etkinlikleri çelişmeler içinde yüzmüştür. Bu nedenle Kültür Bakanlığı, ne devletçilik eliyle sanatsal kültüre tutarlı ve uzun erimli bir yön verebilmiş; ne de kendi dışında kalan sanatsal-kültürel etkinlikleri eşgüdümleyerek örgütlendirebilmiş, düzene koyabilmiştir.

Bizce, Batı Avrupa demokrasi ve burjuva devlet düzeni geleneğine sahip olmayan ülkemizde, bu bağlamda, sanatsal-kültürel etkinliklerde 1) Demokratiklik; 2) Siyasal özgürlük; 3) Çoğulculuk beklemek oldukça zordur. Ekonomik gelişme ile toplumsal bilinçlenme arasında uzlaşmaz çelişkiler yüzünden sık sık “rejim bunalımları”na düşen ülkemizde, bu tür sanatsal-kültürel yönlendirme seçeneklerinin gerçeklik kazanması, bizce, “eşyanın tabiatı” olarak olanaksız görünmektedir.

Yine Batılı ülkelerin kültür politikaları ve yönlendirilmesi sorununa döndüğümüzde şunu da açıklıkla görmekteyiz. Sözgelişi, bugün büyük bir “kültür patlaması” olarak nitelendirilen Fransa’daki duruma baktığımızda, büyük bir atılım sonucu Fransa tarihinde ilk kez olmak üzere, devlet bütçesinin yüzde biri’nin (altını ben çizdim – A.Ç.) kültür ve sanata ayrıldığına tanıklık ediyoruz. (12) Şaşmamak elde değil! Nasıl oluyor da 6 milyar Fransız frangı tutan bu kültür-sanat bütçesi genel devlet bütçesinin yüzde birini oluşturabiliyor? Hiç kuşkusuz, yerel yönetimlerin sanat ve kültüre katkılarını saymazsak, özel teşebbüsün buradaki rolünü açıklıkla görebiliriz. Nitekim Kanada’da “sanata ve sanatçıya olan yardım ve desteğini kurumsallaştırmış (altını ben çizdim – A.Ç.) olan özel sektör”, “sigorta şirketlerinden dev çelik fabrikalarına, çiklet üreticisi firmalardan ayakkabısı sanayiine, ilaç firmalarından bankalara kadar, hemen her alanda sanatın koruyuculuğunu, örgütsel çabalarla yürütmekte, yol gösterici sorumluluğunu türlü örneklerle göstermektedir.” (13) Hollanda’da “Sanat ve Endüstri Vakfı” adlı kuruluş, sanat dünyası ile endüstri dünyasını birbirine yakınlaştırma çabalarını yürütmekte, sanatçılar adına, endüstri kuruluşlarıyla ilişkiler kurmaktadır.” (14) “İngiltere’de de bir sanat gösterisine ilişkin duvar duyurusunda çoğu kez, tanınmış sigara markalarının, sanayi kuruluşlarının adlarını da görmek olası.” (15)

Bu durumda, Batı Avrupa’da sanatsal-kültürün yönlendirilmesi biçiminin altında yatan ana nedenler de açıkça ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki, birer “sanat merkezi” olarak İngiltere (Londra) ve Fransa’nın (Paris’in) “sanat ticareti”nden edindikleri kârlar olağanüstüdür. İşte bizde özlenen durum da yaklaşık olarak bu, kanımızca: Gelişmiş bir kapitalizm ve onun önderliğinde yönlendirilecek olan sanatsal-kültür yaşamının devlet eliyle eşgüdüm içine konması. Ne var ki, ne bizim kapitalizmimiz o denli ileri, ne de sanatsal yaşam trafiğimiz. İleri kapitalist ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasındaki fark gitgide açıldığına göre, ne Batı Avrupa’nın ekonomik, ne de kültürel zenginliğine bu yoldan ulaşamayacağımız bizce açık bir gerçek gibi görünüyor.

