Ülkemizde aydın kavramını açıklamaya çalıştığımızda önce aydının genel niteliklerini tanımlayan ölçüler karşımıza çıkmaktadır. Aydının belli bir düşünce faaliyeti içerisinde olması, eleştirel bir yöne sahip bulunması gibi özellikleri en sık rastladığımız ölçülerdir.(1) Bu genel aydın tanımı dışında ülkemiz aydını kendini belli bir açıklama tarzı ile çerçevelendirmeye çalışmaktadır. Aydın kavramının başına getirdiği “Türk” ismi ona belli bir kimlik vermekte, ‘Türk aydını” tanımı ile genel aydının özelliklerine uyup uymadığı, benzerlik ve farklılıkları gösterme çabası içine girmektedir.
Ne elde bulunan genel aydını açıklayan özellikler ne de Türk aydınının “Türk” ismi içinde geliştikleri tarihsel ve toplumsal koşullardan ayrı düşünülebilir. Türk aydını da kendi açıklamasını bu koşullar içinde bulur. Sözünü ettiğimiz koşullarda kendisini arayan Türk aydını bugün kendini tanımlamada kullandığı Türk isminden farklı bir kavramla karşılaşır: Osmanlı Aydını. Tarihsel ve toplumsal anlamda mirasını reddettiği Osmanlı aydını “abisi” olarak karşısındadır.
Gerek Osmanlı aydını gerekse Türk aydını hem genel aydını hem de kendini tanımlarken esas ölçü olarak Batı aydınını almaktadır. Böyle olunca da ilk olarak Batı aydınından farktan karşısına çıkar. Aslında bu fark daha ilk adımda kavramın anlaşılmasında görülmektedir. Aydın sözcüğü-Osmanlı’daki deyişiyle münevver-Batılı anlamda “intellectuel”i karşılamamaktadır. Ayırımlar bununla bitmiyor. Batı’da aydının en önemli özelliği onun “endividualizm” olarak tanımlayabileceğimiz bir özelliğe değer vermesi(2) olarak tanımlanmaktadır. Bunun anlamı Osmanlı yada Türk aydınının birey olmadığı ve mensubu bulunduğu grubun değerlerinden ayrı olarak eleştirel yönü bulunmadığıdır. Eski değerler karşısında geliştirilmiş “kritik söylem”(3) Batılı aydına atfedilen en önemli özelliği oluşturmaktadır. Osmanlı-Türk (Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne aydınımızın taşıdığı ortak kimliği tanımlamak için bu kavramı kullanmayı tercih ettik) aydını ise Batı aydınının bu özelliğinin farkında olmalarına ve bu ölçünün kendileri için de evrensel bir formasyon olduğunu bilmelerine karşılık tümüyle böyle bir söylemin içinde oldukları söylenemez.(4)
Batı aydını sahip olduğu “insani gerçekliğin sahibi olarak” kabul eden bir anlayışa sahip olmadığı için aydınımız ne dün ne de bugün edebi alanda derinliği olan eserler verebilmekte ne de Batılı anlamda trajediler ortaya koyabilmektedir. Resim sanatında “fantastik öğeli” eserler yalnız bir şekil taklidinden ileri değildir. Hatta psikiyatristlerin reçetesi ve formülcü eğilimleri bu özellikten kaynaklanmaktadır(5).
Dünden bugüne Osmanlı-Türk aydınının ortak niteliği olmak üzere kabul edilen bazı özellikler bulunmaktadır. Günümüz aydınının da ortak kanısı Osmanlı-Türk aydınının Osmanlı’nın Batılılaşma serüveninin bir yan ürünü olduğudur. Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan, varoluşunu devlete borçlu olan bu yeni aydın toplumun üzerinde bir konuma sahiptir(6).
