Puşkin Üzerine Konuşma – Dostoyevski

Puşkin Üzerine Konuşma - Dostoyevski


Bir Yazarın Not Defteri’nin bu sayısında başlıca konu olarak sunduğumuz söylevi bu yıl Haziran ayının sekizinde, Rus Edebiyatını Sevenler Derneği’nin büyük toplantısında kalabalık bir dinleyici topluluğu önünde verdim. Konuşmam büyük tepki uyandırdı. Konu Puşkin, Puşkin’in önemi ve anlamıydı. Bir ara kürsüye çıkarak herkesin kendisine Islavcılar’ın önderi gözüyle baktığını hatırlatan İvan Sergeyeviç Aksakov konuşmamın başlı başına bir olay olduğunu söyledi. Şimdi bundan söz ediyorsam, kendimi göklere çıkarmak için değil, şu noktayı belirtmek istediğimdendir: Konuşmam gerçekten bir olay olduysa bu sadece ve sadece tek bir görüş açısından bakıldığında doğrudur. Şimdi niyetim bunu biraz daha açmak, bu önsözü onun için yazıyorum. Konuşmamda Puşkin’in Rusya için taşıdığı önemi. şu dört görüş açısından gözler önüne sermeye çalıştım:

1. Derin sezgisi, dehası ve apak Rus yüreğiyle Puşkin, çağdaş aydın toplumumuzun tutulduğu hastalığı belli başlı belirtileriyle görüp ortaya serenlerin ilki olmuştur. Puşkin’in ele aldığı toplum katı, bu topraktan köklerini koparmış, halkın üstüne çıkmış ufacık bir zümreydi. Puşkin bu zümreyi içinden kurcalayıp aramızdaki olumsuz adam örneğini bize gösterdi.Huzursuz, istediğini bulamamış bir adamdır bu. Kendi ülkesine, kendi ülkesinin gücüne inancı kalmamıştır. Sonunda hem Rusya,’yı hem de kendini (yani kendi toplum katını, kendi aydın ortamını) inkâra kadar varır. Başkalarıyla birlikte çalışmaya yanaşmaz, fakat çektiği acı içten ve gerçektir. Aleko ve Onegin, edebiyatımızda sürüyle rastladığımız benzerlerinin öncüleri oldular. Onların ardından Pekorin’ler, Çiçikov’lar, Rudin’ler, Lavrenzki’ler, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ındaki Bolkonski’ler, daha başkaları sökün etti ve ilk önce Puşkin’in ortaya attığı kavramın gerçeğe ne kadar uygun olduğunu gösterdiler. Petro’nun büyük devrimlerinden sonra içimizde beliren bu korkunç toplum illetini bulup çıkaran insanı, onun akıl ve deha yüceliğini ne kadar, övgüyle, sevgiyle ansak yeridir. Puşkin gelip yaraya parmak basmasaydı bugün illetimizi böyle yakından bilemeyecektik. Bizi ilk avutan da o oldu. İlletin öldürücü olmadığı umudunu bize o adı Rus toplumu iyi edilebilirdi, yeni baştan canlandırılabilirdi – eğer halkın gerçeğine kapılarını açık tutarsa.

2. İlk o oldu bize gerçeği gösteren. Sahiden ilk o oldu. Kim vardı daha önce? Doğrudan doğruya Rus gönlünden kopup gelen, halkımızın, kendi öz toprağımızın gerçeğinden fışkıran Rus ahlâk güzelliği, ilk Puşkin’in aramıza kattığı kişilerde kendini buldu. Tanık mı istiyorsunuz? İşte Tatyana: Korkunç yalandan kendini koruyan olgun Rus kadını. Tarih sayfalarında yaşayan kişiler: Boris Godunov’daki keşiş ve diğerleri. Gerçekçi bir gözle çizilmiş tipler: Yüzbaşının Kızı’ndaki gibi, daha birçokları gibi. Şiirlerinde, hikâyelerinde, hatıralarında, hattâ Pugaçov isyanını anlatan satırlarında bulacaksınız onları. Rus’un, Rus benliğinin gerçek; olumlu güzelliğini yansıtırlar; hepsi de halkın kendi içinden çıkarttığı insanlardır. İşte her şeyden önce bu noktayı belirtmemiz gerek. Artık gerçeği olduğu gibi söylemeliyiz: Bugünkü medeniyetimizde, bu sözde Avrupa medeniyetinde (zaten hiçbir zaman bizim olmadı bu medeniyet), dışlak kabuklar gibi benimseyip hilkat garibelerine çevirdiğimiz Avrupa kavramları ve Avrupa kalıplarında bulmadı Puşkin bu güzelliği doğrudan doğruya halkın gönlünde, halkın kendi gerçeğinde buldu. Böylelikle, tekrar ediyorum; illeti gözler önüne serdi, aynı zamanda bize büyük umut kapısını açtı. “Halkın şuuruna inan. Halk şuurunun gösterdiği yolun dışında kurtuluş yolu arama; kurtulacaksın.” Böyle diyordu. Puşkin’i gerçekten anlamaya kalkışınca, insan ister istemez bu sonuca varıyor.

3. Puşkin’in bizim için önemini belirtmeye çalışırken üzerinde durduğum üçüncü nokta Puşkin’in sanatçı dehasının en kendine özgü belirtisidir. Ondan önce kimsede görmüyoruz bunu: evrensel sevgi gücü, başka milletlerin yaratıcı damarını hiç şaşmadan bulabilme gücü. Konuşmasında Avrupa’nın bazı yüce dehalar yetiştirdiğini söyledim. Bir Shakespeare, bir Cervantes, bir Schiller mesela. Ne ki Puşkin’de bulduğumuzu bunların hiçbirinde bulamıyoruz. Yalnız evrensel sevgisi değil, başka milletlerin damarına, girebilme gücü de akla durgunluk veren yeterliliğiyle dikkatimizi çekiyor. Dehasının en kendine özgü yanı olan, onu bütün dünya sanatçılarından ayıran, bütün dünya sanatçıları arasında bir onda gördüğümüz bu özelliği önemle belirtmekten kendimi alamazdım. Bunu söylerken niyetim Shakespeare gibi, Schiller gibi büyük Avrupa dehalarını küçümsemek değildi; sözlerimden bu kadar aptalca bir sonuç çıkarabilmek için insanın aptal olması gerekir. Shakespeare’ın yarattığı Aryan ırkı tiplerinin evrensel kaplamına, sonsuz d.erinliklerine yan gözle bakmak bana düşmez. Shakespeare’ın Othello’su bir İngiliz değil de, gerçekten Venedik’li bir Arap olsaydı, şairin eserine değişik bir renk, bölgesel bir özellik katmış olurdu, o kadar; Shakespeare’ın yarattığı tipin evrensel anlamı değişmeyecekti; çünkü Shakespeare’ın söylemek istediğini bir İtalyan’ın ağzından da aynı güçle söyleyebilirdi. Bir daha söyleyeyim, Puşkin’in yabancı milletlerin yaratıcı damarını bulabilme gücüne dikkati çekerken, bir Shakespeare’ın, bir Schiller’in evrensel önemini küçümser görünmek istemedim sadece bu güçte, bu gücün derinliğinde bizim için asıl büyük ve öncü bir işaretin yatmakta olduğunu belirtmek istedim.

Çünkü:

4. Bu güç Rusya’nın kendi gücüdür, bizim milli gücümüzdür. Puşkin yalnız paylaşıyor bunu Rus halkıyla; fakat işinin eri bir sanatçı olarak onu bütün yoğunluğuyla kendi alanında, kendi sanatında dile getiriyor. Halkımızın eğilimi gerçekten sevgi ve barış yönündedir. Petro’nun devrimlerinden bu yana geçen ikiyüz yıl içerisinde halk bu eğilimini tekrar ve tekrar açığa vurmuştur. Konuşmamda halkımızın gönlünde yatan bu gücü belirtirken, gelecek için önümüzde parlayan büyük umudun, belki de en büyük umudun bu gerçekten ileri geldiğini göstermeden edemezdim. Bu arada özellikle belirttim ki, içimizde kaynayan Avrupa özlemi bütün özentili tutumuna, bütün aşırılıklarına rağmen temelde doğru ve gereklidir; temelde doğru ve gerekli olduğu kadar halkın desteğini de kazanmıştır. Bu özlem, ulusal bilincin istekleri, emelleriyle elele gitmektedir ve hiç şüphesiz Avrupa’ya öykünmenin çok ötesine varan bir amaç gücüdür. Konuşmam çok kısa.olduğu için düşüncemi gerektiği gibi açıklayamadım. Fakat söylediklerimde güç anlaşılır bir yan olduğunu sanmıyorum. “Belki de bu zavallı, perişan ülke bir gün gelecek bütün dünyaya yeni bir ülkü aşılayacak” dediğim için bana kızanlar haksızlık ederler. Avrupa ülkeleri gibi dört başı mâmur toplumlara yeni sözler söylemeyi düşünmeden önce ekonomik, bilimsel ve toplumsal gelişmemizi tamamlamak gerektiğini ileri sürmek gülünçtür. Zaten konuşmamda da özellikle belirttim: Ekonomik ve toplumsal başarılar alanında Rusya’yı Batılı milletlerle kıyaslamaya kalkışmıyorum, sadece diyorum ki, kendine özgü sağduyusu ve ağırbaşlılığıyla Rus halkının dehası, evrensel insanlık ülküsünden yana çıkmaya bütün milletler arasında belki de en yatkın olanıdır; çünkü Rus halkının tutumu karşıtlıkları affeden, birbirine benzemezliklere hakkı tanıyan, aykırılıkları hoş gören, bir tutumdur; çelişmeleri yumuşatmaya, insanlar arasında kardeşlik bağlarını canlı tutmaya eğilimlidir. Ekonomik bir özellik değil, ahlâki bir özelliktir bu. Rus halkının bu yanını inkâr edebilir miyiz?