Öte yandan, yine “Ülkelerin Kültür Politikaları”ndan öğrendiğimize göre, “Sartre’ın önerdiği existentialiste çizgide gelişen Japonya’da resmî bir Japon Kültür Politikası’ndan söz etmek kolay değil.”(16) Demir Özlü ise, “önce İsveç’te kültür ve sanat yaşamının, toplumda, en önde gelen bir yaşama biçimi olmadığını söyleyeceğim,” diye söze başlayarak bizi yine iyice şaşırttıktan sonra, “bu toplumda kültür ve sanat yaşamı, bir ölçüde, arka planda yer alır. Çünkü en modern ölçüde teknolojik bir toplumdur İsveç,” diyor. Bu arada İsveç’te düşünce özgürlüğünden söz ederken, “İsveç’te sanatçının düşünce ve yaratma özgürlüğünün tam olduğu”nu aktarmakta, ama, “basın radyo ve TV’nin tekeller elinde olduğunu belirttikten sonra, kamuoyunda ‘beyin yıkama’ diyebileceğimiz, düşünsel kategorilerin oluşturulduğunu sözlerine eklemekte, böylece, Batı Avrupa’da sanatsal düşünce özgürlüğünün gerçek yüzüne değinmektedir.” (17) [Nitekim, bir yazımızda biz de Batı Almanya’daki bu durumu göstermeye çalışmıştık. (18)]

Hiç kuşkusuz, Batı’da sanatsal kültürel yaşamın özündeki vahimliğin ABD’de billurlaştığını görmekteyiz: “Amerika Birleşik Devletleri’nde sanatın ve sanatçının durumuna yön veren başlıca gerilim, bireyci dünya görüşü ile kitle kültürünün istekleri arasında yer alıyor. Bir yandan sanatçının yaratıcılığına hemen hiçbir yasal sınır çekmeyen bir özgürlük ortamı, öte yandan belirli özleri belirli formüllere dökmeye zorlayan bir pazar… Pazarın sert koşulları sanatçıları tek boyutlu bir standartlaşmaya iterken, ülkenin zenginliği ve bireyci ideolojisi her çeşit akıma ve yaklaşıma bir ölçüde varolma hakkı veriyor… Ama her şeyden önce kitle sanatı var.” Bu görüşe göre, “geleceğin sanayi-ötesi toplumunda eleştirel boyutundan sıyrılamamış, tüketim için paketlenmemiş sanata yer kalmayacak.” (19)

Doğrusu, gerek “sanayi kültürünün bütün çelişkilerini yaşayan Batı Avrupa’daki sanatsal-kültürel yaşama baktığımızda, gerek “sanayi-ötesi” ABD’deki sanatsal-kültürel yaşamdaki bu “tekboyutluluğa”, “standartlaşma”ya baktığımızda, sanatsal-kültürel yaşamın bütünlükle sermayenin baskısı altında yaşadığı gereğiyle karşılaşmaktayız. Andre Malraux’nun öncülüğünde gerçekleştirilmeye çalışılan sınıflararası “kültürel yakınlaşma” politikası dolayısıyla, Avrupa’da her ne denli “kitle kültürü” olgusunun üstü örtülmeye çalışılıyorsa da, temelde, “tüketim kültürü” ya da “kültür endüstrisi” olgusu ABD’de olduğu gibi, yine bütün çıplaklığıyla karşımıza çıkmaktadır.

Bu “kitle kültürü”nün tekelci kapitalizmin uluslararası niteliğinden ötürü hem o belli ülkenin halkı üzerinde, hem de kendilerine bağımlı kıldıkları öbür halklar üzerinde uygulama alanı bulmasının sonuçları ise herkesçe bilinmektedir. [Bir başka yazımızda (20)irdelemeye çalıştığımız bu kültürel sorun üstünde burada durmayacağız.]

“Ülkelerin Kültür Politikaları” yazı dizisinin ortaya oyduğu gerçeklerden en ilginci ise, hiç kuşkusuz, Macaristan’la ilgili olanı. Toplumcu bir ülke olan Macaristan’dan daha önce üstünde durduğumuz ülkelerdeki gibi ne “kitle kültürü”, “tüketim kültürü”, “kültür endüstrisi”, “kültür bunalımı” gibi olgulardan söz ediyor, ne de dolayısıyla büyük sermayenin sanatsal-kültür yaşamını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirişinden. Bu yazıdan öğrendiğimize göre, “kültür ve sanatta nitelikle niceliği uzlaştırmaya çalışan bir ülke” olan Macaristan’da “ülkenin dört bir yanındaki işçi, köylü kesimlerinden, başkentin en seçkin aydınlarına uzanan çok geniş bir etkinlik alanı” içinde sanat; “yaratıcıların özgür yaratmaları karşısında devletin resmî politikası engelinden çok halkın beğenisi engeli ön plana çıkıyor.” Sanatsal etkinlik rakamları ise şaşırtıcı: “2.600 amatör tiyatro grubu, 1.000 amatör orkestra, 2.000 halk dansları grubu, 1.800 amatör fotoğrafçılık kulübü, 500 amatör kukla tiyatrosu, 20.000 kütüphane, 500 müze…” (21) vb. Yani, sonuç: Sanat satılık değil!.. Bu ülkede toplumcu anlayış yönlendiriyor sanatsal-kültürel yaşamı ve etkinlikleri.