Gerçekte başından beri göstermeye çalıştığımız gibi -Osmanlı Türk aydınına dair özellikler açıklanırken Batı aydınıyla olan farkı vurgulandığı gibi her iki aydın tipinin kıyasını ve Batı aydınının lehine olmak üzere çeşitli suçlamaları da içermektedir. O halde şunu söylemek mümkün: Günümüz aydını Batı aydınına yeterince benzeyememekten de şikâyetçidir. Yani Batı aydını çeşitli “ideal” özelliklere sahiptir. Hatta belki de bu ideallik onun “özünde” bulunmaktadır. Oysa günümüz aydını bu bağlamda çeşitli eksikliklerle dolu, Batı aydınına ulaşması için epeyce uğraşması, bunun için de onun bilgi birikiminden yeterince faydalanması gereği de vurgulanmış olmaktadır.
Osmanlı-Türk aydınına dair sözünü ettiğimiz bu özellikler toplumumuzun tarihsel serüveni içerisinde açıklanabilir. Batı aydınının nitelikleri ve Osmanlı-Türk aydınının Batı aydınından olan farklılığı farklı tarihsel ve toplumsal gelenek ve serüvenlerden kaynaklanmaktadır. Biz bu farklılığın çerçevesini ortaya koyarak günümüz Türk aydınının kaygılarının nedenlerini açıklamaya çalışacağız. Bunu yaparken de Batı aydınının ortaya çıkışını, Batı’daki belli dönemde ortaya çıkan gelişmeler ve Osmanlı’nın da bu gelişmelerden ne biçimde etkilendiği ve hangi kaygılarla yeni bir insana ihtiyaç duyduğunu anlamaya çalışacağız.
Batı’da aydın kavramına karşılık gelen intellectuel sözcüğü 19.yy’da kullanılmaya başlanmıştır. Aynı yıllarda Osmanlı’da aydın sözcüğünün ilk şekli olan “münevver” sözcüğü yerleşmiştir. Kimliklerini aynı dönemde kazanmış olmalarına karşılık farklı süreçlerin ortaya çıkardığı iki ayrı kategoriden söz ediyoruz. Batılı “entellektüel” Yeni Çağ’ın Batı’da getirdiği bir dizi gelişmenin ürünüdür. Bu nedenle özelliklerini de bu çerçevede kazanmıştır. Batılı aydın kendi kimliğini ve zaferini Orta Çağ’daki sisteme ve bu sistemi eleştirerek Orta Çağ’ın bilgi tekelini elinde tutan Clericus’a (rahip) karşı kazanmıştır. Bilindiği gibi Orta Çağ’da Batı’da egemen olan düşünce tarzı Hıristiyan kilisesince belirlenmiştir. Siyasi anlamda bölünmüş, küçük feodal birimler hâlinde örgütlenmiş olan Batı’da kilise ve rahipler evrenselci (Katolik sözcüğünün sözlük anlamı evrenseldir) bir anlayışla Batı’nın ideolojik birliğini sağlama ve sürdürme görevini üstlenmiştir. Siyasi alanda da kadro oluşumunda iktidarlara destek sağlamışlardır.