Rus milleti kendini halktan ayırmış, Avrupalılaşmış aydınların yan gelip yatmaları, gelişmeleri, güç kazanmaları için emek vermeye mahkum bilinçsiz bir sürümü dür? Kim söyleyebilir öyle olduğunu? Gel gör ki hiç de az değil bu iddiada olanlar. Oysa ben tuttum bambaşka bir düşünceyle ortaya atılmak cür’etini gösterdim. Bir daha söyleyeyim, “bu hayâlimi” (konuşmamda öyle dediydim) etraflıca, gerektiği gibi doğrulama fırsatını bulamadım; fakat orada olsun ortaya atmaktan da kendimi alamadım. Ekonomik ve toplumsal alanlarda Batı’nın katına ulaşmadan yoksul ve perişan yurdumuzun böyle ulu özlemlere kapılamayacağını sanmak, kelimenin tam anlamında saçmalıktır derim. Gönlün ahlâk hazineleri, hiç değilse temel yapılarında, ekonomik güce dayanmazlar. Yukarı sınıflar bir yana bırakılacak olursa bu yoksul, perişan ülke bugün tam bir birlik içinde yaşıyor. Seksen milyonluk bu halk Avrupa’nın hiçbir yerinde rastgelmeyeceğiniz bir görüş birliğinin sözcüsüdür. Hiç değilse bir bu yüzden, bu toprakların perişan olduğunu, hattâ yoksul ve zavallı olduğunu kimse söyleyemez. Oysa Avrupa’da (onca hazinenin yığıldığı o Avrupa’da) bütün Avrupa milletlerinin toplum temelleri baştan aşağı sallantıda. Belki yarın çöküp gidecek, ardında tek bir iz bırakmayacak; yerine yepyeni, öncekine hiç de benzemeyen bir başka yapı dikilecek. Avrupa’nın toplayıp kilerine yığdığı bütün zenginlikler bir araya gelse Avrupa’yı çöküntüden kurtaramayacak, çünkü “bir göz açıp kapayana kadar bütün zenginlikler de yerle bir olacak”. İşte bu irin tutmuş, kokuşmuş toplum düzeni her ne pahasına olursa olsun ulaşılması gereken bir, hedef olarak halka sunuluyor. Önce oraya ulaş, diyorlar, ondan sonra Avrupa’nın kulağına kendi gerçeğini fısıldayabilirsin! Biz diyoruz ki, bugünkü ekonomik yoksulluğumuz içinde, hattâ bundan da feci yoksulluklar pençesinde bile sevgi temeline dayanan bir evrensel kardeşlik kavramını benimsemek, el üstünde tutmak mümkündür.

Tatar istilâsından sonraki Rusya’yı ya da tek başına ulusal birlik bilincinin kurtardığı Güçlükler Çağı’ndan sonraki devirleri hatırlayın. Öylesine yoksulluklar içinde bile bu gücü korumak, el üstünde tutmak mümkündür. Sonra şu da var; bütün insanları sevmek, insanlık birliği ülküsünü içimizde canlı tutmak mı istiyoruz; bize benzemiyorlar diye yabancı milletlerden nefret etmeme gücünü yitirmemek mi istiyoruz; illâ her şey bizim olsun deyip öbür milletleri soyup soğana çevirecek kadar (Avrupa’da böyle düşünen, böyle yaşayan milletler yok değildir, bilesiniz) bencillik duygularımızın ölçüsünü elden kaçırmamak mı istiyoruz; bütün bunlar için zengin bir millet olmamız, Avrupa’nın toplum düzenini benimsememiz gerekiyorsa, yarın yerle bir olabilecek bu Avrupa düzenine maymunlar gibi öykünmeye ne zorumuz var? Rus toplumunun kendi içten gücüyle, kendi ulusal kaynakları yönünde gelişmesine hâlâ meydan verilmeyecek mi? Köleler gibi Avrupa’nın peşinden giderek kendi kişisel varlığını yitirmesi illâ da gerekli mi? Öyleyse Rusya’nın, Rus halkının can damarında neler yatıyor? Canlı bir yapının ne olduğundan haberleri var mı bu beylerin? Ağızlarından da hiç düşürmezler tabiat bilimleri sözünü! İki yıl kadar oluyor, arkadaşlarımdan biri azılı bir Batılılaşma taraflısına “halk bunu kaldırmaz” dediydi. Aldığı cevap şu oldu: “Öyleyse halk ezilmelidir!” Kıyıda köşede kalmış önemsiz biri de değildi bu adam, aydınlarımızın önderlerinden biriydi. Hikâye doğrudur.

Bu dört görüş açısından Puşkin’in bizim için ne gibi bir önemi olduğunu gösterdim. Konuşmam dinleyenler üstünde büyük bir etki yarattı. Söylediklerimde kendi başına bir değer olduğundan değil, bunu özellikle belirtmek isterim; ne de konuşma tarzımda dikkati çekecek bir yön vardı (bu noktada bana karşı çıkanlarla aynı düşüncedeyim; övünmeye değer bir yanım olmadığını biliyorum). İçten konuşmuş olmam – hattâ şunu söyleyebilirim – ortaya koyduğum gerçeklerin ağırlığı bu etkiyi doğurdu. Fakat İvan Sergeyeviç Aksakov’un sözünü ettiği “olay” neredeydi? Şurada; İslavcılar yada Rus Partisi dediğimiz topluluk (evet, bir de Rus Partimiz var!) Batılılaşma taraflılarıyla barışma yolunda büyük bir adım attılar, belki de son adımı attılar; çünkü İslavcılar Batı’yı kendilerine örnek alanların Avrupalı olma özelliklerini, hatta bu yolda en olmadık taşkınlıklarını, en aşırı ataklarını haklı görmeye, bunu milletin kendi emelleriyle bir tutmaya hazırdılar. Bu emeller ulusal bilinçle elele gitmekteydi. İslavcılar ötekilerin taşkınlıklarına tarihin ve kaderin zorladığı bir tutum gözüyle bakarak olumlu bir anlam veriyorlardı. Öyle ki iş sonunda tartıya vurulduğunda (eğer günün birinde tartıya vurulacak olursa) Batılılaşmadan yana olanların Rus yurduna, Rus bilincine ettikleri hizmetin hiç de küçümsenmeyeceği, anayurtlarını yürekten seven, bugüne kadar belki de aşırı bir kıskançlıkla onu “yavancı Ruslar”dan korumaya savaşan su katılmadık Rus’ların hizmetlerinden hiç de aşağı kalmadığı görülecekti. İki parti arasında çatışmanın, aralarında patlak veren tatsız kavgaların hep birbirlerini yanlış anlamalarından ileri geldiği artık kesin olarak belirtiliyordu. “Olay” herhalde bu olacaktı. Konuşmamın sonuna geldiğimde, toplantıda hazır bulunan Islavcılık akımı sözcüleri ileri sürdüğüm bütün can alıcı noktalarda benimle birliktiler.

Şimdi diyorum ki – konuşmamda da söylemiştim – atılan bu yeni adımın şerefi (barışmayı gerçekten istemek de bir şereftir, isteyen için), bu yeni sözün değeri diyin isterseniz, yalnız beni değil bütün Islavcılık hareketini, “partimiz”in yolunu ve amacını yüceltmektedir. Islavcılık akımını tarafsız bir gözle inceleyenler bunun böyle olduğunu açıkça görmüşlerdir. Islavcılar konuşmamda dile getirdiğim düşünceye açıktan açığa ,olmasa da, birçok kere dikkati çekmişlerdi. Benim yaptığım en elverişli zamanı yakalamak oldu. Şimdi sonuç şu; eğer Batılılaşmadan yana olanlar bizim düşünce yönümüzü kabul eder, görüşlerimize katılırlarsa, hiç şüphe yok iki parti arasındaki bütün anlaşmazlıklar silinecek, iki tarafın üzerinde kavgaya tutuşacağı bir şey kalmayacaktır. Çünkü İvan Sergeyeviç’in dediği gibi “bugünden sonra her şey açığa çıkmıştır”. Tabii bu açıdan bakınca konuşmam bir “olay” sayılabilirdi. Ne var ki “olay” kelimesi coşkun bir heyecan anında, yalnız bir tarafın ağzından çıktı. Öte yandakiler bunu kabul.edecek mi, birleşme ülküsü gerçek olacak mı, orası belli değil. Konuşmam sona erince bir koşu yanıma gelip beni kucaklayan, elimi sıkan Islavcıların yanında, Batılılaşma hareketinin şu sıralarda önde gelen temsilcileri de vardı. Hepsi Islavcılar’dan hiç de aşağı kalmayan bir içtenlik ve heyecanla elime sarıldılar, konuşmamın bir deha eseri olduğunu söylediler; kelimeyi defalarca tekrar ettiler. Fakat korkarım bu kelime bir heyecan anında birdenbire akıllarına geldi. İlerde bu düşüncelerden cayarlar diye korkmuyorum, bunun doğru olmadığını biliyorum çünkü. Övgüleri beni kandırmadı. Onun için bugün beni dâhi sanıp sonradan hayâl kırıklığına uğrarlarsa, ben bunu hoş görmeye dünden hazırım. Fakat olabilir ki kendi başlarına kalıp biraz düşündükten sonra şöyle diyeceklerdir – dikkat edin, o gün gelip elimi sıkanlardan söz etmiyorum; genel olarak Batılılaşma ülküsüne bel bağlayanları düşünüyorum – “hah işte diyecekler belki de, “hah işte, sonunda kabul ettin ki, onca tartışma ve anlaşmazlıktan sonra şimdi gördün ki bizler Avrupalı olalım diye çırpınmakta haklıyız. Gördün ki bizim sözlerimizde de gerçek payı var. Onun için indirdin şimdi yelkenleri suya! Eh, haklı olduğumuzu kabullendiğini görünce memnun oluyoruz. Doğrusu iyi senin için. Hiç değilse sende biraz akıl olduğunu gösterdin. Biz de bunu hiçbir zaman inkâr etmediydik. İnkâr eden alıklar yok değil aramızda, ama bundan kendimizi sorumlu tutmaya ne niyetimiz var, ne de gücümüz yeter.