KÜLTÜREL ETKİNLİKLER VE BÜYÜK KURULUŞLAR

Ülkemizde büyük kuruluşların sanatsal-kültürel yaşamı yönlendirmeye kendilerini tek aday olarak ortaya koymaya başlamaları genel kamuoyumuzca bilinen bir gerçek. Ne var ki, bu konuda deneyimsiz olduğu için, bu türden etkinliklerini düzene koyma ve “devlet”in başarısızlıklarına karşı “başarılı bir programla” çıkma kaygısında, İş Bankası’nın bu konuda düzenlediği araştırmalarsa yayınlanmış bulunuyor. Konumuz gereği, bu “ciddî” araştırmalara da değinmek zorundayız. Önce, Metin And, önerilerini öne sürmeden “kültürün tanımı”na eğilerek çok ilginç düşünceler sergiliyor. Sözgelişi, “UNESCO’nun genel yönetmenlerinden Rene Mahueu de kültürün tanımından kaçınmanın doğru olacağını belirtmiştir” (22) diyor. (Herhalde altından bir çapanoğlu çıkacak!) Daha sonra ise şu alıntıyı yapıyor And, “R. Williams Culture and Society (Kültür ve Toplum) adlı kitabında kültür kavramının çağdaş anlamını şöyle tanımlıyor: Makine ve piyasaya karşı bireyin toplum içinde kökleşmesi, insanın önemsiz bir aygıt, makinenin bir parçası durumuna indirgenmesine karşı yaşamsal bir direniş, bir başkaldırma” (23) (İleri gelişmiş kapitalist toplumlarda yaşanan “kültür bunalımı”; maddî kültür ile manevî kültür arasındaki derin çelişki bundan daha iyi açıklanamaz sanırız). And’ın asıl önerisi ise şu: “Çağcıl vakıfçılığın yurdu ABD’de özel kesimin kültür ve sanatlara büyük yardımlarının yanı sıra kamu kesiminin yardımı yok gibidir… ABD’de büyük bankalar, sigorta şirketleri, devletlerin bile altından kalkamayacağı büyük kültür, sanat yapımlarını desteklerler… Ford ve Rockefeller gibi dev vakıflar en çok sanatlara ve kültüre yönelen vakıflardır… Bu iki vakıf ayrıca uluslararası niteliktedir… Vakıf yolunu seçmenin sayısız yaraları vardır” (24)

Yazımızın bir önceki bölümünde “Ülkelerin Kültür Politikaları”ndan örnekleri aktarırken, ABD ile ilgili değerlendirmeleri anımsarsak, Sayın And’ın değerlendirmeleri ile bu değerlendirmeler arasında ne denli derin ve uzlaşmaz çelişkiler olduğunu hemen görürüz: Hayırsever vakıflar ve standartlaşmış kitle kültürü! Tümünü bir yana bırakalım, yani kuramsal boyutlarını bir yana bırakalım, (Sayın And’ın da bildiği gibi) vakıfların içyüzünü bilmeyen dünyada kalmamıştır, hele büyük şirketlerin.

Sayın And, bu büyük vakıflara bakarak, bir de “devletin bile altından kalkamayacağı” sanatsal-kültürel etkinliklerin bizde de vakıflar ve büyük kuruluşlarca yapılması gerektiğini öneriyor. Doğrusu şaşılacak şey! (Tabii, İş Bankası dışında) Birçok bankanın aslında “zarar” ettiği günümüzde, büyük kuruluşların “yüksek faiz” altında ezildikleri ülkemizde, yani, kendilerini kurtarmanın yolunu araştırdıkları bir dönemde, nasıl olur da bu kuruluşlar tüm bir Türkiye’nin sanatsal-kültürel etkinliklerinin altından kalkabilirler? ABD’deki “sanat ticareti”nin boyutları ile Türkiye’deki birbiriyle kıyaslanabilir mi? “Sanat cenneti” olarak gördüğümüz Paris’i bile “kurutan”, özellikle Avrupa’nın plastik sanat ticaretini “iflas” ettiren ABD kapitalizminin bir de bu “uluslararası” niteliğinin getirdiği sorunlar akla gelmiyor mu hiç? (Sayın And’ın herhalde çok iyi bildiği biçimde) ABD vakıflarının bu “hayırsever” işlere sırf “vergi bağışıklığı” için bulaştıkları, ayrıca bunun ticaretini yaptıkları hiç düşünülmüyor mu? Sanatın korkunç bir “kâr mekanizması”na nasıl dönüştüğüne bir alıntıyla örnek vereyim: “Amerika Birleşik Devletleri ve öbür Batılı ülkelerde büyük şirketler haftanın 6 günü sürekli sanat eseri satışı yaparlar. 1979’da Uluslararası Sanat Müzayede ticaretinin Londra’daki iki devi olan Sotheby ve Christie’nin toplam kârı 702 milyon doları (100 milyar lirayı A.Ç.) bulmuştu.” (25) Gerçi ülkemizde bu yolda ilerlemeden memnun Sayın And, (yazımızın başında da değindiğimiz gibi) plastik sanatlar alanının artık özel esime geçmiş olmasından ötürü, öbür sanat alanlarına yönelinmesi gerektiğini öneriyor (yalnız şunu hemen belirtelim ki, bir sanatsever olduğuna inandığımız Sayın And bugün Türk resminin ustalarından bir resmi görmeye kalksa mutlaka banka banka dolaşmak zorunda kalacaktır. Kendisi bu imkânı belki İş Bankası deposunda bulabilir, ama ya başkaları?)