Rahiplerin Batıda bilgi ve ideoloji tekelini ellerinde bulundurduklarını söyledik. Bunun en açık delili Latince’nin sadece belli bir kesimin anlayabileceği ölü bir dil olmasıdır. Bu da bize Orta Çağ Batı’sında bilginin belli ayrıcalıkları olan sınıfın tekelinde olduğunu ve yaygın bir biçimde kullanımda olmadığını göstermektedir. İşte Batı’nın yeni aydını böyle bir anlayışa karşı kimliğini kazanmıştır. Yeni bir insan tipini ortaya çıkaran ise Orta Çağ’da açmaz içindeki Batı’ya çözümün var olan egemen yapının dışında unsurlardan gelmesidir. Feodal Batı’da hem üretim (serf) hem de yönetim (aristokratlar ve rahipler) dışında var olan marj-dışı “baldırı çıplak” bir kesimden gelmiştir. Burjuvazi adını verdiğimiz bu yeni kesimin, coğrafi keşiflerin sonucu elde ettikleri büyük zenginlik, aristokratlar karşısında büyük bir güce dönüşmüştür. Hıristiyanlığın öngördüğü insan ve dünya anlayışı karşılaşılan yeni insanlarla ve yerlerle sarsılmaya başlamıştır. Bu da Hıristiyanlığın ve feodalizmin değerlerini sorgulamayı gerektirmiştir. Artık bilgi ve bilginin niteliği ve onu elinde tutan kişiler de değişmeye başlamıştır. İşte Batılı aydın bu yeni oluşumdaki yerini rahipler ve soyluların dışında belirledi. İncilin Latince olmasına karşı çıktı. Ulusal dilde yazılıp okunmasını savunarak ulusal kiliselerin oluşturulmasını istedi. İnsanın aklı ile her şeyin doğrusunu yapabilecek güçte olduğunu söyledi. Serbest rekabet için gerekli olan koşul buydu. Kilisenin evrenselci yasalarına karşı doğal evrensel insan hukukunu ve aklını, eski toplumsal ve siyasal hiyerarşiye karşı eşitliği ve özgürlüğü savundu. Ortaya çıkan kitap, gazete gibi iletişim araçlarından yararlanmayı bildi. Böylece halkla ve kitlelerle bağım kurdu ve sözünü onlar adına söyledi.
Bu düşünceleri savunanlar düşüncelerini yayınladıkları l’Encyclopedie ile duyurdular. Aydınlanma hareketi ise entellektüeli yarattı. Evet Batı aydını belli bir dönem devletten bağımsız olmuş ve eleştirel bir zihniyet oluşturmuştur. Bilgi tekelini kırmış, doğayı, evreni sorgulamış, elde ettiği yeni bilgileri geniş yığınlarla paylaşmıştır. Çünkü kendi doğruluğunu başka türlü onaylatması mümkün değildi.
Ancak o da sonuçta kilisenin evrenselci yerine kendi değerlerinin evrenselliğini savunmuştur. Düşüncelerini “bireysel” olarak ifade etmiştir. Fakat onun bireyliği burjuva sınıfına bağlı onun sözcüsü olma durumundan ileri gidememiştir. Özellikle burjuvazi kazanımlarını elde ettikten sonra sürekliliğinden kuşku duymaz hale gelince Batılı aydın da bu değerlerin savunucusu haline gelmişi,!. Bu değerler bazen hümanizm adına savunulurken bazen de Nazi Almanyası’nda olduğu gibi saldırgan bir milliyetçilik- ve ırkçılığa bürünmüştür.
Osmanlı-Türk aydınının ortaya çıkışına Osmanlı’nın Batılılaşma siyaseti ve Tanzimat çerçevesinde bakıldığını ve değerlendirildiğini belirtmiştik. Böyle bir yaklaşım boşuna değildir elbet. Yukarıda Batı aydınının tarihsel serüveninden söz ettik. Bu serüveni, arkasında Batı’nın toplumlararası ilişkilerde edindiği yer ile açıklamaya çalıştık. Osmanlı da toplumlararası ilişkilerde Batı ile belli bir biçimde sürekli ilişki içerisinde olmuştur. Batı’daki yeni gelişmeler Osmanlı’nın ve insiyatifinin dışında olmuş ama Osmanlı bu gelişmelere ilgisiz kalmamıştır. Çünkü belli bir dönem sonra bu gelişmeler Osmanlı’nın çatışma içinde olduğu Batı karşısında gerilemeye başlamıştır. Bu nedenle bu gerilemenin sebebini anlamak için 28. Mehmet Çelebi’nin Batı’ya (Paris’e) gönderilmesi boşuna değildir. Ülkemizde Batılılaşma hareketini III. Selim’le başlatmak adettir. Batılılaşma II. Mahmut devrinde en açık ifadesini Tanzimat’ın ilânı ile bulur. Tanzimat’ı getiren Batılılaşma hareketi sonucu sorunların çözümü olabileceğine inanılarak ülkeye aktarılan Batı tipi eğitim kurumlarından yetişen ve Babıâli Bürokrasisi’ni oluşturan Osmanlı devlet adamları olmuştur.