Yine de…… “Görüyorsunuz burada bir “yine de”, daha geliyor. Hemen durumu açıklamak gerek.” Durum şu; ortaya attığın iddiaya ve vardığın sonuca göre bizler taşkınlıklarımızda dahi sözde ulusal bilincin gösterdiği yoldan gitmişiz; nasıl olduysa bu ulusal bilinç bize öncülük etmiş. Bu sözlerin zihnimizde şüphe uyandırmakla kalmıyor, daha ileri gidiyor; bir kere daha, seninle anlaşmanın imkânsız olduğunu görüyoruz. N’olur şunu iyice kafana yerleştir; bize öncülük eden Avrupa, Avrupa’nın bilimi, Petro’nun devrimleridir halkın bilinci değildir. Biz yolumuzda giderken bu bilinci ne gördük, ne işittik; tersine, onu nerde gördüysek olduğu yerde bırakıp tabana kuvvet kaçmaya baktık. İlk baştan yolumuzu kendimiz seçtik; Rus halkını evrensel sevgi ve insanlık birliğine götüren içgüdülere filan hiç kulak asmadık. Bütün o demin söylediklerin vız gelir bize. Rus halkında biz, artık açık konuşalım, sadece bilinçsiz bir sürü niteliği görüyoruz, yani eskiden. ne gördüysek, şimdi de onu görüyoruz. Hiçbir şey yok bizim ondan öğreneceğimiz. Tersine, Rusya’nın daha iyiye doğru yol almasına engel olduğuna inanıyoruz. Rus halkı yeniden yaratılmalıdır. Bunu halkın canlılığına dokunmadan başaramazsak hiç değilse tepeden inme zor yoluyla gerçekleştireceğiz. Rus halkı bizim sözümüzü dinlemeyi öğrenecektir. Onun için de tam şu sırada Avrupa üzerinde gördüğün toplum düzenini benimsememiz gerekiyor. Aslına bakarsan milletimiz her zaman olduğu gibi bugün de yoksul ve perişandır. Bu milletin kendine özgü bir kişiliği, kendi yarattığı bir ülküsü olamaz. Halkımızın tarihi baştan aşağı bir saçmalıklar panayırıdır. Sen tutmuş bu tarihten Allah bilir neler çıkarmışsın! Ama biz, yalnız biz tarihe, ayık kafayla bakan adamlarız. Bizim gibi bir ulusun tarihi olmamalıdır. Tarih diyebileceği ne varsa ardında, bu ulus bir an önce onu unutmalı, tarihine sırtını dönüp onda nefret etmelidir. Yalnız aydın toplumların tarihi olur. Halk bütün gücüyle, bütün varlığıyla aydınlara hizmet etmekten başka bir şey düşünmemelidir.

Bak telâşa kapılmanın, bağırıp çağırmanın hiç yeri yok. Halk bizim sözümüzü dinlemelidir diyorsak, halkı boyunduruk altına almak istemiyoruz.

Hayır, bin defa hayır!

Böyle olur olmaz sonuçlar çıkartma bizim sözlerimizden. Biz insancıl kişileriz, biz Avrupalılarız, bizim kadar sen de biliyorsun bunu. Niyetimiz halkı yavaş yavaş, günden güne, sırası geldikçe kalkındırmaktır. Halkı kendi katımıza yükselterek, giriştiğimiz bu işi başarıya götüreceğiz. O vakit halkın ulusal benliği bugünkünden başka olacak. Halkın ulusal benliği, halkın gelişmesi tamamlanınca meydana çıkacak. Eğitimin temellerini atacağız; biz nereden başladıysak halkı da oradan başlatacağız. Halka geçmişini inkâr ettireceğiz. Bizim zorumuzla bu halk geçmişine lânet okuyacak. Halktan birini okur – yazar kılar kılmaz ona Avrupa’nın tadını tattıracağız. Avrupa ile, Avrupa hayatının inceliğiyle, kültürüyle, Avrupa’nın geleneklerini, giyimi kuşamı, içkileri, danslarıyla başını döndüreceğiz. Kısacası, bu halk ayağındaki çarıktan, içtiği kvastan, eski şarkılarından utanacak, yerin dibine geçecek. Halkın şarkıları arasında dört başı mâmur şâheserler yok mu? Tabii var. Yine de okur – yazar köylüye vodvil söyleteceğiz biz, sen çatla patla istersen! Yani her çareye başvurup halkın zayıf noktalarına dokunacağız (bize de öyle yaptılardı) ki zamanla halk bizim olsun. Halk bizim olunca geçmişinden utanacak, geçmişine bin lânet okuyacak. Geçmişine lânet okuyan her kim olursa olsun bizdendir, işte parolamız! Halkı kendi katımıza çıkartma yolunda bir kere harekete geçtik mi, gerisi kendiliğinden gelecektir. Halk aydınlığı kaldıramazsa “halkı yokederiz”. Çünkü o zaman halkımızın her türlü değerden yoksun, vahşi bir sürüden başka bir şey olmadığı, halkı söz dinlemeye zorlamaktan başka çare kalmadığı anlaşılacaktır Hani, var mı aşka bir çare? Gerçek yalnız aydınların elindedir. Sen seksen milyon, yüzseksen milyon! Hepsi önce Avrupa gerçeğine hizmet etmeyi öğrenecektir. Çünkü bundan başka bir gerçek yoktur ve olamaz. Senin milyonların gözümüzü korkutmuyor. İşte son, işte kesin kararımız! Bütün çıplaklığıyla karşında. Şaşmıyoruz bundan. Senin vardığın sonuçları kabullenip kimsenin.yanın sıra o acayip Ortodoks dininden, o ipe sapa gelmez palavralardan söz açamayız biz. Hiç değilse bizden bunu bekleme. Hele bu zamanda! Avrupa’nın, Avrupa biliminin aydın kafalı ve insan yürekli bir Allahsızlığa vardığı bizim de Avrupa’nın izinde gitmekten başka bir çaremiz kalmadığı bir zamanda.

Onun için, ehem, konuşmanda bizi övdüğün kısımları bir yere kadar anlayışla karşılarız istersen. Görüyorsun işte, sana karşı baya kibar davranıyoruz. Kendinden, o kendine lâyık ilkelerinden söz ettiğin kısımlara gelince, kusura bakma ama hiçbirini kabul edemeyiz.”

Yazık ki varabileceğimiz tek sonuç budur. Tekrar ediyorum, bütün bu sözleri o gün elime sarılan Batılılaşma savunucularına yakıştırmak, hattâ aralarında en ilerici olanların büyük çoğunluğuna yakıştırmak benden ırak olsun. Hepsi de Rus işçileri, su katılmadık Rus yurttaşlarıdır. Ama o köklerini koparmış, yersiz yurtsuz kalmış olanlar, o sizin Batılı kafalarınız, orta adamlar, sokaktaki adamlar, bu ülküyü ayağa düşürenler sayıları denizde kum gibi artan önderleriyle, örgütleriyle hep buna benzer sözler edeceklerdir, belki de etmişlerdir. (Meselâ din konusunda geçen gün bir gazete o malûm nükte anlayışıyla ne diyordu biliyor musunuz? Islavcılar sözde bütün Avrupa’yı Ortodoks dinine katıp yeni baştan vaftiz etme hülyasındaymışlar!). Fakat gelin silkip atalım bu karanlık düşünceleri kafamızdan, umudumuzu Avrupa’ya inanan önderlere bağlayalım: Vardığımız sonuçların yarısını, kendilerine bağladığımız umutları kabullensinler, hepsini baş tacı eder, hepsine kalbimizi veririz. Söylediklerimizin yarısını benimsesinler yeter. Rus bilincinin bağımsızlığını, kendine özgü yanını kabul etsinler, ağırlığını duysunlar, onu evrensel birlik yönüne iteleyen insancıl eğilimini görsünler, kavgaya tutuşmamız için bir sebep kalmayacaktır, hiç değilse önemli bir sebep kalmayacaktır. İşte o zaman konuşmam gerçekten yeni, bir olayın başlangıcı olabilir. Benim yaptığım konuşma değil, son defa tekrar ediyorum (buna lâyık değildi benim sözlerim), fakat yüce Puşkin’i anmak ve kutlamak için o toplantıda bir araya gelişimiz yeni bir olayın başlangıcı olabilir; geleceğe bakan büyük amaç yolunda bütün taşkın gönüllü Ruslarla aydın kafalı Rusların elele vermesi! Olay budur.