Ne var ki, Sayın And, şirketlerin, büyük kuruluşların bu yoldaki etkinliklerinin amaçlarının başında “sanatlarda yüksek düzeyde niteliği geliştirmek, daha da yükseltmek” olduğunu söylüyor. İyi ama, sanatın bir meta, bir ticaret ve kâr aracı olduğu bir düzen içinde, sanatın niteliğini belirleyecek olan ölçüt nedir? “Parayı bastırma” ile “sanatsal nitelik” arasında doğru orantı nasıl kurulur? Sanat ticaretinin gelişmesi ile sanatsal niteliğin yükselmesi ne yazık ki çelişkin bir ilişkidir.

Pek tabii, Sayın And, yukarıda belirttiklerimizi çok iyi bildiğinden, yani Türkiye’de sermayenin güçsüzlüğünü, bilgisizliğini kavramış olduğundan, büyük kuruluşların kendi aralarında örgütlenmesi ve devlet aracılığıyla eşgüdüme sokulması gerektiğini, hele en güzeli, kurulacak bir “büyük kuruluşlar – devlet” üstü bir “vakıf”la bu sorunların çözümlenebileceğini söylüyor. (Tabii, böyle bir kuruluşun başına da “münasip” kişiler getirilmesi koşuluyla.)

SONUÇ

Ülkemizde sanatsal kültürün yönlendirilmesi ve kültür politikası seçenekleri üstüne yaptığımız bu genel değerlendirme sonunda şu gerçeklerle karşılaştığımızı sanıyoruz:

1- Ülkemizde sanatsal-kültür’ün yönlendirilmesinde devletçilik dönemi bitmiştir, “liberalizm” dönemi başlamıştır.

2- Tıpkı KİT’lerin özel teşebbüse devri gibi, sanatsal yaşamın da özel teşebbüse devredilmesi öngörülmektedir.

3- Yalnız, ülkemizde özel teşebbüsçülüğün ya da büyük kuruluşların gerek maddi, gerek kültürel düzeysizlikleri ve örgütsüzlükleri gözönüne alındığında, büyük kuruluşlar eliyle sanatsal-kültürel yaşamın örgütlenmesi ve yönlendirilmesi işi “devletin eşgüdümü”yle yapılmalıdır.

4- Bu arada, büyük kuruluşlar, bu önemli görevin bilincine vararak, ya Avrupa ya da ABD’deki meslektaşları gibi bu konuda çok daha etkin davranmalıdırlar.
Ne var ki, bu olgulara baktığımızda, yazımızın içinde de yer yer değindiğimiz gibi, ülkemizde sanatsal-kültürün bu yolla gelişemeyeceği açıktır. Çünkü:

1- Avrupa örneğinde görüldüğü gibi, sanatsal-kültürel etkinliklerin yürütülmesine eşlik eden a) Demokratiklik, b) Siyasal özgürlük, c) Çoğulculuk bizde henüz gerçekleşememiştir.

2- Gerek Avrupa, gerek ABD’de sanatsal-kültürel etkinlikleri sırtlayan büyük kuruluşların gücü, ülkemizdeki büyük kuruluşlarda olmadığı bir yana, kendileri zar zor ayakta durabilmektedirler.