Batılılaşma hareketi görüldüğü gibi bir devlet politikası sonucu ortaya çıkmış ve uygulama şansı olmuştur. Osmanlı aydınının bizzat devlet içindeki konumu ve durumu ancak bu biçimde açıklanabilir. Bu sadece yeniyi temsil eden “münevver’ler için değil, daha önce Osmanlı’da geleneksel aydını temsil eden ulemâ için de geçerlidir. Ulemâ’nın Batı’da rahibe benzer bir şekilde ideolojik birlik sağlama görevi yoktur.
İlmiyye sınıfı içerisinde kendisini ifade eden ulemâ, devlet içinde yer almasına ve devletten maaş alan devlet memuru olmasına karşın, Enderun eğitimi ve devşirme sistemine dayalı yönetim kadrosuna sızamamıştır. Osmanlı kurduğu’ Şeyhülislâmlık kurumu ve fetva vasıtası ile iktidarın bölünmesine izin vermemiştir(7). Osmanlı’da da bilginin kutsallığı ve gizliliği bulunmaktadır. Ancak bu bilgiler devlet yönetimine ait ve devletçe saklanan bilgilerdir. Osmanlıca da bu bilgilerin devlet yönetimi dışındakilerin erişmemesi için iyi bir vasıta olmuştur. Tanzimat’ı getiren, daha sonra da Tanzimat’ın yetiştirdiği aydınlar varlıklarını devlet içinde kazandıkları için esas kaygıları devleti kurtarmak yönünde olmuştur. Amaç Osmanlı’nın devamını sağlamaktır. Bizzat devlet içindeki kurumlarda yetiştirilen aydın, öncelikle devlet memurudur. Devletin yeni siyasetinin yürütücüsü kadroların oluşturulması için kurulan Mekteb-i Mülkiye, Tıbbiye, Mühendishane gibi kurumlarda yetişen aydınların esas kaygısı devlet kademelerinde yer almaktır. Yeni yetişenler kalemiyye sınıfı, bürokrasi gibi alanlarda istihdam edilmektedir. Osmanlı aydınının düşünce çoraklığı içinde olduğu(8), ciddi bir düşünce-eylem çizgisi olmadığı söylenmektedir(9). Bir anlamda doğrudur bu. Ancak devlet kendi kurtuluşu için Batılılaşmayı bir siyaset olarak benimsediğinde aydının da çözüm olarak gördüğü Batı’dan çeşitli kurumların ve düşüncelerin ülkeye aktarılması dışında yapacak fazla bir şeyi yoktur.
Osmanlı aydını devlet içindeki kurumlarda ortaya çıktığı için toplumla bütünleşme diye bir kaygısı olmamıştır. Batılı aydın gibi gazeteyi, kendini ifade aracı olarak kullanmasına karşılık yüzü devlete dönük olmuştur. Devlet kadrolarına ve uygulamalarına yönelik yürüttüğü “eleştirel söylem” ise devletin varlığını sorgulamaya yönelik değildir. Ya Batılılaşmada yeterince yol alınmadığı (Günümüzdeki gibi) ya da eski kadroları yetersizlikle suçlayarak görevlere kendileri talip olarak yönelttikleri suçlamalardır. Kapı önü çekişmesi(10) olarak adlandırılan bu durum çeşitli biçimlerde karşımıza çıkmaktadır. Farklı siyasi merkezlerle ilişki kuran Osmanlı, bu siyasi merkezler arasındaki rekabete dayanarak dünya siyasetindeki önemini arttırma peşindedir. Ülke içindeki aydınların da tercihleri bu siyasi merkezler arasında bölünmüştür. Zamanın ihtiyaçlarına göre tercih ettikleri devletle işbirliği yapmak amacıyla iktidara ortak olabilmek için kendi aralarında çekişmektedirler.
Zamanla Osmanlı aydını sultanın yetkisini de sorgulamaya başlar. Meşrutiyet, meclis gibi kavramlar daha açık tartışılır hâle gelir. Batılı bir kurum olarak savunulan parlamento Osmanlı’da farklı siyasi tercihleri olan aydınların kendilerini ifade edecekleri bir kurum haline dönüşür. Bunun ilk örneği anayasanın ilk kez ilânı ve I. Meşrutiyettir. Fakat bu girişim siyasi yetkileri uzun süre elinde tutacak olan II. Abdülhamit tarafından engellenir. Aydınların sürgünü ile sonuçlanan bu dönemin bugün de hâlâ belli yargılarla anılması boşuna değildir.
Bir yanda Osmanlı aydınının halkın üzerinde yer aldığı, halkın da ona şüpheyle baktığı söylenirken diğer yandan da toplumu aydınlatma görevi üstlenmiş bir aynaya benzetilmektedir(11). Halkın öğretmeni aydın onun Batılı gibi olması için gerekli olanı yapmalıdır. Tepeden inmeci merkeziyetçi bir geleneğin devamcısı olan aydın hazır çözümlerin halka tanıtıcısı ve öğreticisidir.
Osmanlı aydınının Batı’dan çeşitli biçimlerde aktarıcılık yaptığını söyledik. Bunlar daha ziyade devletin kurtarılmasına yönelik bilgiler olmuştur. Tercümeler bu anlamda önemlidir. Bunların dışında özellikle gazetelerde yer alan çeşitli haberler haber niteliğinden önce Batı’yı tanıtmaya yönelik ansiklopedik bilgi niteliği taşımaktadır. Bu yolla tarih, coğrafya, ekonomi, fizik, mekanik, kimya, astronomi, tıp gibi alanlarda bilgiler basitleştirilerek yayma işinin yürütüldüğü söylenebilir. Fakat dönemin gazetelerinin tirajları düşünülürse kamuoyunda ne kadar yayıldığı tartışılabilir.
Halk ve kamuoyu kavramını Osmanlı aydını da kullanmıştır(Şinasi gibi). Dilde sadeleşme akımı belli düşüncelerin topluma aktarılmasına yönelik bir girişim olarak düşünülebilir. Fakat aydının halk karşısındaki tutumunda Cumhuriyet döneminde değişiklik olur. Bunun sebebi Batılılaşmayı savunan kesimin toplumun kurtuluşunu ve sorunların çözümünü toplumu Batılılaştırmakta görmesidir. Bu yolla Batılılaşma siyasetine toplum da dahil edilmek istenmektedir. Osmanlı aydını devletin nasıl kurtulacağını tartışırken Türk aydını ise toplumun nasıl Batılı olacağı yönünde yol gösterici olacaktır. Katıldığımız uygarlık Batı olduğuna göre öncelikle “muallimler” halka uygarlık götürülmesini üstleneceklerdir.
Günümüzde Türk aydını kendisini Batı aydınına göre tanımlama gibi bir çaba ve aynı zamanda açmaz içinde bulunmaktadır. Kendisine örnek almaya çalıştığı Batı aydının ortaya çıktığı dönemdeki özellikleri taşımamaktadır. Artık Batı düzeninin dünya üzerindeki savunucusu haline gelmiştir. Türk aydını da seçimini Batıdan yana yapmıştır. Bu noktada aktarmaların devam etmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle Türk aydını Batı’daki bir takım değişmeleri içeren düşünceleri yurdumuza aktarmaya ve bunları tartışmaya devam etmektedir. 60’larda devlet sosyalizmini savunan aydınlar şimdilerde sivil toplumculuk gibi tartışmalarla uğraşmaktadır. Kendi tanımını ve konumunu Batılı aydını ölçü alarak belirlemeye çalışan Türk aydını, Türk toplumu içinde Batı’nın ölçülerini esas almaktadır. Oysa Osmanlı’dan beri sorunlarımızın çözümü olacağı söylenen bu seçişin ne ölçüde başarılı olduğu bugün çeşitli yönleriyle tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmalarla birlikte Türk aydınının Batı karşısında “yeni” bir tanıma gitmesinin zamanı gelmiştir.
Bu tartışmaların başında Türk ve mirasçısı olduğu Osmanlı aydınına eleştirel anlamda yöneltilen “Batıcı aydın” suçlaması gelmektedir. Herhangi bir etnik kimliğin dışında siyasi bir tercihi belirten Batıcı aydın söylemi ne “Batılı” olabilen ne de kendi toplumuna ait sorunlar karşısında yeni bir şey söyleyebilen ve önerebilen bir aydın tipini tanımlamaktadır. Türk toplumunun dünya üzerindeki yerini “sözde evrensel” değerler içinde görmekte ısrar eden bu aydın tipi bazen “sivil demokratik toplumu” savunmakta hatta geçmişiyle barışmaktan, Türkiye Cumhuriyeti’nin açmazları karşısında II. Cumhuriyet’ten söz etmektedir.
Batıcı aydın ve Batı modernizminin karşısında görünen “Müslüman aydın” tipi ise bir yandan İslâm dinini en saf anlamıyla “ihya” etmek gibi bir söylem içindeyken diğer yandan modern sistemin siyasî, iktisadî ve ideolojik araçlarından yararlanmakta “formda İslâmî”, içerikte ise modern kalıpların yeniden üreticisi durumuna düşmektedir. Üstelik Batı’da modernizmin hem Batı’da hem de dünya üzerindeki varsayımlarına çeşitli eleştiriler yönelten post-modernizm gibi düşünce akımlarından yararlanmakta, konuya ait eserleri hızla dilimize kazandırmaktadırlar. Böylece Batı bu yolla hem kendi hem de bizim adımıza konuşma olanağı bulmaktadır.
Batı’yla hesaplaşmak günümüz Türk aydını için kaçınılmazdır. Batıcı aydından böyle bir yaklaşım beklemek hiç de gerçekçi değildir. Kendimizi doğru bir biçimde açıklamak kadar Batı’nın gerçek yüzünü tanımlamak da Türk aydınına düşen önemli görevler arasındadır. Tüm olumsuzluklara rağmen bunu yapabilecek güce sahip olduğumuza dair inancımız tamdır.
NOTLAR
1- Aydın tanımı konusunda bkz: Sabri ÜLGENER, “Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler”, Mayaş Yayınları, İstanbul, 1983, s. 63-72.
2- Şerif MARDİN, ‘Tanzimat ve Aydınlar”, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.284.
3- Şerif MARDİN, agm, s. 268.
4- Şerif MARDİN, agm, s. 286.
5- Şerif MARDİN, “Aydınlar Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi”, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s. 264.
6- Mehmet Ali KILIÇBAY, “Osmanlı Aydını”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C.I., İletişim Yayınları, s. 56-57, İsmet ÖZEL, “Tanzimat’ın Getirdiği ‘Aydın'”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi. C. I., İletişim Yayınları, s. 61,62.
7- Baykan SEZER, Türk Sosyolojisinin Ana Sorunları, Sümer Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1988, s. 140.
8- İsmet ÖZEL, agm. s. 63, 64.
9- Mehmet Ali KILIÇBAY, agm., s. 58.
10- Baykan SEZER, “Türk Sosyologları ve Eserleri I”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi I. Sayı, İstanbul, 1989, s. 25.
11- Mehmet Ali KILIÇBAY, agm., s. 57.
“Türk Aydını ve Kimlik Sorunu”, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, Bağlam Yay., 1995, İstanbul