Puşkin olağanüstü bir olaydır; belki de Rus bilincine özgü, eşi görülmedik bir olaydır; demişti Gogol. Bana kalırsa aynı zamanda bize gelecekten bir haberdi Puşkin. Evet, biz Rusların arasına tıpkı bir peygamber gibi geldi. Petro’nun devrimleri üzerinden koca bir yüzyıl geçmişti, kendi gerçek benliğimizi yeni yeni kavramaya başlamıştık. Puşkin’in gelişi önümüzdeki karanlık yola yeni bir ışık saçtı, bize yardımcı oldu. Bu anlamda Puşkin bize gelecekten haberler getiren peygamberimizdir.

Büyük şairimizin çalışma süresi üç devreye bölünebilir sanırım. Şimdi burada bir edebiyat eleştirmeni gibi konuşacak değilim. Puşkin’in yaratıcı çabası şu anda bambaşka bir açıdan ilgimi çekiyor.

Puşkin bizim için hangi bakımlardan önemlidir, niye bir peygamberdi, kendi anlayışıma göre ortaya koymak, bir de peygamberliğe verdiğim anlamı belirtmek istiyorum. Yalnız şunu da söyleyelim ki Puşkin’in yaratıcı devrelerini birbirinden öyle keskin çizgilerle ayıramayız. Mesela, bana kalsa, Yevgeni Onegin’in başları ilk devrenin özelliklerini taşır derim, ama sonu ikinci devrenin ürünüdür: Puşkin, ardından koştuğu ülküleri artık ana yurdunda bulmaya başlamıştır; ulusunun, halkının emelleri onun da emelleridir; geleceği sezen, sevgiyle dolup taşan yüreğinin bütün içtenliğiyle onlara. bağlanmıştır. Derler ki Puşkin gençliğinde Parny, André Chenier ve hele Byron gibi Avrupa şairlerine öykündü. Şüphesiz Avrupa şairlerinin Puşkin’in dehasının gelişmesinde, büyük etkileri oldu, Puşkin’in bütün hayatı boyunca sürdü bu etki. Ne ki ilk yazdığı şiirlerde bile Puşkin Avrupa şiirine öykünmeden çok öteye varıyor. Dehasının olağanüstü kişiselliği daha ilk eserlerinde belli olmuştu. Çingeneler şiirinde dile getirdiği gerçek ızdırabın, o bilinç derinliğinin bir eşine ondan bundan aparılmış eserlerde rastlayamazsınız. Ben Çingeneler’i bütünüyle Puşkin’in ilk devresinin eseri sayıyorum. Bu şiir bir öykünmeden başka :bir şey olmasaydı öylesine taşkın bir yaratıcı güçten böylesine nasibi olur muydu? Şiirin kahramanı Aleko’da köklü, derin, tam Rusça bir düşünce dile getirilmektedir. Aynı düşünce sonradan Onegin’de uyumlu ve dört başı mâmur bir kılığa bürünmüş olarak yeniden kendini gösterecek, aşağı yukarı Aleko o acayip kılığından sıyrılıp elle tutulur gözle görülür, akla yatkın bir kişi olarak bir daha karşımıza çıkacaktır. Puşkin kendi ülkesinde avare olmuş dertli kişinin macerasını daha ilk basta eşine az rastlanır bir deha gücüyle işlemişti. Aleko, tarihin yükü altında acı çeken Rus’un ta kendisidir. Halktan kendini ayırmış bir toplum katının içinde böyle birden boy göstermesi tarihin zoruyla oldu. Onun için gerçeğe tıpatıp uyan bir tip. Bu yersiz yurtsuz Rus âvâraleri bugün de âvâre dolaşıp duruyorlar. Ortadan silinmeleri daha çok zaman alacak.

Bugün çingenelerin ilkel yaşayışlarında kendi evrensel ülkülerine ip ucu aramak için çingene obalarına koşuşmuyorlar belki; bizim Rus aydınlarının ne idüğü belirsiz, gereksiz hayatından illallah deyip acılarını unutmak için tabiatın koynuna kaçmıyorlar, ama tutup sosyalizme bel bağlıyorlar (sosyalizm yoktu daha Aleko’nun zamanında); yüreklerinde yeni bir inançla yeni bir ufka doğru koşuyorlar; vardıkları yerde canla başla çalışıyorlar. Bir yandan da, tıpkı Aleko gibi, hayatlarımı adadıkları hayalkâri uğraşıların onları amaçlarına ulaştıracağına, çabalarıyla yalnız kendilerini değil bütün insanlığı mutluluğa erdireceklerine inanmaktadırlar. Rus serserisi bütün insanlık mutluluğa ermedikçe kendi gönlünde huzura kavuşamaz. Rus serserisi bundan daha azıyla yetinemez, hiç değilse iş daha kuram katında kaldığı sürece. İşte bu, başka çağlarda yine karşımıza çıkacak olan aynı Rus kişisidir. Dediğim gibi, Petro’nun büyük devrimlerinden sonra gelen ikinci yüzyılın başında, toplumda, halktan köklerini koparmış bir aydın doğdu. Evet, şimdi olduğu gibi Puşkin’in zamanında da aydın Rusların büyük çoğunluğu devlet kapısında memurdu; demiryollarına, bankalara kapılanmışlardı; olur olmaz işler görüp hayatlarını kazanırlardı. Kimi de kendini bilime vermişti, ikide bir aydın topluluklar karşısında yüksekten konuşmayı bir iş sayardı. Hayatları düzenli, rahat, patırtısızdı. Aylıklarını alırlar, pokerlerini oynarlardı. Hiçbirinin gönlünden çingene obalarının yerini tutacak, çağımıza daha uygun yerlere kaçmayı düşünmezler pek. Gide gide gidip bir liberalcilik oyununda karar kılarlar. Avrupa sosyalizminden bir nebze bulaşmıştır bu liberalliğe. Üstelik o da; biraz Ruslaşmış, yumuşamış bir sosyalizm! Oysa, gerçekte, bir zaman meselesi bu; ya biri daha tedirgin olmaya başlamışken bir başkası çoktan kendini sürgüsü çekilmiş bir kapının önünde bulup kafasını tahtalara çarpmışsa? İşte giderek hepsinin sonu buna varacaktır, eğer kibirlerini yenip halka yoldaş olmayı bilmezlerse! Diyelim ki hepsinin kaderi bu değildir. O zaman iş “seçkinler” e kalıyor; geri kalan muazzam çoğunluk hiç huzura kavuşmayacağına, yalnız onda biri tedirgin olsun daha iyi. Tabii Aleko gönlündeki acıyı henüz doğru dürüst dile getiremiyor. Mesele oldukça soyut onun için. Tabiatı özlüyor, o kadar; yüksek sosyeteye karşı hınç var içinde; gönlünde bütün insanlığı kapsayan emeller besliyor. İnsanlığın bir yerde izini yitirdiği, kendisinin ne yapsa ele geçiremediği bir gerçeğin ardından yas tutuyor. Nerdedir bu gerçek? Nerede, nasıl ortaya çıkar? Ne zaman elden gitti? Bilmiyor tabii bunların hiçbirini, yine de bunalıyor. Sonra şu da var: Hâyallerine düşkün, sabırsız kişi kurtuluş yolunu her şeyden çok dış görünüşe akın olaylarda arar. Tabii ya. Gerçek kendi dışında bir yerde demek ki. Belki bir başka Avrupa ülkesinde Avrupa milletlerinin sağlam köklere bağlı, tarihin içinden çıkıp gelmiş siyasal düzeninde, Avrupa’nın çoktan yerine oturmuş toplum ve hayat örgüsünde. Böyle bir adam gerçeğin ilkin kendi içinde belireceğini hiçbir zaman anlamayacaktır. Nasıl anlasın? Koca bir yüzyıl boyu kendi yurdunda kendini bilmeden yaşamış. Çalışmasını unutmuş. Gerçek kültürden yoksun kalmış. Kafes ardında yetişmiş görgüsüz bir genç kızdan farkı ne ki? Rus aydın toplumunun kendi içinde bölündüğü bilmem kaç katın hangisinden çıkıp gelmişse, o katın şanına uygun bir takım görevler görmüş hayatı boyunca – ipe sapa gelmez, ne işe yaradığı bilinmez görevler. Kökünden kopmuş, oradan oraya sürüklenip duran bir ot parçası şimdilik, başka ne ki? Bunun ağırlığını duymuyor mu, acısını çekmiyor mu dersiniz? Hem de nasıl! Olur a belki de soylu soplu bir aileden gelmedir, belki köleleri bile vardır. Soylu kişinin dilediği gibi yaşama hürriyetinden niye yararlanmasın; niye heveslerine boyun eğmesin, “kanun dışı yaşayan adamların câzibesine kapılıp bir çingene obasında ayı oynatmaya başlamasın? Tabiî gönlünü boğan huzursuzluktan onu olsa olsa bir kadın kurtarır, şairlerden birinin dediği gibi vahşi bir kadın”!.. Onun için Aleko işin kolayından bulduğu derin bir inançla kendini Zemfira’nın kollarına atar. “İşte kurtuluş yolu benim için; burada, ancak burada bulabilirim mutluluğu. Medeniyetin, kanunların ötesinde tabiatla koyun koyuna yaşayan bu insanların arasında”. Peki sonu? İlkel tabiatın gerekleriyle ilk karşılaştığı anda dayanamaz, elini kana. bular. Zavallı düş budalası evrensel sevgi ne güne, çingenelere bile yaranmanın yolunu kestiremez, cascavlak ortada kalır. Çingeneler de aralarından sepetlerler onu. İntikam almaya bakmadan, kin gütmeden, gösterişe sapmadan. Ağırbaşlılıkla.

Bırak bizi git, ey mağrur kişi,
Biz vahşi, kanunsuz adamlarız.
Ne işkence gelir elimizden
Ne kimseyi cezalandırırız.

Tabii bunlar hep hayâl. Hayâl ama, mağrur kişi bütün keskin çizgileriyle gözümüzün önünde yaşıyor. Gerçektir. Bu tipi ilk yakalayan Puşkin oldu. Bunu aklımızdan. çıkarmamalıyız. Hoşuna gitmeyen bir şey görmeye görsün, zulme ve işkenceye başvurmaktan kendini alamaz mağrur kişi; ne yapıp yapıp uğradığı haksızlığın cezasını ödetecektir. Ya da, daha iyisi, toplumun bilmem kaçıncı katından geldiğini hatırlayacak, işkence için, adam cezalandırmak için fırsat kollayan kanunu yardıma çağıracaktır, yeter ki ona karşı işlenen suçun intikamı alınsın. Yok, hayır! Bir deha eseri olan bu şiir bir öykünmedir diyemeyiz. Tam bu noktada meselenin, “kahrolasıca meselenin” çözüm yolu halkın inancı ve adalet duygusu yönünde kendini gösteriyor. “Eğ başını önüne, mağrur kişi ilkin gururunu ayaklar altına al! Eğ başını önüne. Tembel adam, ilkin kendi yurdunda çalışmaya bak!” Halkın hikmetine, adalet anlayışına uyan çözüm yolu budur. “Gerçek dışarıda değil sendedir. Kendini kolla. kendini bul, kendi önünde eğil, kendine üstün ol, gerçeği göreceksin. Bu gerçek ne eşyada, ne senin dışında ne de dışarı ülkelerdedir, ilkin kendi kendine ettiğindedir. Kendini yener, kendi önünde eğilebilirsen, düşünde görmediğin kadar hür olacaksın; büyük bir işe başlayacaksın, başkalarını hür kılacaksın, çevrende hep mutluluk göreceksin. Hayatın gerçekten yaşanmış olacak, sonunda da ulusunu, ulusunun kutsal gerçeğini anlayacaksın. İnsanlık sevgisi, kardeşlik ülküsü ne çingenelerde, ne de başka bir yerdedir. Sen ilkin evrensel sevginin adamı olduğunu göster. Kinci ve mağrur olma. Sanma ki hayat .sana karşılıksız sunulmuş bir armağandı.”· Bu çözüm yolu Puşkin’in şiirinde de beliriyor. Aynı düşünce Yevgeni Onegin’de daha da büyük bir açıklıkla belirtilmektedir. Onegin hayallerle oynayan bir şiir değil, gerçekçi bir gözle yazılmış, ayağı yere sapasağlam basan bir eserdir.. Bu şiirin gerçek Rus hayatını dile getiren yaratıcı gücüne, eserin sanat mükemmelliğine Puşkin’den önce kimse ulaşamamıştı, belki ondan sonra da kimse ulaşamadı.

Onegin, Petersburglu’dur. Başka türlü olamazdı ki! Şiir için gerekli bu. Kahramanının gerçeğe en uygun yanlarından biri olan bu özelliğe şair gözlerini yumamazdı. Bir daha söyleyeyim, Onegin, Aleko’nun ta kendisidir, hele şiirin ortalarında acı içerisinde:

Tula mal müdürü gibi
Niye ben de inmeli değilim?
diye haykırırken.

Ama şiirin başlarında henüz yarı yarıya bir züppe, bir dünya adamıdır. Hayâl kırıklığına uğrayıp tepe taklak umutsuzluk kuyusuna yuvarlanacak kadar yaşamamıştır, daha, ne ki:

Gizli bıkkınlığın o süregen şeytanı
belâ kesilmiştir çoktan başına..

Kendi ana yurdunun göbeğinde, ırak köşelerde yaban çevrelere düşmüş bir sürgündür Onegin. Ne yapacağını bilemez bir türlü, ne aradığını ancak belli belirsiz sezmektedir. Sonraları yurdunu ve yabancı toprakları gezerken. nereye gitse kendini yabancılarla çevrili görür, hattâ kendi kendine de yabancı olduğunu anlar. Yurdunu sever, ama yurduna güveni yoktur. Ulusal emellerden söz edildiğini duymuştur, ama hiçbirine inanmaz. İnandığı tek şey kendi yurdunda hiçbir şey yapılamayacağıdır. Bir şey yapılabileceğine inananları da – bunların sayısı o zaman da bugünkü kadar azdı – küçük görür, hattâ bir yerde acır öylelerine Lenski’yi de can sıkıntısından öldürmüştü. Evrensel bir ülkü ardında koşmanın doğurduğu can sıkıntısıydı bu. Tıpkı bizim hâlimize benziyor..

Tatyana öyle mi ya? Tatyana,’nın çok daha güçlü bir kişiliği var. Kökleri sağlam Tatyana’nın. Kaç Onegin’i cebinden çıkarır, öylesine derin, öylesine akıllı. Kendi soylu içgüdüsüyle gerçeğin nerde yattığını, ne olduğunu çoktan sezmiştir. Puşkin şiirine Onegin değil, Tatyana adını vermeliydi. Hiç çekinmeden söyleyebiliriz, şiirin ger çek kahramanı Tatyana’dır. Tatyana olumlu bir tip, olumlu. ve güzel bir tip. Tam anlamıyla Rus kadını. Şair eserinde dile getirmek istediği düşünceyi Tatyana ile Onegin arasındaki son karşılaşmayı anlatan ünlü sahnede genç kadının ağzından anlatır. Diyebiliriz ki, o zamandan beri edebiyatımızda Rus kadınını böylesine olumlu, böylesine güzel görmedik – Turgenyev’in İyi İnsanlar Yuvası’ndaki Liza, belki… Fakat kıyı bucak bir köşede Tatyana ile ilk karşılaştığında Onegin bu temiz yüzlü, içten, utangaç kızı ilk başta anlamadı bile. Çünkü halkı kendinden aşağı görmeye alışagelmişti: Kızcağızın benliğinde saklı duran bütünlüğü, mükemmelliği göremedi; belki sahiden sandı ki genç kız ilerde varacağı olgunluk yolunda daha ilk adımlarını atmaktadır, bir çeşit tomurcuk, bir oğulcuktur. Bir düşünün, Tatyana bir oğulcuk, ha? Onegin’e yazdığı o mektuptan sonra! Şiirde bir oğulcuk arayacaksak, Onegin’den alâsı mı olur? Onegin, Tatyana’yı anlamıyor. İnsan ruhu nedir bilmiyor ki! Bütün hayatı boyunca soyut bir katta yaşadı: hayâl peşinde koşmaktan, âvârelikten kurtulâmadı. Üstelik Tatyana’yı sonradan Petersburg’da dillere destan bir hanımefendi olduğu zaman da; anlamadı. Tatyana’ya yolladığı mektupta “onun eriştiği katın yüceliğini gönlünde çoktan sezmiş olduğunu” söylüyor ama bir sürü laf bunlar. Onegin, Tatyana’yı hiçbir zaman anlamamış, değerini vermemiştir. Aralarındaki sevginin trajik yanı buradadır… Ne ki Tatyana’yı köyde ilk gördüğü sırada Childe Harold ya da, olur a, Lord Byron kendisi İngiltere’den çıkagelseydi, Tatyana’nın o ürkek, gösterişsiz güzelliğini görüp Onegin’i uyarsaydı, hemen orada hayranlıktan dizlerinin bağı çözülmez miydi Onegin’in? Evrensel acının pençesinde oradan oraya koşturup duranlar işte bazen böylesine köle ruhlu oluyorlar! Fakat nerde Onegin’de o göz? Evrensel sevgi ardında onca yıl pabuç tüketen beyoğlu önce kızcağızı karşısına alıp bir güzel söylev geçer, sonra da şerefli bir adam gibi davranmanın gönül rahatlığı içinde alır başını gider. Evrensel acı hâlâ yüreğini dağlamaktadır; budalaca bir kızgınlık ânında döktüğü arkadaş kanı eline bulaşmıştır. Bundan böyle ana yurdunun bir ucundan öbür ucuna âvâre dolaşacak, bir kerecik olsun gözleri Tatyana’yı görmeyecektir. Kanlı canlıdır daha; kabına sığamaz, haykırır:

Daha gencim, hayat güçlü kuvvetli damarımda.
Ya beni bekleyen ne? Hep acı, gine acı, gine acı!

Tatyana, Onegin’in bu hâlini çok iyi biliyor. İlk gördüğü andan beri gözünü kamaştıran fakat neyin nesi olduğunu bir türlü anlayamadığı adamın evine gelişi hikâyede ölümsüz mısralarla anlatılır. Mısraların eşsiz sanat güzelliğinden, derin anlamlarından söz etmek istemiyorum şimdi. Tatyana, Onegin’in çalışma odasında. Kitaplarını; eşyalarını gözden geçiriyor. Onlara bakıp Onegin’in kişiliğini anlamaya, kafasında çöreklenen sır düğümünü çözmeye uğraşıyor. Bir ara olduğu yerde taş kesiliyor, sırrın çözüldüğünü haber veren bir önsezi ile kendi kendine mırıldanır:

Boş bir hayâl olmasın sakın?

Evet, Tatyana bunu ancak böyle yarım ağız açığa vurabilirdi. İlk baştan Onegin’in ne mal olduğunu anlamıştı çünkü. Çok sonraları Petersburg’da yeniden karşılaştıklarında artık onu iyi tanıyordu. Kim demiş saray hayatı, sosyete hayatı Tatyana’yı bozdu diye! Kim demiş biraz da gözde bir hanımefendi olduğu için, yeni fikirlere kapıldığı için Onegin’e sırt çevirdi diye! Doğru değil bu. Tatyana yine eski Tanya, köylerin, kırların Tanya’sı. Şımardı mı sanki? Hayır! Petersburg sosyetesinin gözalıcı hayatı gönlünü boğmakta, onu binbir acıyla kıvrandırmaktadır. Sosyete hanımı olmaktan nefret ediyor. Tatyana’yı başka gözle görenler Puşkin’in ne demek istediğini anlamayanlardır. Tatyana açık konuşuyor Onegin’le:

Bir başkasına bağlandım, ölene dek
Ona sadık kalmam gerek.

O anda Tatyana Rus kadının ta kendisidir. Bu sözleri söylemekle hayatının doruğuna eriyor, şiirin dokunduğu gerçekleri dile getiriyor. Onun dini inançları, evliliğin kutsallığına inancı üzerine tek kelime söylemeyi gereksiz sayarım. Öyleyse niye Onegin’le kaçıp gitmedi? Kendi ağzıyla ona “seni seviyorum” dememiş miydi? Bir Rus kadını olduğu için Güneyli bir kadın ya da bir Fransız kadını gibi hayatta cüretkâr bir adım atmayı beceremediğinden mi? Haysiyetinden, parasından, toplum içindeki yerinden, anlamsız erdem iddialarından vazgeçmeye gücü yetmediğinden mi? Hayır! Rus kadını inandığı şeyden gözünü esirgemez. Tatyana’nın bütün hayatı bunu doğrulayan bir hikayedir. “Bir başkasına bağlı şimdi; ölene dek ona sadık kalacak? Kime sadık kalacak? Neye sadık kalacak? Dünya bir araya gelse sevemeyeceği, anası yaşlı gözlerle önünde diz çöküp yalvar yakar olmasaydı dünyada evlenmeyeceği o paşa eskisine mi? Yaralı yüreğinde bütün umut kıvılcımları söndü mü yoksa? Ağır bir umutsuzluk çökeleğinden başka birşey kalmadı mı gönlünde? Evet, Tatyana o paşaya, yani kocasına, onu seven, onu sayan, onunla övünen dürüst insana hainlik etmemeye kararlıdır. Anası önünde dize gelip yalvardı yalvarmasına, ama kararı veren kendisiydi. Kocasının sadık eşi olmaya söz veren oydu, Tatyana’ydı. Başka çıkar yol .bulamadığı için evlendiği adam ne olursa olsun şimdi kocasıydı. Atacağı yanlış bir adım kocasının onurunu ayaklar altına alacak, adamcağızı yerin dibine batırıp sonunda öldürecekti. Bir başkasının kara günleri üzerine mutlu bir hayat kurabilir mi? Mutluluğu doğuran yalnız sevginin insana tattırdığı hazlar değildir; aynı zamanda gönlün huzura kavuşmasıdır. Ardında şerefsiz, merhametsiz, insanlığa uymayan bir davranışın hâtırası yatan gönül nasıl kendi kendinden hoşnut olabilir? İnsanın kendi mutluluğu için kaçıp gitmesi yeter mi insanın mutlu olmasına? Ne biçim mutluluktur o ki, bir başkasını bahtsız kılmadan var olamıyor? Diyelim ki bütün insanlığı sevindirecek, bütün insanları barışa, esenliğe kavuşturacak bir amaç ardında koşmaktasınız. Diyelim ki bu amaca ulaşabilmek için tek bir insanı işkenceler içinde öldürmek gerekli, hattâ kaçınılmaz bir şarttır. Büyük bir insan, meselâ bir Shakespeare olmasın bu adam, sıradan namuslu ihtiyarın biri olsun; körükörüne inandığı, pek öyle derinden tanımadığı, fakat sevip saydığı, başının tacı ettiği, yanında yaşamaktan sevinç duyduğu genç bir kadının kocası olsun. Bütün yapacağınız bu adamı rezil etmek, yerin dibine batırmak, işkencelere salmaktır. Adamın ayaklar altına alınan onuru, sevdiğinden ayrı düşmesinin ıstırabı üzerine siz bütün insanlığın geleceğini, mutluluğunu kuracaksınız. Yapar mısınız? Buna razı olur musunuz? İşte meselenin can damarı! Diktiğiniz yapının temellerinde bu acı yattıkça, diktiğiniz yapının temellerinde önemsiz bir insanın, ama haksız yere, kör kör parmağım gözüne hayatı paralanmış bir insanın üzüntüsü yattıkça, yapıda oturacak olanların kendilerine sunduğunuz mutluluğu sizin elinizden almaya yanaşacaklarını aklınızdan geçirebilir misiniz? Hepsi dünyanın sonuna dek o mutluluk içinde yaşayacak olsa bile, onlardan bunu bekleyebilir misiniz?

Tatyana, yüreğinin tâ derinlerinde ıstırabın dik alâsını bilen Tatyana başka, türlü davranamazdı. Hayır. Kendini bilen kişi, bir Rus, kararını şöyle verir: mutluluktan nasibim olmasın benim. Çektiğim acı bu ihtiyarın çektiklerinin yüz katı, bin katı olsun. Kimse bilmesin, bu ihtiyar adam da bilmesin benim nelere katlandığımı. Kimseler bilmesin benim neyi göze aldığımı. Başkasını paralamakla olacaksa, ben mutluluğu istemiyorum! İşte trajedi burada. Tatyana çizginin ötesine geçemeyeceğini bilir, bunu bildiği için de Onegin’e kapıyı gösterir. Diyeceksiniz ki Onegin de bedbaht şimdi. Tatyana birini kurtardı, ötekinin yüreğini paraladı. Ama bu başka mesele, belki de şiirin en önemli meselesi. Yalnız geçerken söyleyeyim: Tatyana neden Onegin’le kaçmaya yanaşmadı? Edebiyatımızda öteden beri tartışılan bir konudur bu. Onun için üzerinde bu kadar durdum. Meselenin en dikkate değer yanı çözüm yolunun şimdiye kadar anlaşılmayıp tartışma konusu edilmiş olmasıdır. Bana kalırsa Tatyana serbest olsaydı, yaşlı kocası ölseydi de Tatyana dul kalsaydı, gine de Onegin’le kaçıp gitmezdi. Tatyana’nın kişiliğini iyi anlamamız gerek. Onegin’in nasıl bir adam olduğunu apaçık görüyor Tatyana. Ezeli âvâre, bir vakitler yüz vermediği kadını şimdi bambaşka bir ortamda, ulaşılmaz bir varlık gibi görmektedir. Meselenin can alıcı noktası bir bakıma bu değil mi zaten? Ortamın yeniliği… Onegin’in umursamayıp yüzüstü bıraktığı genç kız şimdi bütün sosyetenin sevgilisidir. Sosyete ise, bütün evrensel emellerine rağmen Onegin’in önünde boyun eğdiği tek kuvvettir. Onun için gözleri kamaşır, genç kadının ayaklarına kapanır. İşte ne zamandır ardından kovaladığım ülkü, der, işte kurtuluş yolu, işte acılarımdan beni kurtaracak varlık. O zamanlar gözüm görmedi onu; “mutluluk elimi uzatsam benim olacakmış meğerse”. Nasıl daha önce Aleko acılarından kurtulma yolunu Zemfira’da gördüyse, şimdi de Onegin heveskâr imgeleminin yeni bir dönüşüyle Tatyana’ ya sarılır. Ama Tatyana anlamıyor mu sanki bunu? Tâ ne zamandan beri bilmiyor mu Onegin’in bu hâlini? İki kere iki dört eder gibi biliyor ki, Onegin karşısındaki kadını, eski günlerin alçak gönüllü Tatyana’sını sevmiyor, kendi yeni hevesini seviyor. Biliyor ki onun gözünde Tatyana, Tatyana değil bambaşka bir varlıktır. Tatyana değil Onegin’in sevdiği; belki de kimseyi sevmiyor. Onegin’in kimseyi sevmeye gücü yok; ne kadar acı çekerse çeksin, kimseyi sevmeye gücü yok. Sevdiği, bir heves sade; zaten kendisi bir heves, Onegin! Bugün Tatyana’nın peşinden geldiğini görse yarın hayâl kırıklığına uğrayacak, gönlünün taşkınlığını alaya alacak. Onegin rüzgârın önünde oradan oraya savrulup duran bir ot parçasıdır. Tatyana öyle mi ya? Umutsuzluğun en koyu katında bile, hayatının paramparça olduğunu sezdiği anda bile gönlünün uzanacağı sağlam, sarsılmaz bir tutanağı var. Çocukluk hâtıraları, gösterişsiz, basit hayatının ilk yıllarını yaşadığı kırlar, köyü,

Dadısının mezarı başında
Dalların ördüğü gölgelikler.

evet, bütün bu hâtıralar, geçmiş günlerin hayâli… elinde kalan en değerli şeyler şimdi bunlar. En kara umutsuzluk çukurundan bunlar kurtarıyor onu. Az değil. Çok bile. Onu kendi öz toprağına, halkına, halkının kutsal bildiklerine bağlayan, sarsılmaz, parçalanmaz bir temel. Oysa Onegin? Onegin’in nesi var? Kim Onegin? Hiçbir şey! Tatyana mı gidecek Onegin’in peşinden ona acıdığı için, onu eğlendirmek için; sevgisinin sonsuz merhamet kaynağından ona bir anlık mutluluk yalgını armağan etmek için?.. Tatyana mı yapacak bunu? Yarın Onegin’in kendi sevinci ile alay edeceğini şimdiden, bilmiyor mu sanki? Hayır! Bunlar öyle derin, öyle sarsılmaz gönüllerdir ki, sonsuz bir acıma duygusuyla da olsa, kutsal bildiklerini öyle göz göre göre harcansın diye sunmazlar adama. Hayır, Tatyana, Onegin’ in peşinden gidemezdi.

Puşkin, Onegin’de, o sessiz, o ölümsüz şiirde katına erişilmez bir ulusal şair olduğunu ortaya koydu. Onun gibisi daha gelmemişti. Halkın tepesinde oturan bir toplum katının iç yüzünü bir anda, eşine az rastlanır bir sezgi gücüyle ve kesinlikle açığa vurdu. Önceki çağların, çağımızın Rus serserisi tipini gözler önüne serdi. Rus serserisinin gönlünde yatanı ilk sezen, tarih içerisinde kaderini ilk izleyen, bizim kaderimizdeki yerini ilk görüp anlatan Puşkin olmuştur. Tatyana’da, bir Rus kadınının hayatında tam anlamıyla olumlunun ve güzelin gerçek örneğini yarattı. Yine bu devrenin ürünü olan başka eserlerinde ele aldığı, doğruca Rus halkının içinden çıkıp gelen daha nice olumlu ve güzel Rus tipini işleyip bize sunan ilk Rus yazarıydı. Bu insanların güzelliği, dile getirdikleri katı, şüphe götürmez gerçekte kendini gösteriyor. Hiçbirini inkâr edemeyiz; taştan yontulma heykeller gibi dimdik ayakta duruyorlar. Size bir daha hatırlatmak isterim, bir edebiyat eleştirmeni gibi konuşmuyorum burada; düşüncemi açıklamak için bütün bu eserleri enine boyuna inceleyip edebi yargılara varacak değilim. Meselâ o papaz mizaçlı Rus vakanüvisi tipini ele alalım. Bu yüce insanın bizim için ne kadar önemli, ne kadar anlamlı olduğunu göstermek için kitaplar dolusu söz az gelir. Bu tip Puşkin tarafından Rus toprağında bulundu, Puşkin’in dehasıyla yoğruldu, gösterişsiz, taşkın, şüphe kaldırmaz gönül güzelliğiyle ulusal benliğimize, ulusal bilincimize bir tanık olmak üzere bizlere sunuldu. Bizimledir artık, yaşıyor; üzerinde tartışamayız. Şairin hayâl gücünün yoktan yarattığı bir varlık değildir. Bunu siz de teslim edersiniz. Evet yaşıyor, bir gerçek; onun için onu yaratan ulusal bilinç de yaşıyor, o da bir gerçektir; onun için bu bilincin yaşama gücü de bir gerçektir. Hem gerçektir, hem yücedir. Puşkin’in bütün eserleri Rus benliğine, Rus benliğinin manevi gücüne inancı ile dolup taşar. İnancın olduğu yerde umut vardır, Rus insanının geleceği karşısında duyulan büyük umut.

Başarı ve iyi günler umuduyla
Korkmadan geleceğe bakarım.

demişti Puşkin bir başka ilişkiyle. Ama bu sözleri bütün yaratıcı çabasına uygulanabilir sanırım. Ne ondan önce, ne de ondan sonra hiçbir Rus yazarı onun kadar yakından Rus halkıyla anlaşamamıştır. Yazarlarımız arasında sürüyle halk uzmanı yok mu? Var tabiî. Hayli yetenekli kişiler, bilgili kişiler, halkı seven kişiler. Sayıları hiç de az değil. Yalnız bu yazarları Puşkin’le kıyaslayacak olursak, görürüz ki bir ya da ikisi dışında hepsi büyük türü üzerine yazan beyler midir; bu çizginin üstesine varmaz hiçbiri. En yeteneklilerinde bile, sözünü ettiğim o ikisinde bile arada bir halka şöyle yukardan bakan bir tutum, bir başka hayattan, bir başka dünyadan gelme bir ışık halkı yazarın katına çıkarıp mutlu kılma isteğini andırır bir kaygı göreceksiniz. Oysa Puşkin’de doğruca halktan gelen bir şey var; o kadar ki, kimi zaman dünyanın en bön duygularına iteliyor onu. Ayı hikâyesini hatırlayın. Dişi ayının öldürülüşünü ya da şu mısraları hatırlayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız:

Amcam oğlu Kahya, seninle içmeye başladık mı…

Bütün bu sanat ve sezgi hazineleri büyük şairimizin kendinden sonra gelecek olanlara, ondan sonra gelip aynı tarlayı sürecek olanlara bıraktığı nişanlardır diyebiliriz. Hattâ diyebiliriz ki, Puşkin hiç yaşamasaydı Rus edebiyatı onun ardından gelen nice işinin eri yazardan yoksun kalacaktı. Hiç değilse bu yazarlar günümüzde bu kadar büyük bir başarıyla ortaya serdikleri düşüncelerini böylesine güçlü, böylesine açık seçik bir üslupla dile getiremeyeceklerdi. Puşkin’in önemi yalnız şiir, yalnız sanat alanıyla sınırlı kalmıyor. Puşkin olmasaydı kendi Rus benliğimize, Rus halkının yapabileceklerine güvenimizi, Avrupa milletleri arasında Rusya’nın geleceğine inancımız daha sonraki yazarların (hepsinin değil tabii, bir kaçının) kaleminden böylesine karşı durulmaz bir güçle dile getirilebilir miydi? Puşkin’in bu alandaki başarısı üçüncü çalışma devresini gözden geçirdiğimizde daha iyi anlaşılacaktır.

Bir kere daha söyleyeyim, bu devreler arasında kesin çizgiler aramamak gerekir. Üçüncü devrenin ürünü bazı eserlerini bile şair, sanat çalışmalarının daha başlangıcında yazmış olabilirdi: Çünkü Puşkin’in sanatçı kişiliği baştan sona bir bütündü, ilk günden bütün unsurlarını içinde taşıyan canlı bir oluştu. Dışarısı, dışardan aldıkları gönlünde zaten var olanı canlandırmaktan öteye varmadı. Ama durmadan gelişen bir oluştu bu. Geçirdiği devreleri birbirinden ayırıp tanımlayabiliriz. Her bir devrenin kendi özelliklerinin yanısıra, aralarındaki bağların canlılığı ve sürekliliği dikkatimizi çekecektir. O zaman üçüncü devreye katabileceğimiz eserlerde her şeyden çok bütün insanlığı içine alan düşüncelerin, başka ulusların şiir anlayışının, başka ulusların yaratıcı dehasının yansıdığını göreceğiz. Bunlardan bazısı Puşkin’in ölümünden sonra yayımlandı. Şair bu devrede nerdeyse tabiat üstü diyebileceğimiz, ondan önce hiçbir yerde görülmemiş, işitilmemiş bir şey sundu insanlığa. Avrupa edebiyatında ondan önce de dev gibi sanat dehalarıyla parlayan adamlar görünmüştü; Shakespeare, Cervantes, Schiller. Ama evrensel sevgi gücü Puşkin’de olduğu kadar hangisinde vardı? Puşkin bu gücünü, ulusumuzun bu en büyük gücünü halkla paylaşıyor. Onun için bizim ulusal şairimizdir. Avrupa şairlerinin en büyükleri bile bir yabancı ulusun yaratıcı damarını böylesine doğrulukla bulamazdı. Tam tersi Avrupa şairleri başka milletlere gözlerini çevirdiklerinde onları çokluk kendi milletlerine benzetmişler, kendilerince anlamışlardır. Shakespeare’in İtalyanlar’ı bile birer İngiliz’dir. Dünyanın bütün şairleri arasında bir Puşkin’de var bu güç; başka bir milletin düşüncelerini, sezgilerini bu kadar kendinin kılabilme gücü bir onda var. Faust’dan sahneleri düşünün; Pinti Şövalye’yi, Yohsul Şövalye baladını ele alın; Don Juan’ı bir daha okuyun. Bunların altındaki imza Puşkin’in olmasaydı nerden bilecektiniz her birini bir İspanyol’un yazmadığını? Veba Salgınında Bayram şiirindeki hayâl gücüne başka nerde rastlayabilirsiniz? Hayâl gücünün vardığı o akıl almaz derinliklerde İngiliz dehasının kendi öz benliği yatıyor. Kahramanın veba üstüne çağırdığı o güzelim şarkıda, sonra Mari’nin şarkısında bunu apaçık görüyoruz:

Çocuklarımızın sesleriydi duyulan
Okulun avlusunda.

Bunlar sapına kadar İngiliz, şarkılarıdır. Bunlar İngiliz ruhunun özlemleri, yas çağrısı, geleceğin getireceği acıları gören ön sezgisidir. Şu garip mısraları hatırlayın:

O yaban vadide dolaşırken bir gün ben

Eski bir İngiliz tarikat şeyhinin yazdığı mistik bir kitabın başlangıcı değil mi nerdeyse bu? Olduğu gibi şiire aktarılmış. Ama sade aktarma mı? Mısraların hüzünlü, coşkun musikisinde Kuzey Protestanlığının sesi çağlıyor; dinin kalıplarına meydan okuyan gönlü inanç dolu İngiliz, bulanı.k, karanlık; bükülmez, emellerinden şaşmayan mistik ruh, mistik imgelemin o yaman taşkınlığıyla bize sesleniyor. Bu garip mısraları okudukça bütün o günler gözlerinizin önünde belirir; Reformasyon’u, ilk Protestanlığın coşkun, savaşçı ruhunu, tarihi anlarsınız – yalnız düşünce katında da değil; tepeden tırnağa silâhlı tarikatçılarla omuz sürten, onlarla birlikte ilâhiler okuyan, coşkunluklarını paylaşıp onların yanısıra gözyaşı döken, inançlarına katılan bir kimsesiniz artık. Sonra Kuran’a Öykünmeler! Bir Müslüman değil mi şimdi bunları söyleyen? Evet. Kuran’ın, cihad kılıcını kuşananların sesidir bu. İnancın bütün sadeliğiyle şahlanışı! Eski Yunan ve Roma dünyası da burada. İşte Mısır Geceleri! Tanrılığa özenen dünya adamları. Tanrılar gibi halkın tepesinde tünemiş, halkın yaratıcı gücünü, emelleri hiçe sayıp tapınaklara kapanmış, kapalı kapılar ardınki güç bütün insanların birleşmesi özleminden doğan güçtür. Puşkin doğrudan doğruya halkın şairi olup gücünü halktan almaya başladığı anda bu gücün büyük geleceğini görmüş, anlamıştı. Onun için Peygamberdir.

Sorarım size, nedir büyük Petro’nun devrimleri bizim için? Yalnız gelecek bakımından değil, bir de şimdiye kadar olup bitenler, şimdiye kadar açığa çıkan gerçekler açısından bakıldığında , anlamı neydi bu devrimlerin? Herhalde Avrupa kılık kıyafetinin, Avrupa göreneklerinin, Avrupa tekniğinin ve biliminin benimsenmesi değildi. Gelin daha yakından, daha bir kesinlikle inceleyelim bunu. Evet, büyük bir ihtimalle Petro ilkin bu dar, pratik çerçeve içerisinde işe koyuldu; fakat zaman geçip kafasındaki devrim düşüncesi geliştikçe, gizli bir içgüdünün etkisi kendini göstermeye başladı. Petro gözlerini daha uzun erimli amaçlara çevirdi, çabalarını daha geniş ufuklara yöneltti. Zâten Rus halkı da devrimleri günlük kaygılarla benimsemeyi yeterli bulmamıştı. Halkı peşinden sürükleyen başka şeydi; günlük kaygılarla kıyas kaldırmayacak kadar yüksek amaçları gözeten bir önsezi. Halk daha o zamandan ilerisini görüyor, geleceğin getireceklerini bekliyordu. Bir daha söyleyeyim, halk bunun bilincine varmamıştı daha; fakat amacının o yönde yattığını seziyor, önemini anlıyordu. Onun içindir ki gözlerimiz hemen bütün insanların birleşmesi ülküsüne çevrildi. Düşmanlık duygusuyla değildi bu. İçimizden taşan iyi niyetle, yüreğimizdeki sonsuz sevgiyle hiç ırk ayırımı gözetmeden yabancı milletlerin dehalarını bağrımıza bastık; daha ilk adımda sezgimiz bize anlayışlı davranmayı, aykırılıkları gözümüzde büyütmemeyi, hepsini hoş görüp uzlaştırma yoluna gitmeyi öğretti. Böylelikle (biz de bunun daha yeni farkına varıyorduk) büyük Aryan ailesini hep bir araya: getirip kardeş kılacak bir ülküyü benimsemeye hazır ve istekli olduğumuzu gösterdik. Evet. Hiç şüpheniz olmasın, Rus’un kaderi Avrupa’nın birleşmesi, bütün insanlığın yönünde gelişecektir. Gerçekten Rus olmak, bütün insanlara kardeş olmaktır. Aramızdaki bütün bu Islavcılık, Batıcılık ayrımları bir yerde tarihi şartlanmaya dayanıyor, ama aslına bakarsanız birbirimizi yanlış anlamamızdan doğuyor. Gerçek bir Rus’un gözünde Avrupa’nın geleceği kadar azizdir. Çünkü Rusya’nın kaderi evrensellik katına çıkmaktır; kılıç zoruyla değil, kardeşlik bağlarının kuvvetiyle, insanları kardeşlik ülküsü çevresinde birleştirme emelimizle. Petro’nun devrimlerinden bu yana tarihimizi iyi inceleyin Avrupa milletleriyle aramızdaki ilişkilerde, hattâ devletin güttüğü siyasette hep bu düşünceyle (benim bu hayâlimle deyin isterseniz) karşılaşacaksınız. Rusya’nın siyaseti bu son iki yüz yıl içerisinde Avrupa’ya hizmet etmekten başka ne yapmıştır? Hattâ Rusya kraldan çok kral taraftarı oldu diyebiliriz. Bunun devlet adamlarımızın işe yaramaz oluşundan ileri geldiğini sanmıyorum. Bugün bizim gözümüzde değerinin ne olduğunu Avrupa çok iyi bilmektedir. Bir gün gelecek bizler değil ama, çocuklarımız anlayacak ki gerçekten Rus olmak demek, Avrupa’nın içine düştüğü çelişmeleri ortadan kaldırmayı amaç edinmek demektir; gönlümüzdeki kardeşlik sevgisinden kuvvet alarak bütün insanların birleşmesi yolunda savaşmak demektir; belki de, nihayet, insanlık birliği ülküsünün gerçekleşeceğine; İsa’nın dediğinin olacağına, günün birinde bütün insanların elele vereceğine inandığımızı bütün dünyaya haykırmak demektir: Ben inanıyorum bunun böyle olacağına. Biliyorum, çok iyi biliyorum ki bu sözlerime bir dolu deli saçması diyenleriniz olacak. Öyle olsun. Söyledim ya bunları, hiç de pişman değilim: Söylenmesi gerek çünkü. Özellikle şimdi, burada, eşsiz sanat gücüyle bu düşünceyi dünyaya salan büyük dâhiyi kutladığımız bir sırada hepsinin söylenmesi gerek. Bu düşünce bundan önce de birçok kereler dile getirildi. Ben yeni birşey söylemiyorum. Yine de böyle konuşmamı bir küstahlık sayanlar çıkacaktır. “Bu mu bizim kaderimiz? Bu mu bizim zavallı, ilkel yurdumuzun kaderi? Dünyaya yeni bir ülkünün tohumlarını atmak bütün insanlar arasında bize mi düştü?”

Ekonomik başarılardan, silâh gücünden, bilim gücünden söz ediyor muyum? İnsanlar arasında kardeşlik bağlarının kurulmasından söz ediyorum. Bu ülküyü gerçekleştirmek diyorum, bütün uluslar arasında belki Rusya’nın kaderi olacaktır. Bu ülkünün izleri tarihimizdedir, yetiştirdiğimiz dehalardadır, Puşkin’in sanat dehasındadır. Yurdumuz yoksul olsun, ne zararı? “Hazreti İsa’nın bir köle kılığında boydan boya geçip takdis ettiği” ülkedir burası, bütün yoksulluğuyla. Niye İsa’nın son sözünün bir gün gerçek katına çıkacağı umudu bizim olmasın? İsa da bir ahırda doğmamış mıydı? Dediğim gibi, hiç olmazsa Puşkin’in örneği var önümüzde, Puşkin’in dehasının bütün insanlığı içine alan kaplamı var. Puşkin’in göğsünde kendi ulusunun yanı sıra yabancı ulusların dâ yüreği çarpardı. Puşkin, hiç olmazsa sanat alanında, Rus bilincinin bu evrensel eğilimini açığa vurdu. Bizim için bu paha biçilmez bir uyarmadır. Düşüncemiz bir hayâlden, bir düşten öteye varmasa bile, hiç değilse Puşkin’in eserinde bu hayâl, bu düş kendine sağlam temeller bulmuştur. Puşkin’in ömrü daha uzun olsaydı, kimbilir daha nice coşkun, ölümsüz tipler yaratacak, Avrupalı kardeşlerimiz de Rus olmanın ne demek olduğunu anlayabileceklerdi. Şimdikinden çok daha büyük bir güçle Puşkin, Avrupa’yı kendine çekecekti. Belki onlara anlatabilecekti gönlümüzde yatan özlemin gerçek yanını. Onlar da bizi şimdi anladıklarından daha iyi anlayacaklar, yüreğimizin atışını duyar olacaklardı; bize şüpheyle, şimdiki gibi biraz da küçümseyerek bakmaz olacaklardı. Puşkin daha çok yaşasaydı, belki bizim aramızda da anlaşmazlıklar daha az olacak, birbirimizle böylesine hırlaşmayacaktık. Allah’ın hikmeti başkaymış. Puşkin en olgun; en. güçlü çağında öldü. Öldü, mezarına büyük bir sır götürdü. Şimdi biz, onsuz, onun kutsal sırrını çözmeye çalışıyoruz.


Dostoyevski, Puşkin Üzerine Konuşma
Çeviren: Tektaş Ağaoğlu
Bilim/ Felsefe/ Sanat Yayınları