Bu durumda, ortaya şu acı gerçek çıkmaktadır: Sanatsal-kültürel yaşam “yozlaşma”ya terk edilmiştir. Nitekim, Emre Kongar da bunu açıklıkla belirtmekte: Baskı, tekelleşme ve düzeysizlik sonucu 1982 bir karabasan mı olacak? sorusunu sormaktadır. (26) Kongar’ın seçenekleri iki: Ya sermaye aklını başını toplayacak, ya da lumpen kitlelerin egemenliği artacak. Ne var ki, (herhalde Kongar’ın da hak vereceği gibi) bu ikisi de aynı sürecin sonuçları. “Kitle kültürü”nün oluşum kaynağı “kitleler” değil herhalde, yine o aklını başına toparlayamayan sermaye! Öyle olmasa, en aklı başında sermaye ülkesi ABD’de (daha önce aktardığımız gibi), “kitle kültürü” maksimum noktasına varabilir mi? Çarpık (ve çarpık olmaya mahkûm) bir kapitalizmde sanatsal-kültürel yaşamın da gittikçe daha çarpık olmasından daha doğal ne olabilir?

Bizce sorunun doğru çözümü, ülkemizde gerçekten demokratikleşme etkinliklerin varedilebilmesine; yani, sanatsal-kültürel yaşamda “özerkleşme” hakkının yalnız “sermaye”ye tanınmamasına bağlıdır. Aksi takdirde, bugün her boyutuyla yaşanan “sanatsal kültür bunalımı”, kaçınılmaz olarak çok daha derinleşecektir. Bugünkü “lumpen”liğe ve “düzeysizliğe” çok yaraşan ifadesiyle Sayın Banker Kastelli’nin de belirttiği gibi, sonunda sanatsal-kültürel yaşamdaki hayırsever “aracılar”, “zampara ile orospu birleştirip, parsayı toplayacaklardır!”


NOTLAR
(1) “Sanat Kimindir?”, Aziz Çalışlar, Bilim ve Sanat Dergisi, sayı 10, s. 9, Ekim 1981.
(2) Cumhuriyet Gazetesi, Nisan 1982.
(3) Nokta Dergisi, sayı 9, s. 11.
(4) a.g.y., s. 13.
(5) a.g.y., s. 13.
(6) Kültürel Etkinlikler ve Büyük Kuruluşlar, Metin And, Ergun Şenlik, Erkan Canak; s. 79, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1981.
(7) “1982’de Kültür ve Sanatımızı Bekleyen Sorunlar: Köleleşme ve Düzeysizleşme”, Emre Kongar Milliyet Sanat Dergisi, sayı 40, s. 11.
(8) Kültürel Etkinlikler ve Büyük Kuruluşlar, s. 142.
(9) Kültür Üzerine, Emre Kongar; s. 131, Çağdaş Yayınlar, 1982.
(10) “İngiltere’de Kültür ve Sanat”, Nuri Çolakoğlu; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 41, s. 13.
(11) “Sosyalizm Bir Kültür Uygulamasıdır” Zeynep Oral; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 40, s. 8.
(12) a.g.y., s. 6.
(13) “Kanada Sanat ve Kültürün Onurlandığı Bir Ülkedir”, engin Aşkın; Milliyet S anat Dergisi, sayı 43, s. 27.
(14) “Hollanda Sanat Politikası…”, Ferit Edgü; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 48, s.24.
(15) “İngiltere’de Kültür ve Sanat”, Nuri Çolakoğlu; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 41, s. 13.
(16) “Japon Politikası: Herkese Yaşam Boyu Eğitim, Kültür, Sanat…”, Bozkurt Güvenç; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 42, s. 17.
(17) “İsveç’te Kültür ve Sanat”, Demir Özlü; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 44, s. 19,22.
(18) “Almanya Gerçeği ve Gerçekçilik Savaşı”, Aziz Çalışlar; Bilim ve Sanat Dergisi, sayı 3, 1981.
(19) “ABD’de Sanat ve Kültür”, Haluk Şahin; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 45, s. 26.
(20) “Kültür Sorununa Kuramsal Bir Yaklaşım”, Aziz Çalışlar; Bilim ve Sanat Dergisi, sayı 2, 1981.
(21) “Macaristan’da Kültür ve Sanat”, Vecdi Sayar; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 46, s. 18.
(22) Kültürel Etkinlikler ve Büyük Kuruluşlar, s. 8.
(23) a.g.e., s. 10.
(24) a.g.e., s. 26, 27, 29, 65, 69.
(25) “Menkul Değer Olarak Resim Sanatı”, Canan Çoker; Sanat Emeği Dergisi, sayı 28, s. 24, 1980.
(26) “1982’de Kültür ve Sanatımızı Bekleyen Sorunlar: Köleleşme ve Düzeysizleşme”, Emre Kongar; Milliyet Sanat Dergisi, sayı 40, s. 11.


Bilim ve Sanat, Temmuz 1982


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın