Bogomilizm ve Bosna-Hersek
Boşnakların bazı araştırmalara göre Güney Slav halkı bazılarına göre ise İlir halkından geldiği söylenmektedir. Çoğunluğu Balkanlar’da Bosna-Hersek’te, Sırbistan’da yaşar. Ayrıca Hırvatistan, Karadağ, Slovenya, Almanya, ABD, Avusturya, İsveç, Kosova, Makedonya Cumhuriyeti ve Türkiye’de de Boşnaklar vardır. Türkiyede 2.000.000 Boşnak bulunmaktadır.
Bogomilizm ise Ortaçağ’da Bulgaristan’da ortaya çıkıp Avrupa’nın doğu ve batısında pek çok ülkede insan kitlelerini etkilemiş bir dinî akımdır.
Bulgar Çarı I. Petro zamanında ortaya çıkan mezhep, Hristiyanlığın temel anlayışına göre sapkın bir harekettir. Kurucusu Bogomil (Slavca Tanrı’nın sevdiği) adlı bir köy papazıdır. Bogomilizm adının hareketin kurucusunun adından mı, yoksa kendilerini “Tanrı’nın sevdiği” veya “Tanrı’yı seven” olarak ifade eden inanç sahiplerinin bu şekilde tanımlamasıyla mı ortaya çıktığı netlik kazanmamıştır. Ortaya çıktığı ve yayılma alanı bulduğu değişik yerlerde bu akımı benimseyenler, muhalifleri tarafından Albigenler, Poturlar, Babunlar gibi farklı isimlerle anılmışlardır.
Bogomilizm akımının mensupları kendilerini Hristiyan diye nitelemelerine rağmen birçok konuda yaygın Hristiyan anlayışından farklı inanca sahiptiler. Mesela “teslise” inanmıyor, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmadığını, peygamberi olduğunu düşünüyor, kilise hiyerarşisini ve dolayısıyla Papalık otoritesini tanımıyor ve haç gibi dinî sembolleri kabul etmiyorlardı. Bogomiller bu özelliklerinden dolayı Ortaçağ boyunca Papalığın büyük tepkisiyle karşılaştılar, Engizisyon mahkemelerinde idama mahkûm edildiler. Birçoğu işkenceye uğradı ve sürgün edildi.
864 yılında Hıristiyanlık, I. Bulgar Devleti’nin resmî dinî olmuş, ancak Bulgaristan’da eski pagan inancı ve daha önceden mevcut diğer inançlar varlığını uzun süre korumuştur. Çoğu putperest olan ve gerek soyut Tanrı inancını, gerekse üzerinde Hristiyan teologların da uzlaşamadığı karmaşık teslis doktrinini benimsemeyen Bulgar halkı, çok tanrılı inançlarını tamamen terk etmemiştir. Sürdürülen eski inançların ve Bulgaristan dışında mevcut olup bu devirde ülkeye akın eden bir takım inançların yanı sıra daha önce var olmayan birtakım yeni inanç ve gruplar da ortaya çıkmıştır. Sonradan Bogomilizm olarak adlandırılacak hareket de bu dönemde ortaya çıkan dinî gruplardan biridir.
Çar Petro devrinde savaşlar, fakirlik ve sürekli göç sebebiyle hayat şartları ağırlaşan köylülerin feodal yönetime duydukları tepki sonucu Bulgaristan’da Bogomil adlı köy papazı önderliğinde yeni bir dinî hareket doğdu. Bogomiller, resmî Hristiyan kilisesinin görüşlerini kabul etmiyor, Ortodoks ruhban sınıfına karşı çıkıyorlardı. Lüks hayatı, özel mülkiyet edinmeyi ve içki içmeyi reddetmekteydiler. Dünya’yı kötülüğün sembolü olan şeytanın yarattığına inanıyor; Tevrat’ı ve Meryem’in kutsallığını kabul etmiyor, kilise ayinlerini protesto ediyorlardı. İkonalara ve haça saygı göstermedikleri gibi Ortodoks ve Katolik kiliselerini “şeytanın mabetleri” olarak isimlendiriyorlardı.
Devrin İstanbul Patriği tarafından “Maniheizm ile Paulusçuluğun karışımı” olarak tarif edilen akım, köylüler arasında hızla yayıldı. Bu akımı benimseyenler ağır zulme uğruyorlardı. Pek çokları yurtlarından sürgün edildi, mal ve mülklerine el konuldu; önderlerinin dilleri kesildi; ateşli taraftarları ise kitaplarıyla birlikte diri diri ateşe atıldı. Bu baskıların doğal sonucu olarak Bogomiller, Bosna, Hersek ve Dalmaçya’ya göç ettiler.
Bogomilizm, ortaya çıktığı andan itibaren biri Bulgaristan’da diğeri Makedonya eyaletinin Dragovica köyünde olmak üzere iki kilise olarak kuruldu. Çıkışından kısa bir zaman sonra birçok tarafa yayıldı. Birinci yayılma, İstanbul’a ve oradan Anadolu’ya doğru idi. Bogomilci Basil’in Bizans’ın başkentinde halkı kitleler halinde Bogomilci yaptığı ve bu sebeple yaklaşık 1110 yılında yakıldığı, Anna Komnini’nin “Alexiad” isimli eserinde kayıtlıdır.
İkinci yayılma Yunanistan’a, oradan İtalya’ya, Fransa’ya ve ayrıca İtalya üzerinden Dalmaçya’ya, oradan Hersek ve Hersek’ten de Bosna’ya doğru olmuştur. Üçüncü yayılma ise Sırbistan ve Karadağ üzerinden Bosna yönüne gerçekleşti. Bulgaristan ve Dragovica kiliselerinin yanı sıra Filibe ve İstanbul’da Bogomil kiliseleri kurulmuştur.
Tarikatın inanç sistemi hakkındaki tek kaynak Euthymius Zigabenus’un eseridir. Zigabenus’a göre Bogomil tarikatı insan ruhunun Tanrı tarafından, insan vücudunun ise Tanrı’nın daha yaşlı oğlu olan ve Havva’yı günaha düşürdüğünde yaratma gücünü kaybeden İblis tarafından yaratıldığına inanmışlardı. Ruhun bedeni kelepçelerden kurtulup Tanrı ile birleşmesini hayatın hedefi olarak kabul ettiler. Tek başına inzivaya çekilip tek başına Tanrı’ya eğilme ve yalvarmayı ibadetin asıl ve en yüksek derecesi olarak gördüler. Âdem ile Havva’nın günahının kuşaktan kuşağa geçtiği inancını kabul etmediklerinden kilise ayinlerine katılmayı reddettiler. Haçın ve kutsal nesnelerin ibadette kullanılmasına da karşı çıktılar. Bogomiller, çilecilik yanlısıydılar. Evliliğe karşı çıktılar ve her türlü hayvanî gıdanın yenmesini yasakladılar. Kurulu kilise düzeninden ayrı bir hiyerarşi kurdular.
1180 senesinde Sırp Stephen Nemanja, krallığındaki Bogomilcilik hareketini denetlemeye başlamıştır. Tarikatın etkinliğinin Bulgaristan’da bastırılması ise 1211 senesindeki konseyin Bogomilciliği “sapkın bir inanç” ilan etmesiyle hız kazanmıştır.
On üçüncü yüzyıl boyunca Bosna-Hersek’i kalesi olarak kullanan Bogomilizm, bu bölgelerde genelde milliyetçilik ile bağdaştırıldı. Bogomilcilik, Balkanlar’da 15. yüzyıldaki Osmanlı fetihlerine kadar etkinliğini sürdürdü ve Osmanlı fethi sonrasında Bogomilciler, İslâm dinine geçtiler. Gerek Katolik ve Ortodoks kiliselerin ve Bogomillere karşı şiddet dolu davranışları, gerekse Bogomil anlayışındaki birçok kuralın İslâm dinininkilerle benzerlik arz etmesi Bosna’da yaşayan ahalinin İslâm dinini kabul etmelerine büyük ölçüde katkı sağlamıştır.
Boşnaklar, yüzyıllarca dine dayalı bir kimlik tanımı içinde yer almışlar, Bosna-Hersek ve Sancak’ta yaşayan Ortodoks veya Katolik, Güney Slavları ise Sırp veya Hırvat milletlerinin bu bölgelerdeki uzantıları kabul edilmiştir. 1963’de Yugoslavya’nın Sosyalist Federal Cumhuriyet tanımına geçişi ile birlikte Bosna-Hersek Sosyalist Cumhuriyeti yönetiminde Sırpların egemen konumunun zayıflamaya başlaması Boşnaklar için yeni bir millî kimlik tanımının yolunu açmıştır. 1961’de ortaya atılan “Etnik Müslüman” terimi ile Boşnaklar bu isim altında Bosna-Hersek’in yönetiminde Sırpların ve Hırvatların yanı sıra söz sahibi hâle gelmişlerdir. 1968’de Müslüman milleti kavramı, dinî mensubiyeti ifade eden Müslüman kavramından farklı bir anlam içerecek şekilde Yugoslavya Anayasasına girmiştir.
“1. Yugoslavya”da Bosna-Hersek (1)
“1. Yugoslavcılar”ın idealleri gerçekleşti: Aralık 1918’de, çağdaş Balkanlar tarihinde “1. Yugoslavya” olarak anılan Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı kuruldu. Bu devletin kuruluşu, Dalmaçya İttifakı ile Sırp Krallığı’nın işbirliğiyle gerçekleşmişti. Kurulan ülke, Sırbistan ile Karadağ Krallıkları ve Makedonya’nın büyük bir bölümüne ilâveten, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun dağılmasıyla ‘açığa çıkan’ Hırvatistan, Slovenya ve Bosna- Hersek topraklarını da kapsıyordu. Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, Krallık Sırp Karayorgiyeviç hanedanında olmak üzere, bu üç milletin eşit haklı olduğu bir devlet olarak kuruldu. Ne var ki Sırbistan’ın egemen sınıfları, hem “Yugoslav- yacılığı” Büyük Sırbistan idealleriyle özdeşleştirdikleri, hem de dünya savaşında diğer Güney Slav halklarıyla kıyaslanmayacak denli ağır kayıplar verdikleri ve savaştan galipler safında çıktıkları için, devleti esasen “Sırpların devleti” olarak görme eğilimindeydiler. Milliyetçi Sırp hegemonyacılığı, daha 1921’de, millî özerklik taleplerini kaale almayan merkezî-üniter bir devlet yapısını kurumlaştırdı ve muhalefeti baskı altına aldı. 1929’da Kral’ın Anayasa’yı feshederek yönetime el koymasıyla devlet tamamen Sırp millî devleti olarak örgütlenmeye girişildi, muhalefet üzerindeki baskı faşizan bir nitelik kazandı. Krallığın adı da “Yugoslavya Krallığı” olarak değiştirildi. (1. Yugoslavya hakkında bkz. Milliyetçiliğin Provokasyonu, s.32-42)
Yugoslavya’nın kuruluşunda Bosna-Hersekli toplumsal-politik güçlerin dahli pek yoktu. Ülkedeki Sırp milliyetçileri pekişen Sırp hegemonyasının tadını çıkardılar; Hırvat milliyetçileri ise çoğunlukla rejimin en önemli muhalefet gücü olan Hırvat Köylü Partisi’nin izleyicisi oldular. Boşnaklar, 1. Yugoslavya Anayasası’nda kurucu millet statüsünde olmayan diğer millî topluluklar (Karadağlılar, Makedonlar, Arnavutlar, Macarlar, vd.) gibi, millî-kültürel kimlikleri tanınmayan, ikinci sınıf vatandaş konumunda idiler. Sloven ve Hırvatların eşit haklı kurucu statülerinin de kâğıt üzerinde kaldığı düşünülürse, ikinci de değil, üçüncü sınıf oldukları söylenebilir.
Ancak Boşnakların statüsü fiilen Hıristiyan topluluklardan da düşüktü. Zira resmî ideoloji (Slav/Sırp milliyetçiliği), Müslümanlara Balkanlardaki Osmanlı işgalcilerinin varisleri gözüyle bakıyordu. 1. Dünya Savaşı’nda küçümsenmeyecek sayıda Müslümanın Avusturya-Macaristan’a sadık kalarak İmparatorluk ordusunda savaşmış olması, ‘ihanet sicillerini’ kabartmıştı. Hırvat sosyolog Bogdan Deniç, bu dönemde bilhassa kırsal kesimdeki Hırvat ve Sırp nüfus içinde, Müslümanlara karşı, “Yahudilerin asimile olarak yerlileştiği Avrupa ülkelerindeki (Almanya, Avusturya) anti-semitizm türüne benzeyen patolojik bir nefret ve güvensizliğin” husule geldiğini saptar; “oysa onların kültürel hattâ dinsel kimlikleri Hıristiyan komşularına fevkalâde benzerdir.” Böylelikle 1. Yugoslavya’da Boşnaklar üzerinde büyük bir resmî ve toplumsal baskı kuruldu. Özellikle Bosna-Hersek’in Güneydoğu sınırı ile Karadağ ve Sırbistan arasında bulunan Sancak bölgesindeki Boşnaklar, resmî destekli kitlesel saldırılara maruz kaldılar. 1924 yılında Sancak’ın Bijelo Polje ilçesinde eski bir Sırp valiye yapılan suikast üzerine, intikam olarak yerel bir etnik arındırma harekâtı gerçekleştirildi. Yeni devletin kuruluşunda revaçta olan ‘hürriyetçi’ söylemi sarakaya alan şu Karadağ halk deyimi, 1920’lerin Müslüman karşıtı rövanşizmini yansıtır: “Artık bir Müslümanın boğazını kesemeyecek olduktan sonra, neye yarar hürriyet?!”
Fiziki baskının ötesinde, Müslümanlar bürokrasiden neredeyse tamamen dışlandılar. Buna karşılık dini kurumlara ve vakıf mülklerine dokunulmadı. Evlilik, aile, miras işlerinde ve vakıflara ilişkin sorunlarda, İslâm hukuku geçerli kaldı. Şeriat mahkemeleri, 1919 St. Germain Antlaşması ile güvencelenmişti. Saraybosna’da, bir yüksek okul, bir lise düzeyindeki teolojik eğitim kurumu ve Gazi Hüsrev Bey Medresesi ile, güçlü bir İslâmî eğitim altyapısı 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar bakî kaldı. Kuran eğitimi veren mahalle mektepleri de faaliyetlerini sürdürdüler. 1936’da çıkarılan bir yasa ile öz- yönetimli müftülükler kapatıldı. Yine de işlerliklerini ‘el altından’ sürdürdüler. 1919’da yapılan toprak reformuyla, Müslümanların mülkiyetindeki 8 milyon dönüme yakın toprak devletleştirildi. Oldukça düşük tazminatlar ödenerek (dönüm başına yaklaşık 25 cent) gerçekleştirilen devletleştirme, Müslüman nüfusun yaklaşık % 10’unu işsiz/gelirsiz bıraktı. Eski toprak beyi ailelerinin bir kısmı, izleyen yıllarda orta ve küçük çiftçilere dönüştü. Bey ailelerinin bir kısmı ise, ekonomik birikimlerini eğitim imkânlarından yararlanma doğrultusunda değerlendirdi. Böylece, begovi (beyler) sınıfı, bir-iki kuşak içinde Müslüman kentli küçük burjuvazinin nüvesini teşkil etti.
Müslümanlar 1919’da Jugoslavenska Muslimanska Organizacija (Yugoslav Müslüman Örgütü-YMÖ) adı altında bir politik parti kurdular. YMÖ ‘Yugoslavyacı’ idi; dini farklılıkların tanınması koşuluyla, Yugoslavlık (Güney Slavlığı) etnik temelinde bir millî bütünlük inşa edilmesine sıcak bakıyordu. YMÖ 1935’de Yugoslav Radikal Partisi ile birleşerek Yugoslav Radikal Birliği’ni oluşturdu. 1939’da YMÖ’nün etkili önderi Mehmed Spaho’nun ölmesi, Müslüman politik kadroların insiyatifini iyice geriletti. Müslüman politikacıların önemli bir bölümü, 1940’larla birlikte Hırvat Köylü Partisi’ne yakınlaştı.
Ulemanın örgütü El Hidaye, politik etkinliği olan bir başka örgüttü. El Hidaye’ye bağlı Mladi Muslimani (Genç Müslümanlar), Müslüman kimliğinin inşa edilmesinde çok etkili olmuştur. Kızılay örgütü Merhamet, yeşilaycı örgüt Trezvenost (Zindelik), dinsel kültürü geliştirmeye dönük İhvan (Kardeşlik) ve futbol kulübü Gyergyelez, Müslüman toplumunun diğer sivil örgütleriydi. Mostar merkezli İhvan dışında, bunların hepsi Saraybosna merkezli idi.
Bosna-Hersek nüfusu 1910’de yaklaşık 2 milyon olarak saptanmıştı. Nüfusun % 44’ü Sırp, % 33’ü Müslüman Boşnak, % 23’ü Hırvat idi. Müslümanların nüfustaki payı sürekli düşmekteydi: 1870’de % 49, 1879’da % 40, 1895’de % 35, 1910’da % 33, 1920’de bu oran % 30’a düştü. Bu düşüşte Boşnakların Müslüman ülkelere göç etmelerinin payı önemsiz değildi. 1910-1935 döneminde 100 bin kadar Boşnak daha Türkiye’ye göç etti. Toplam Yugoslavya nüfusundaki payları % 6 olan Boşnaklar, “1. Yugoslavya”nın dördüncü büyük millî topluluğunu oluşturuyorlardı.
1929’da Kral darbesiyle kurulan monarko-faşist rejim, Yugoslavya’yı tarihi-millî sınırlarla ilintisiz dokuz eyalete (banovina) ayırırken; Bosna-Hersek’in topraklarını da dörde böldü: Kuzeyde Hırvatistan’la kesişen Vrbas, Saraybosna merkezli Drina, batıda Dalmaçya’yla kesişen Sahil banovinası, güneyde Karadağ ve Sırbistan’la kesişen Zeta. Bu idari düzenlemede, Müslümanlar hiçbir eyalette çoğunluk değildiler. 2. Dünya Savaşı arefesinde, Hırvat Köylü Partisi’nin muhalefetini altedemeyen ve çok boyutlu bir bunalıma düşen rejim, Hırvat milliyetçi önderliği ile uzlaşmaya yöneldi. Bu uzlaşma, son derece kısa ömürlü de olsa, Bosna-Hersek’i yeniden ve bu kez Sırbistan ile Hırvatistan arasında böldü. 20 Ağustos 1939’da Yugoslavya hükümeti adına Çvetkoviç ile Hırvat Köylü Partisi’nin önderi Maçek arasında imzalanan anlaşma (Sporazum) ile Yugoslavya’ya bağlı bir özerk Hırvatistan’ın kuruluşu gerçekleştirildi. Yugoslavya topraklarının ve nüfusunun yaklaşık % 30’unu kapsayacak olan özerk Hırvatistan, Bosna-Hersek topraklarının bir bölümünü de içeriyordu. Özerk Hırvatistan’ın nüfusunun yaklaşık % 3’ü (150 bin kişi) Müslüman olacak; böylelikle Bosna-Hersek’teki Müslüman nüfusun yaklaşık % 13’ü Hırvatistan’da kalacaktı.
Bölünen Bosna-Hersek’teki Müslümanların durumunu soran bir gazeteciye, Çvetkoviç ile Maçek’in “onlar yokmuş gibi yapıyoruz” cevabını verdikleri, bazı kaynaklarda anekdot olarak kaydedilir! Sporazum, YMÖ kökenli Müslüman politikacılar içinde ihtilâfa yol açtı. Ancak çoğu, Bosna’nın bölünmesine karşı çıktılar. Bosna Sırp toplumunun önderleri de, 800 bini aşkın Bosnalı Sırp’ın Hırvatistan içinde kalacağına dikkat çekerek Sporazum’a muhalefet ettiler. Bosnalı Sırp milliyetçileri, Yugoslavya’da federalizm yolunun açılmasına ilke olarak karşıydılar; Sporazum’u içlerine sindiremeyen Sırbistan’daki radikal Sırp milliyetçileri ve ordudaki sertlik yanlıları ile aynı çizgide idiler. 27 Mart 1941’de ordunun Kral’ı devirerek yönetime el koymasında, subayların faşist Mihverde yapılan anlaşmayı millî çıkarlara aykırı bulması yanında, Sporazum’un yarattığı tepkinin de payı vardı. Bunun üzerine Almanya Yugoslavya’ya tapyekûn saldırıya geçti ve bir aya kalmadan ülkeyi işgal etti.
2. Dünya Savaşı’nda Bosna-Hersek (2)
Özerk Hırvatistan’ın Ordu darbesiyle ‘iptal edilmesinden’ yaklaşık bir ay sonra, “Bağımsız Hırvatistan”ın kuruluşu ilan edildi. Bu “Bağımsız Hırvatistan”, Sırp-Hırvat çelişkisinden faydalanmak isteyen ve yüzyıllarca Avusturya-Macaristan egemenliğinde kalmış olan bu ülkeyi doğal nüfuz sahası içinde gören Nazi Almanya’sının himayesinde bir kukla devlet idi. Ustaşa, Hırvatistan devletinin kur(dur)ulmasmda kullanılan yerli malzeme’, faşist Ustaşa hareketi idi. Ustaşa Hırvatların en ‘soy’ Güney Slav kavmi olduğunu vaz’eden ırkçı bir ideolojiye dayanıyordu. Savaş öncesinde marjinal bir hareket iken, Hırvat halkının bağımsızlık özlemini gidermesine aracı olması sayesinde, Köylü Partisi tabanının ve kadrolarının hatırı sayılır bir bölümünün desteğini sağlamayı -en azından başlangıçta- başardı. Rejimin çok önemli bir dayanağı, Zagreb Katolik Kilisesi’nin desteği idi; bu destek, Mussolini’nin terkesindeki Papalığın muvafakatmdan da güç almaktaydı. 2. Dünya Savaşı’nın Nazilerden sonra en geniş çaplı ve planlı soykırım programını uygulayan Ustaşa rejimi; Hırvatistan’ın Krayina bölgesinde ve Bosna-Hersek’te, Sırpları zorla Katolikleştirmeye ve toplu kırımdan geçirmeye dönük harekâtlar yürütmüştür. Yahudi, Çingene ve Müslümanların yanısıra büyük çoğunluğu Sırp, 400 ilâ 600 bin insan bu harekâtlarda katledildi. En iyimser tahminle 60 bin ilâ 200 bin insan, Yasenovac’daki toplama kampında öldürüldü.
Bosna-Hersek topraklarının büyük bölümü, Ustaşa Hırvatistan’ına bağlanmıştır. Alman ordusunun Yugoslavya’yı işgali, ilk anda Boşnak halkının geniş kesimlerinde, Avusturya-Macaristan egemenliği dönemine ilişkin anıları canlandırdı. Tıpkı Habsburg İmparatorluğu gibi Nazi yönetiminin de ülkede Hırvatları himaye etmesi, bu tahayyülü besledi. Müslüman ‘basit halk’, göreli olarak kollanacakları bir devrin geldiğini umdu. Ustaşa devletinin icraati de, en azından başlangıçta bu umudu pekiştirecek doğrultuda oldu. Ortodoks Sırpları zorla Katolikleştiren ve soykırım uygulayan Ustaşa Devleti, Müslümanları nispeten rahat bıraktı. Hattâ Müslümanlar, hukuken Hırvatlarla birlikte devletin ‘sahibi’ olan millî unsurlar arasında sayıldı. Ancak bu sadece sembolik bir hukuk idi; zira Ustaşa ideolojisi, Boşnakların “aslen” Hırvat olduğundan hareket ediyordu. Ustaşa devletinde Müslümanların yönetsel bir hükmü olmadı. Ustaşa rejiminin, Müslüman toplumunun desteğini almak için yaptığı en ‘şık’ simgesel hareket, Zagreb’deki bir resim atölyesinin gösterişli bir camiye dönüştürülmesi idi. Binanın camileşmesini sağlayan üç minare 1945’de, yerel ulemanın da -usûlen- onayı alınarak, partizan bağımsızlık savaşçılarınca havaya uçurulacaktı. Sonuçta, Müslüman toplulukların küçümsenmeyecek bir kesimi, 2, Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Ustaşa devletine aktif destek verdi. Bu destek, İktisadî ve toplumsal gelişme açısından görece gerikalmış olan Hersek’teki, Doğu Bosna’daki ve Güney Bosna’daki Müslüman topluluklarında yoğunlaştı. Ustaşa dönemi boyunca Saraybosna’da Müslüman aydınlarca yayınlanan Osvit (Tanyeri) Dergisi, faşist ideolojiye mesafeli dursa da bağımsız Hırvatistan projesine destek verdi. Ustaşa yönetiminin, buna rağmen Osvit’in Çetnik zulmü üzerine yayın yapmasını engellemesi ilginçtir: Yeni rejim altında Müslümanların başına kötü şeyler geldiğinin bilinmesi ve mevzu edilmesi olabildiğince önlenmek isteniyordu.
‘Aracısız’ olarak Nazilerle işbirliğine yönelen bazı Müslüman topluluktar da oldu. Ustaşa güçleri ile kralcı-milliyetçi Sırp Çetnikler arasındaki çatışmalann yoğunlaştığı bölgelerdeki kimi Müslüman topluluklar, kendini savunmak için örgütlenme arayışına girdiler. 1943’de Ulema Meclisi üyesi Hafız Muhammed Panca önderliğinde bir heyet, Berlin’de bulunan Filistin Müftüsü Muhammed Amin el- Hüseyni’ye başvurarak silahlanmak için yardımını istedi. Bu müracaat, neticede, El-Hüseyni’yi barındıran Almanya’ya yönelmiş oluyordu. Nazi yönetimi, Müslümanların bu arayışını Bosna’da bir propaganda fırsatı olarak değerlendirdi. Propagandanın hasadını, Boşnaklardan oluşan bir SS birliği kurarak topladı. SS önderi Himmler, “Hançer” adı verilen bu birliğe din hürriyeti, fes taşıma vb. imtiyazlar tanıdı. Hançer-SS, büyük çoğunlukla Bosna dışında çarpıştırıldı ve Boşnak toplumuna bir hayrı olmadı. Girişimlerinin Naziler tarafından kullanıldığını idrak eden Hafız Panca dağa çıkarak yerli Müslüman köylülerden bir milis kurdu. Bu milis savaşın sonlarına doğru Partizanlara katıldı. 1945 ilkbaharında Kuzey Bosna’ya nakledilen Hançer-SS’in birçok askerî Partizan saflarına geçti.
Ulemanın gelenekçi kesimleri arasından Ustaşa yönetimiyle işbirliğine yönelenler çıktı. Ulemanın genel eğilimi ise, açıkça karşı tavır almamakla birlikte Ustaşa Devleti’ne mesafeli durmaktı. Saraybosna, Mostar, Banja Luka ve Prijedor dinî ileri gelenlerinin, Sırplara ve Yahudilere dönük soykırım politikasına karşı tepki gösterdikleri biliniyor. 14 Ağustos 1941’de ulemanın örgütü El Hidaye, şu açıklamayı yaptı:
“Husûle gelen fesat sonucunda yitirdiğimiz masum Müslüman kurbanları yüreğimizde derin bir acıyla anıyoruz. Kendi hesaplarına ve kişisel saiklerle tecavüzlere ve şiddet eylemlerine katılan bütün Müslümanları mahkûm ediyor, böylesi kötülüklerin ancak sorumsuz ve ahlâken düşmüş bireylerce işlenebileceğini kaydediyoruz. Ülkedeki bütün Müslümanlar, her türlü tecavüzden uzak durmalıdır. Yetkililerden, ülkenin her bölgesinde kamu güvenliğini sağlamalarını ve talihsiz insanların yeni uğursuzluklardan korunmasını rica ediyoruz.”
Reisülulema Fehim Efendi Spaho, aralarında hatırı sayılır miktarda Müslümanın olduğu Çingeneleri toplama kamplarından kurtarmak için, Hırvat ve Alman yetkililer nezdinde epey çaba harcadı.
Müslüman toplumunda anti-faşist ve Partizan hareketine destek veren unsurlar da mevcuttu. Yugoslavya’nın işgali arifesinde hükümet, sanayiyi ve devlet bütçesini finanse etmek için tarımdan artı çekişini köylüler açısından tahammülü zor boyutlara vardırmış; bunun üzerine bütün milli topluluklardan köylülerin katıldığı yerel köylü ayaklanmaları olmuştu. Bu kırsal muhalefetin uç verdiği yerler, Partizan hareketinin ana dayanakları oldu. Zira bu köylü direnişi, salt yabancı işgalcilere değil ‘yerli’ egemen sınıflara ve devlet aygıtına da yönelen, bu özelliğiyle 19. yüzyıl başındaki köylü isyanlarının milliyetçilik öncesi ilk evresini andıran bir tepkiyi yansıtıyordu.
Eski YMÖ’nün çizgisindeki Müslüman aydınlar ve politikacılar da, Ustaşa rejimine muhalif tavır aldılar. YMÖ’nün yayın organları Pravda (Adalet) ve Narodna Pravda (Halk Adaleti) yayınlarını durdurdular. Anti-faşist Müslüman aydınlar, 1946’da Saraybosna’da onbeş günde bir Novo Doha (Yeni Zaman) dergisini çıkardılar. Dr. Zayim Saraç önderliğindeki bu grup, Partizan direniş hareketiyle bağlantılı çalıştı. 1920’li ve 1930’lu yıllarda üniversite eğitimi görürken, komünist harekete sempati duymuş ve iştirak etmiş bir bey çocukları kuşağı vardı. Bunlar arasından, Müslüman Partizan önderleri çıktı. Partizan hareketinin Müslümanlar arasında en güçlü destek bulduğu bölge, Kuzeybatı Bosna’daki Bihaç-Cazin bölgesi idi. Bihaç’ta Sırplar ve Müslümanlar, kitlesel olarak, Partizan kuvvetlerinde birlikte çarpıştılar. Ustaşa’nın galebe çaldığı Hersek’te de, bölgenin ana kenti durumundaki Mostar bir anti-faşist adacık oldu. Hırvatlar Ustaşalar’a, Sırplar Çetnikler’e karşı, diğer hemşehrilerini korudular. Kentin Sırp, Hırvat ve Müslüman nüfusu, müştereken Partizanlara asker verdi. Mostar, 2. Dünya Savaşı’nı, çatışmaları kendi içine sokmadan yaşadı. İç savaşın kıyıcılığı karşısında bekasının tehdit altında olduğu kaygısına kapılan Müslüman toplumunun çoğunluğu, giderek, Partizan hareketini kurtuluş umudu olarak benimsedi. 1943’de Batı Bosna’da Alman kuvvetlerince tehlikeli bir biçimde kuşatılan Partizan ordusunun nefes alabilmesinde, Bosnalı Müslüman köylülerin sivil ve asker desteği kayda değer rol oynadı.
Yugoslavya’da bağımsızlıkçı askerî mücadeleye önderlik eden, sosyalistlerin öncülüğündeki Partizan hareketinin nüvesi de Bosna’da oluşmuştur. Partizan kuvvetleri içinde Bosnalı Sırplar önemli bir oran oluşturdular. Sırbistan’da Sırp halkı arasındaki etkinliğiyle Partizanlar için savaşın başlarında ciddî bir rakip olan kralcı-milliyetçi Çetnik hareketinin Bosna’da esâmesi yoktu. Ustaşa soykırımına maruz kalması da, Bosna-Hersek’teki Sırp toplumunu anti-faşist bir direniş hareketine daha duyarlı kılmıştır. Partizanlar 1942 yazı boyunca Batı ve Merkezî Bosna’ya hakim olarak Bihaç’ı üs tuttular. Yugoslavya Komünist Partisi önderliğindeki Yugoslav Ulusal Kurtuluş Antifaşist Konseyi, ilk kongresini Kasım 1942’de Bihaç’ta yaptı. İkinci kongre Kasım 1943’de yine Bosna’da Jajce’de toplandı. Partizan hareketinin çokmilletli yapısı, Bosna’da üç halkın birbirini topyekûn kırmasına yolaçabilecek gelişmeleri önlemiştir. Mamafih Nazi ordusunun çekilip Ustaşa devletinin yıkılması üzerine, Partizan birlikleri içindeki kimi Sırp unsurların soykırımın intikamını almaya dönük eylemlere girişmeleri, ülkede yeniden bir şiddet rüzgârı estirdi. Ustaşa’nın güçlü olduğu yörelerde Hırvatlara ve Müslümanlara dönük kırımlar gerçekleşti. Bu intikam dalgası, Ustaşa soykırımının ölçüsüne asla ulaşmasa da, savaşın kollektif hafızaya gömdüğü düşmanlıkların izlerini derinleştirmiştir.
Bu arada, Sırp Partizan birliklerinin intikamcı saldırılarının yoğunlaştığı bölgelerde, Mladi Muslimani (Genç Müslümanlar) hareketi yarı-askerî örgütlenmeye giderek savunmacı bir direniş örgütlemişti. Bu direniş içinde, Us- taşa’ya destek vermiş olan bazı unsurların yanısıra, sadece can korkusuyla hareket eden Müslümanlar da vardı. Sosyalist rejimin kurulmasından sonra Mladi Muslimani’nin dört önderi idam edilmiş; pekçok Müslüman, illegal sayılan bu örgütün üyesi olmaktan ötürü yargılanıp hüküm giymiştir.
Müslüman toplumunun 2. Dünya Savaşı’nda 150 bin ile 200 bin kayıp verdiği hesaplanıyor. Yugoslavya’nın 2. Dünya Savaşı’nda ve iç savaşta kaybettiği nüfus içinde Müslümanların payı % 13.5 olarak saptanıyor. Savaşta nüfusunun oransal olarak en büyük bölümünü kaybeden halk, Müslümanlar oldu. Müslüman nüfusun 1941 verilerine göre % 14.1’i, 1948 verilerine göre % 16.4’ü savaşta öldü. Mutlak rakamlar itibarıyla ise, 600 binin üzerinde kayıpla Sırplar, 200 bin civarında kayıpla Hırvatlar savaşın öndegelen mağdurları idi. Ayrıca savaş nedeniyle 20 bin ile 30 bin Müslüman ülkeden göç etti. Göç istikameti yine ağırlıkla Anadolu olmuştur.
Sosyalist Yugoslavya’da Bosna-Hersek ve Müslümanlar (3)
Bosna-Hersek’in Federal Yugoslavya’nın cumhuriyetlerinden biri olması, Yugoslavya Antifaşist Milli Kurtuluş Konseyi’nin Kasım 1943’deki toplantısında uzun tartışmalardan sonra kabul edildi. Avusturya-Macaristan dönemindeki coğrafya esas alınarak sınırları çizilen Bosna-Hersek, Yugoslavya’nın yaklaşık beşte biri büyüklüğüne denk gelen 51.129 kilometrekarelik topraklarıyla, Yugoslavya Federatif Halk Cumhuriyetinin -veya “2. Yugoslavya”nın- altıncı cumhuriyeti oldu.
Yugoslavya’nın kuruluş evresinde Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya ile birlikte en gerikalmış üç cumhuriyetten biri, çoğu istatistiğe göre en gerikalmışı idi. 1947/48’de, nüfustaki % 16’lık payına karşılık milli gelirdeki payı % 14 idi (Böylece, Makedonya ile birlikte, millî gelirdeki payı nüfus payından düşük olan iki cumhuriyetten biri oluyordu). Nüfusun büyük çoğunluğu köylüydü. Gelirlerinde tarımın payı % 41, sanayinin payı % 21 düzeyindeydi. Nüfusun % 45’i okuma-yazma bilmiyordu. Bu oranın ortalamasının % 25 olduğu Yugoslavya’da, Bosna-Hersek okuma yazma bilme oranının en düşük olduğu cumhuriyetti. Ülke, hastane yatağı başına düşen insan sayısı bakımından en kötü (Yugoslavya ortalaması 277, Bosna-Hersek 448) çocuk ölümlülüğü bakımından Makedonya’dan sonra en kötü (Yugoslavya ortalaması binde 102, Bosna-Hersek binde 126) durumdaydı. Sosyalist rejim altında oldukça büyük ve hızlı bir İktisadî gelişme kaydedilmiş; hattâ Bosna- Hersek resmî propagandada “Yugoslav ekonomi mucizesi”nin numunesi olarak kullanılmıştır. Bosna-Hersek’in sanayileşmesinde, 1948’de Yugoslavya’nın yolunu SSGB’den ayırması üzerine (bkz. Milliyetçiliğin Provokasyonu, 3. Bölüm) öne çıkan jeostratejik kaygılar önemli rol oynadı.
Yugoslavya yönetimi, Varşova Paktı askerî tehdidine karşı ağır sanayiyi Bosna’nın görece korunaklı coğrafyasında konuşlandırmaya yöneldi. Yeni kurulacakların yanısıra mevcut bazı tesisler de Bosna’ya nakledildi. Bu hızlı sanayileşme ‘nakli’, kentlerdeki Müslüman zanaatkarların ve göçmen köylülerin kitlesel olarak işçileşmesini, eğitimli Müslümanların önünde ise geniş iş imkânlarının ve bürokraside yükselme ufkunun açılmasını getirdi. 1945- 50’de Müslüman nüfusun üçte ikisi (% 72’si) köylü idi. Bu oran olağanüstü hızla değişti. 1990’da nüfusun sadece % 20’si tarımdan geçiniyordu. Ancak Bosna-Hersek’in sanayileşmesi, Yugoslavya’da 1950’lerin ortasından itibaren kurumlaşan pazar sosyalizminin zaaflarıyla malûldü (bkz. Milliyetçiliğin Provokasyonu, 4. Bölüm): Ölü ağır sanayi yatırımları; ‘aşırı’ yatırım; düşük yatırım ve emek verimliliği; yatırım düzeyine tekabül etmeyen küçük pazar ölçekleri; özyönetimciliğin cumhuriyetler arasındaki eşitsizlikleri pekiştirici etkisi…
Yine de Bosna- Hersek’te yatırım verimliliği diğer azgelişmiş cumhuriyetlere göre yüksek olmuştur. Özellikle 1976-83 döneminde, diğer azgelişmiş cumhuriyetler Yugoslavya ortalamasının altında kalırken, sadece Bosna-Hersek’te oldukça yüksek bir artış saptanmıştır. Mutlak rakamlar itibarıyla kaydedilen gelişmeye mukabil, pazar sosyalizminin cumhuriyetler arasındaki göreli eşitsizliği nasıl yeniden ürettiği, Bosna-Hersek örneğinde de açıkça görülür. Yugoslavya için millî gelir ortalaması 100 kabul edildiğinde, Bosna-Hersek’in millî gelir düzeyi 1947-88 döneminde şöyle bir seyir izledi: 1947’de 86, 1953’de 86, 1965’de 71, 1975’de 66, 1988’de 68. Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya’yla birlikle millî geliri göreli olarak azalan üç cumhuriyetten biriydi. Bosna-Hersek’in ortalama millî gelirindeki düşüş, cumhuriyetler arası gelir sıralamasında altında kalan Makedonya’dan yüksek, üstünde yeralan Karadağ’dan ise düşük olmuştur. (Aynı dönemde Slovenya’nın düzeyi 163’ten 208’e, Hırvatistan 104’den 128’e çıkmış; Sırbistan 101 düzeyinde kalmıştır).
1990’lara girilirken Bosna-Hersek’te ortalama gelir 338.925 dinar idi (dönemin döviz kuruna göre 1 dinar yaklaşık 750 marktır). Yugoslavya’da ortalama gelir 402.928 dinardı; Bosna-Hersek, 300.000 dinarın altında kalan Karadağ ve Makedonya’dan ziyade, ortalama gelirin 364.559 dinar olduğu Sırbistan’a yakındı – yani Yugoslavya’nın ‘orta tabakasını’ oluşturuyordu. (Bu dönemde Hırvatistan 400.000, Slovenya 600.000 dinarın üstündedir). Bu verilerden hareketle Bosna-Hersek’in, diğer azgelişmiş cumhuriyetler olan Karadağ ve Makedonya’dan biraz uzaklaşıp Sırbistan’a biraz yaklaşmak yönünde bir göreli İktisadî gelişme kaydettiği söylenebilir.
Bosna-Hersek’in önemli bir İktisadî sorunu, cumhuriyetin kendi içinde de hem sektörel hem bölgesel bakımdan son derece eşitsiz gelişmiş olmasıdır. Sanayi, Saraybosna-Zenice hattı çevresindeki Orta Bosna havzasında ve bir miktar da kuzeybatıdaki Bihaç bölgesinde yoğunlaştı. İşsizliğin oransal olarak en fazla arttığı cumhuriyet de Bosna-Hersek’tir. 1952-1989 döneminde Yugoslavya’da ortalama işsizlik % 2.6’dan % 17.5’a yükselerek yaklaşık 7 kat artarken, Bosna- Hersek’te işsizlik oranı % 1.5’dan % 26’ya yükselerek yaklaşık 17 kat artmıştır. Okuma-yazma bilmeme oranı 1971’de Yugoslavya’da % 15.1 iken Bosna-Hersek’te % 23.2; 1990 istatistiklerine göre Yugoslavya’da % 14.5 iken Bosna-Hersek’te % 9.5 oldu – Bosna-Hersek hâlâ en kötü durumda olan cumhuriyetti.
Sosyalist Yugoslavya’da, gerek Müslüman toplumu gerekse İslâmiyet üzerinde 1960’lara dek baskı vardı. 1945-50 döneminde, Yugoslavya’nın başka bölgelerinde ve başka milletlerinde de olduğu gibi, Nazilerle veya Ustaşalarla işbirliği yapan Müslüman önderler öldürüldü, hapsedildi. Savaşın bitimini izleyen ayların kaosu içinde, saldırılar özellikle yoğundu. Saray- bosna’da bazı Müslüman mezarlıklarının üzerine inşaat yapıldı, bir cadde boyunca sıralanan tarihi vakıf dükkânları yıkıldı. Müslümanların El Hidaye, İhvan, Merhamet gibi hemen bütün sivil örgütleri, 1946’da Preporod (Yeniden Doğuş) örgütü çatısında birleşmişti. 50 binden fazla üyesi olan Preporod, 1948’de hükümet tarafından kapanmaya zorlandı.
Aynı yıl Bosna-Hersek’teki Ortodoks Sırpların ve Katolik Hırvatların sivil örgütleri de kapatıldı. Müslüman yayın organları kapandı. Mahalle mektepleri ve İslâm okulları yasaklandı, camilerde yürüyen ‘sivil’ dinsel eğitim uygulaması da sıkı gözetim altına alındı. Gazi Hüsrev Bey Medresesi, Saraybosna Üniversitesi’nin önce felsefe, sonra matematik bölümlerinin binası olarak kullanıldı. Medrese, ancak 1970’lerin ortasında Müslüman cemaatine iade edilecekti. 1946’da şeriat mahkemeleri kapatıldı. 1950’de peçe yasağı kondu. 1950’de çok sayıda vakıf arazisi, köylü kooperatiflerine devredildi.
Devlet, Müslüman cemaatinin dinsel yapı ve kurumları için bütçeden küçük bir sübvansiyon vermekteydi. Bu sübvansiyon 1970’lerin sonlarına dek sürmüştür. 1952’de bütün tekke ve tarikatların faaliyetleri yasaklandı. Yugoslavya’nın diğer bölgelerindeki Müslüman cemaatlere -en azından bu katılıkla- getirilmeyen bir yasaktı bu. Bu arada 1951’de, ülkede kalan bütün Bektaşî tekkeleri kapatılmıştı -bu uygulamaya Müslüman ulema da onay vermiştir. Böylece iyice eriyen Bektaşîlik, 60’lı yılların sonlarında biraz hareketlenecek; ancak Bosna’da, Kosova ve Makedonya’da olduğu kadar canlanamayacaktı. 1989’da İslâmî riyaset örgütünün, tekkelerin kapatılmasına dair 1951’deki kararı iptal etmesi, olsa olsa simgesel bir anlam taşıyacaktı. Sadece Müslümanlara dönük baskıların değil, bütünüyle otoriter bir yönetimin hakim olduğu 1950’li yıllarda, Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç eden 70 bin kadar Müslümanın arasında binlerce Boşnak da vardı.
Müfredat programlarında Müslümanların ülkedeki varlığına ve tarihine hemen hiç yer verilmeyişi veya sadece “Osmanlı işgal dönemi” bağlamında anılması, dışlayıcı politikanın önemli veçhelerinden birisi idi. Marksist tarihçi Kasım Sulyeviç, 1971’de Bosna-Hersek Komünistler Birliği Merkez Komitesi’ne sunduğu kapsamlı bir raporda, bu durumun mahzurlarını ele almıştır. Sulyeviç’in dediği gibi, “binlerce insan bu ülkede Müslümanlar diye bir halkın yaşadığından habersiz olarak okullardan mezun olmuş; bu gerçeklikle tesadüfen yüzleşince yaşadığı şaşkınlık, kolayca asabî bir hoşgörüsüzlüğe veya inkârcılığa dönüşebilmiştir.”
Müslümanlara, sosyalist Yugoslavya’nın ilk anayasasında hukuken azınlık statüsü ve hakları verilmişti. Yugoslavya Komünistler Birliği önderliği, Müslümanların İktisadî ve toplumsal gelişme seyri içinde Sırp veya Hırvat kimliğini benimseyeceklerini varsaymaktaydı. Ancak tam tersine, ülkenin hızlı İktisadî ve toplumsal gelişmesi, Müslüman Boşnak millî kimliğinin 2. Dünya Savaşı öncesi onyıllarda olmadığı kadar belirginleşmesini getirdi. Yukarıda değinildiği gibi, hızlı sanayileşmeye koşut olarak, bir Müslüman entelijensiya teşekkül etti. Avusturya-Macaristan egemenliği döneminde, bütün olarak Bosna-Hersek’le beraber Bosnalı Müslümanların kültürel yönelişinde Zagreb ağırlık kazanmıştı. “1. Yugoslavya”da ise özellikle eğitimli genç kuşaklar Zagreb’e ve onun yanısıra Belgrad’a bakmışlardı. 1946’da Saraybosna Üniversitesi’nin kuruluşu, Bosna odaklı bir kültürel-entellektüel iklimin oluşması yolunda önemli bir adım oldu.
Müslüman entelijensiya, 1960’larda Federal ve yerel Komünistler Birliği içinde etkili bir lobi oluşturdu. 1960’ların ortasına doğru, rejimin her düzeyde yumuşamasına bağlı olarak, Müslümanlar üzerindeki baskı da gevşemeye başlamıştı. 1964’de Bosna-Hersek Komünistler Birliği kongresi sonuç bildirisinde, Müslümanların da kendi kaderlerini tayin hakkına sahip bulunduğu ilan edildi. 1968’de, Zagreb ve Belgrad gibi Saraybosna’da da demokratikleşme talep eden öğrenci gösterileri yapıldı. 1960’ların ikinci yarısında Hırvat milliyetçiliğinin uyanması ve ona karşı tepkisel bir Sırp milliyetçiliğinin ipuçlarının görülmesi, Bosna-Hersek Komünistler Birliği’ndeki Müslüman lobisinin manevra alanını genişletti. Zira Federal Komünistler Birliği, Hırvat-Sırp milliyetçiliklerinin hortlamasından ziyadesiyle tedirgindi.
1971’de Müslüman politikacılar, Bosna-Hersek’in ve Müslüman kimliğinin bu iki milliyetçilik arasında bir tür tampon olarak işlev göreceği düşüncesini yukarıya’ (Tito’ya) benimsetmeyi başardılar. Müslüman kimliği, bir millî kimlik olarak, kamusal hayattaki uygulamalarla 1965’den sonra zımnen meşrulaşmaya başlamıştı. 1968’de Federal Parti, Boşnakların “millî anlamda Müslüman” olduklarını teslim etmiş, bu tespit bir Anayasa değişikliğiyle teyid edilmişti. 1968’deki bu değişiklik hukukî sonucuna 1974 Anayasası’nda vardırıldı. Yeniden düzenlenen Anayasa’da, Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar ve Karadağlılarla beraber Yugoslavya’nın altı kurucu milletinden biri statüsünü kazandılar.
Müslüman kimliğinin Yugoslavya’daki diğer millî kimliklerle eşit hale gelmesi, Müslümanların partide ve teknokrasideki konumunu daha güçlendirdi. 1971’de Yugoslavya Komünistler Birliği’nde Müslüman üyelerin oranı, nüfustaki paylarının altında iken, 1980’lerin sonlarına gelinirken yaklaşık eşoranlı hale gelecekti. Daha ilginç bir nokta, 1991 verileri itibarıyla, ordunun subay kadrosunda Müslümanların Sırplardan sonra ikinci büyük grubu oluşturmalarıydı. Yugoslavya nüfusunun yaklaşık % 9’una tekabül eden Müslümanlar, Federal Ordu subay mevcudunun % 21’ini oluşturuyorlardı. (Sırplarda bu oran % 36’ya % 60, Hırvatlarda % 20’ye % 13, Slovenlerde % 8’e % 3, Karadağlılarda % 3’e % 7, Makedonlarda % 6’ya % 6, Arnavutlarda % 8’e % 1 idi).
Sosyalist Yugoslavya’da küçümsenmeyecek sayıda Müslüman, ülkenin kültür ve bilim hayatında temayüz etti. Bunların en şöhretlileri arasında şu isimler sayılabilir: Karikatürist Zako Cumhur, Derviş ve Ölüm yazarı romancı Mehmed Selimoviç, sinema yönetmeni Emir Kusturica, Chopin yorumcusu Kemal Gekiç, bilimadamı Ömer Keçenoviç, uluslararası üne sahip jinekolog Asım Kuryak, şair Avdo Sidran, grafiker Emir Draguly, Yugoslavya Bilimler ve Sanatlar Akademisi üyeliğine seçilen tarihçi Hamdiya Kreşevlyakoviç ve ressam İsmet Müezzinoviç, Sırp Bilimler Akademisi üyeleri hukukçu Mehmed Begoviç ve Şarkiyatçı Fehim Bayraktareviç, şair Skender Kulenoviç.
Reisülulemalık görevini oldukça uzun süre yürüten Hacı Süleyman Efendi Kemura, Yugoslavya’nın özellikle milli meselede ve dinlere karşı izlediği politikaya destek verdi. Bu destek, sosyalist rejimin iç savaşı bitirerek Müslüman toplumunu yokolma tehlikesinden kurtardığı inancının güçlülüğünü ve bu hayatî misyonun başka herşeyden önemli olduğu kanaatini ifade ediyordu. Keza yukarılarda andığımız, El Ezherli Hüseyin Dyozo, modernist-pozitivist din yorumu temelinde sosyalizmi de benimsiyordu. 1982’deki ölümüne dek Bosna Müslüman toplumu üzerinde etkin bir kişilik olan Dyozo’nun İslâm’la sosyalizm arasında teorik bağlantı kurma çabaları, geniş kesimleri etkilemesi yanında gelenekçi çevrelerde büyük tepki de uyandırdı – tıpkı Reisülulema Kemura’nın durumunda olduğu gibi…
Müslüman toplumunda sosyalist rejime muhalefet eden belli başlı odaklar arasında, gelenekçi Islâmcılarla beraber, Avrupa’daki yaklaşık 15 bin kişilik göçmen Boşnak topluluğu zikredilebilir. 1960-67 döneminde Freiburg, Viyana ve Londra’da yayınlanan Bosanski Pogledi (Boşnak Görüşleri) dergisi, Boşnakların Yugoslavya’nın kurucu halkı olarak tanınması talebini dile getirmiştir.
Müslüman kimliğinin tebellür etmesi, Sırp ve Hırvat milliyetçiliklerini besleyen ilâve bir malzeme oldu. Sırp ve Hırvat milliyetçileri, Tito’nun Müslümanların kültürel kimliğini ve haklarını tanımasında, ehven fiyatla petrol satın aldığı Libya’ya yaranma niyetinin rol oynadığını iddia ettiler. İktisadi saikler tartışmalı olsa da, Yugoslavya’nın Bağlantısızlar Hareketi çerçevesinde izlediği Üçüncü Dünyacı politika nedeniyle İslâm ülkelerinin sempatisini kazanma arzusunun, ülkede Müslüman kimliğinin meşrulaşmasında payı yok değildi. Ne var ki sonraki yıllarda Hırvat ve özellikle Sırp milliyetçiliği, bu payı fazlasıyla abartarak, Müslüman milletinin tamamen dış politika kaygılarıyla icat edildiğini, aslında böyle bir millet olmadığını işleyecekti.
Sırp milliyetçileri, Müslümanların ‘milletleştirilmesine’ 1970’lerin başından itibaren sert tepki gösterdiler, dinsel bir grubun millet sayılmasının “saçmalığını” dillerine doladılar. Bu konu 80’lerin ortalarına dek, milliyetçi Sırp muhalefetinin sosyalist rejim altında maruz kaldığı bellibaşlı koğuşturulma nedenlerinden birisi oldu. Yugoslavya Komünistler Birliği önderliğinin ve Tito’nun Bosna- Hersek politikası, milli meseleye ilişkin genel politikalarının uzantısıdır: Tarihsel çatışmaları mevzu etmeyip hafızaları dondurmak, milliyetçi akımları karşılıklı dengelemek, milli meselelerden doğan iç ve dış tehlikelerin yoğunlaştığı bölgelerde ‘kontr-milliyetçilikleri’ bizzat teşvik ederek tamponlar oluşturmak… Bu denge politikasının uygulamasına gösterilen olağanüstü titizliğin çarpıcı bir görünümü, 60’ların ikinci yarısından sonra Saraybosna mahkemelerinde politik yargılamalarda Müslüman-Sırp-Hırvat dengesinin bozulmamasına azamî dikkat edilmiş olmasıdır. Öyle ki, millî topluluklardan biri kayırılmış gözükmesin kaygısıyla, onun içinden politik suçlular yaratılabilmiştir!
Bir kimlik olarak Bosna Müslümanlığı (4)
Bosna Müslümanlığı, millî kimliğin dinî kimlik üzerine inşa edilmesinin modern ve mütekâmil örneklerinden biridir. Müslümanlık, Sosyalist Yugoslavya’da dinî olmanın yanında ve ondan ziyade millî bir kimlik olmuştur. Dinî kimlik küçük harfle “müslüman”, etnik kimlik büyük harfle “Müslüman” diye belirtiliyordu.
Bosna Müslümanlığı, genellikle dinsel pratik itibarıyla ‘gevşek’, mutaassıp olmayan bir karakterdeydi. 80’lerde kimi yerlerde cemaatin camilere ilgisi çok azaldığı için, cuma namazı saflarına kadınların da davet edildiğine dair anlatımlar vardır. Özellikle Doğu Hersek yöresinde imam bulunamadığından pek çok cami metruklamıştı. Müslümanların gayrimüslimlerle evlenme oram yaklaşık % 10’du – başka hiçbir Müslüman toplumda görülmeyen bir oran. 1985’de ciddî bir kuruluşça yapılan bir ankete göre Bosna Müslümanlarının sadece % 17’si kendisini “mümin” sayıyordu – Yugoslavya’nın başka cumhuriyetleriyle, örneğin Kosova’yla karşılaştırıldığında düşük bir orandı bu. Dışardan bakıldığında, bu verilere dayanarak, sosyalist Yugoslavya’da İslâmm bir folklorik motif haline geldiği söylenebilmiştir. Camiler, medreseler, Yugoslavya’ya gelen Batılı ziyaretçilerin gözüne, Türk kahvesi, cevapcici (kebap) gibi turistik motiflerden birisi olarak ilişiyordu.
Ne var ki, bir kurallar sistemi ve bir dünya görüşü olarak etkinliğinin aşınması, İslâmın kamusal hayattaki varlığının silinmesi anlamına gelmedi. Çünkü Bosna Müslümanlığı, sosyalist yönetimin uygulamalarından bağımsız olarak, yüzlerce yıllık tarihsel süreçte sadece Müslüman cemaatinin değil bütün Bosna toplumunun töresine ve ahlâk kültürüne damgasını vurmuştu. Müslümanlık, Bosna yerel kimliğinin aslî ve özgün bileşenlerinden biri olarak işlev görüyordu. Bosna Müslümanlarının İslâm telâkkisi, ahlâki değerler ve geleneklerde odaklaşmıştı. Konukseverlik, temizlik, cömertlik, dürüstlük, şefkat, kibarlık, çalışkanlık gibi değerler, diğer dinsel topluluklarla da paylaşılan, evrensel addedilen değerlerdi. Müslüman çocukların Kurban Bayramı’nda okula baklava, Hıristiyan çocukların ise Paskalya’da boyanmış yumurta götürmesi, Bosna Müslümanlığının anlayışında aynı ölçüde değerli ve İslâmın ‘özü’ sayılan icaplara uygun davranışlardı. Bir Bosnalı yazarın ifadesiyle “komşularını aldatmamak, sıkı çalışmak, refahı bölüşmek” gibi değerler temelinde, sosyalizm de İslâmla telif edilebilmişti. Bu zihniyet dünyasının temel özelliği, Islâmın özü saydığı değer ölçülerini, bütün insanlara ve topluluklara dinsel mensubiyeti esas almaksızın uygulamaya yatkınlığı idi. Bu değer ölçüleri olmaksızın, salt dindaşlık bağı o derece önemsenmiyordu. Örneğin Bosna Müslümanları arasında 80’lerin sonlarına dek Kosova’yla dayanışma eğiliminin pek yaygın olmayışında, Kosova’daki Arnavut toplumunun “tembel, intizamsız, nankör” bulunmasının ve dolayısıyla ‘kötü Müslüman’ sayılmasının payı vardır.
İslâmî dini toplulukları, mensubiyetleri, ibadet pratiklerini aşan bir evrensel ahlâk olarak algılayan ve onu ‘Bosnalı olma’nın aslî bir unsuru sayan tasavvur, kentli nüfusta ve bilhassa Saraybosna’da güçlü temellere sahipti. İslâm’ın parçası olduğu Bosnalılık, gelişkin uygarlık örneği olarak gururla sahipleniliyordu. Tersi de geçerliydi: Bosna İslâm’ı, Müslüman olmayanların da – hoşgörülü bir ilişki kurmaktan öte- paylaşabildiği bir yerel kültürel kimlik unsuru idi. Keza, Ortodoks ve Katolik kültürünün de yerel- popüler kültürle aynı biçimde eklemlendiği söylenebilir. İyi komşuluk (komşiluk), vaftiz babalığı (kumtsvo), kan kardeşliği veya seçilmiş kardeşlik (pobratimstvo), Bosna’da dini kültürler arasındaki ilişkinin ürettiği dinlerüstü ahbaplık mertebeleri idi. Yaşama zevkinin, ‘eğlenmeyi bilme’nin, estetiğin önemli yerinin olduğu bu kültürün, bilhassa Saraybosna ve Bosna- Hersek’in büyük kentleri için geçerli olduğunu yinelemek gerek. Bosna-Hersek’te tarihsel bir kır-kent ikiliği vardı ve burada tasvire çalışılan çoğulcu Bosnalılık kimliği, kentli geleneğe oturuyordu. İslâm’ın aslî bir parçası ve taşıyıcısı olduğuna inanılan çoğulcu Bosnalı kimliği, “ananevî Bosna uygarlığının” ve onun ürettiği kent kültürünün bir kazanımı olarak da kavranıyordu.
Tabii bu genel yapıyı gözönünde tutarken, her toplum gibi Bosna’nın da tek gövdeli bir toplum olmadığını, İslâmî dinsel pratikleri yaşayış tarzlarının farklılaştığını unutmamak gerekir. İbadet yapmayan, içki içmekte beis görmeyen Müslümanlar olduğu gibi; düzenli namaz kılan, oruç tutan müminler, uluslararası İslâm! literatürü izleyen İslâmcı aydınlar da vardı. İbadete iltifatın görece düşük olduğu Bosna’da, 1950-1970 döneminde cemaatin topladığı paralarla 800 civarında yeni cami ve mescit kurulmuştu. En görkemli ibadethanenin, 1987’de Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de etrafında bir İslâm kültür merkezi ile birlikte kurulan büyük cami olması ilginçtir. Zagreb Camii, Bosna Müslümanlarının Avusturya-Macaristan döneminden beri Hırvatistan’la kurdukları yakınlığın sürdüğüne dair bir gösterge sayılabilir.
Bosna Müslümanlığı, bu gevşek ve dinlerüstü/milletlerüstü Bosnalılık kimliğiyle eklemlenmeye yatkın genel yapısı içinde; 1980’lere girilirken dünya çapındaki “İslâmi diriliş”le rezonans halinde siyasallaşmaya yönelen kadrolar da çıkarabildi. Balkanlar’da İslâm’ı inceleyen tanınmış eserinde Alexander Popoviç, Yugoslavya’da İslâm’ın 1960’lardan itibaren yavaş ama istikrarlı bir yenilenme yaşadığını saptar. 70’lerde Saraybosna’da uluslararası İslâmcı literatürden çeviri furyası yaşandı. 80’lerde İslâmî töreden ziyade bütünlüklü bir sistem ve dünya görüşü olarak kavrayan bir yeni entelijensiya yetişti. Bu yeni kuşağın Saraybosna’daki İlâhiyat Fakültesi’nde okuyanları da, modern eğitim görenleri de vardı. Sosyalist rejim altında faaliyetini önce illegal sonra giderek yarı-legal olarak sürdüren Nakşibendi, Kadiri, Mevlevî, Rufai tarikatlerine bağlı tekkeler de İslâmcı kadroların yetişmesinde rol oynadılar. 80’lerin başındaki – birazdan değinilecek- baskılar, ardından kabaran milliyetçilikler, Müslümanlar üzerindeki baskıyı arttıracak; Müslümanlar arasında da savunmacı-tepkiselci eğilimleri, ayrıca radikal/fundamentalist akımın etkisini güçlendirecekti.
Yugoslavya’nın çözülme sürecinde Bosna-Hersek (5)
“Sosyalist Yugoslavya’da Bosna- Hersek ve Müslümanlar” başlığı altında değinilen Kuzey-Güney (zenginler-yoksullar) uçurumu, 1980’lere girerken alabildiğine derinleşmekteydi. 1980’de yapılan bir araştırma, asgari geçinme endeksinin, Yugoslavya ortalaması 100 kabul edildiğinde, Slovenya’da 122, Hırvatistan’da 130, buna karşılık Sırbistan’da 87, Karadağ’da 76, Bosna- Hersek’te 66, Makedonya’da 64 olduğunu ortaya koymuştu. 1980’li yıllarda reel sosyalist ülkelerin içine girdiği yapısal İktisadî bunalımı paylaşan Yugoslavya, ilâveten, “piyasa sosyalizmi” yönelimi doğrultusunda oldukça ‘sıkı’ bir ilişkiye girdiği IMF’in baskısı altında idi. 80’lerin ikinci yansında IMF’in baskısına koşut olarak ücretlerin ve sosyal harcamaların gittikçe kısılması, sınıflararası dengesizlikle birlikte cumhuriyetlerarasındaki eşitsizlikleri de derinleştirdi. Pekçok durumda sınıfsal-toplumsal eşitsizlikler ülkeler/halklar arasındaki eşitsizlikle örtüştü; bu durum, gelişen milliyetçi akımların, toplumsal adaletsizlikleri ve sorunları vs. ‘etnikleştiren’ bir söylem kurmasına elverişli zemin yarattı. (İlginç bir örnek, 1988’de Hırvatistan’ın kuzeyindeki Labin madenlerinde ağır ve riskli işlerde çalıştırılan Boşnak işçilerin kendiliğinden 33 günlük bir protesto grevi yapmalan üzerine, Hırvat yetkililerin bu isyankâr potansiyeli başlarından atmak için iki madenden birini geçici olarak kapatmasıdır.)
Genel olarak piyasa dinamiği ivme kazanırken, federasyonun ‘zenginleri’ olan Slovenya ve Hırvatistan’ın serbest piyasa ekonomisine ‘tam’ geçiş doğrultusunda özerkliklikçi-bağımsızlıkçı eğilimleri güçlendi. Bu iki cumhuriyette, refah şovenizmi denebilecek bir temelde gelişen piyasacı- liberal ve milliyetçi akıma karşı, federasyonun ‘merkezindeki’ Sırbistan’da ülkenin birliğine-bütünlüğüne ilişkin kaygılar ve himayeci-popülist bir ekonomi politika tercihi hakim oldu. Federasyonun ‘fakirleri’ olan Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya ise, Slovenya-Hırvatistan eksenindeki refah şovenizminin cumhuriyetler arasındaki İktisadî dayanışmayı tasfiyeye yönelen refah şovenizmi ile Sırbistan’ın gittikçe otoriterleşen merkeziyetçi baskısı arasında ezilmekteydiler.
Bosna-Hersek, Yugoslavya’nın 1980’lerdeki bunalımını bu baskı altında yaşadı. İktisadi düzeydeki bunalımın değinilen genel hatları yanında, diğer cumhuriyetlerle kıyaslanmayacak ölçüde hızlı olan kırdan kente göç baskısı, Bosna- Hersek’e özgü bir sorun kaynağıydı. Sanayinin yoğunlaştığı Orta Bosna havzasında nüfus yoğunluğu 1945-1990 döneminde iki katına çıktı. Bu olağanüstü hızlı gelişme, sanayi kenti altyapısına -çok daha küçük bir ölçek için de olsa- sahip bulunan Saraybosna dışındaki Orta Bosna kentlerinde sağlıksız bir kentleşmeye yolaçtı; baraka- mahalleler oluştu. Verimli arazilerin kıtlığı nedeniyle, kırdaki nüfus fazlası sürekli sanayi merkezlerine ‘sürülmekteydi’.
Bosna-Hersek’in 1980’lere işsizliğin en yüksek olduğu cumhuriyet olarak girdi (1979’da 1000 kişi başına istihdam oranı Slovenya’da 427, Hırvatistan’da 298, Sırbistan’da 257, Karadağ’da 207, Bosna-Hersek’te 191’di); bu durum kentlere yığılan nüfusu iyice boşlukta, tutamaksız bıraktı. Hırvat tarihçi Drago Roksandiç’in saptamasıyla, “milyonlarca insan kentle köy arasında bir yerlerde kaldı – hem işleri (ve işsizlikleri), hem ihtiyaçlarını karşılama biçimleri, en çok da hayat tarzları ve zihniyetleri açısından. Yerel lehçelerini unuttular, buna karşılık kent ağzına da alışamadılar -hele yazılı/kamusal dile, hiç alışamadılar. Kimlikleri, bulundukları heryerde, ikiye yarıldı.” Bu kimlik yarılmasını ve tutamaksızlığı en ağır ve yaygın biçimde yaşayanlar, geleneksel olarak Bosna’nın kırsal nüfusunu oluşturan Sırp toplumunun ‘yeni- kentli’ kesimleri oldu. Bu kesimler Bosna’daki Sırp şovenizminin beslendiği ana kaynağı teşkil edecekti.
Bosna-Hersek’teki toplumsal hayatın 1980’lerde maruz kaldığı baskının politik veçhesine gelince… Sırp kadroların ağırlıklı olduğu baskı aygıtının 80’lerin başında bütün cumhuriyetlerdeki muhalif akımlara karşı yürüttüğü ve Yugoslav eleştirel Marksistlerince “neo-Stalinist restorasyon” girişimi olarak tanımlanan otoriter uygulamalar, Bosna- Hersek’te öncelikle İslamcı çevreleri hedef aldı. Müslüman yayın organları denetime alındı; uluslararası “İslâmi diriliş” çerçevesinde politikleşen İslâmî entelijensiyanın bazı ileri gelenleri tutuklandı, hapse mahkûm edildi. Bütün olarak İslâm ve Müslüman toplumunu, “İslâm fundamentalizmi” ve “Humeynicilik” tehdidinin cisimleşmesi olarak telâkki eden bir yaklaşım, resmî medyaya ve devlet aygıtına hakim oldu. Sırbistan’da milliyetçi entelijensiya, “İslâm fundamentalizmi” mevzusunu, Osmanlı sultasına ve Kosova sorununa da atıflar yaparak Sırp milletinin “tarihsel düşmanlarını işleyebileceği bir malzeme olarak kullandı.
80’lerin ortasından sonra Slobodan Miloşeviç’in yönetimi ele geçirmesiyle Sırbistan Komünistler Birliği’nde (KB) Sırp milliyetçiliği söylemi hegemonik hale geldi. Miloşeviç, Bosna-Hersek Komünistler Birliği’nin, bu cumhuriyetteki “İslâm fundamentalizmi” tehdidine karşı duyarsız olduğu iddiasını işleyerek bu cumhuriyet üzerinde baskı oluşturmaya yöneldi. Tito’nun ölümünden sonra başlatılan rotasyon düzeni içinde 1987’de Yugoslavya Devlet Başkanlığı sırası gelen Müslüman Raif Dizdareviç, sülâlesinin 2. Dünya Savaşı’nda Hançer SS mensubu olduğu iddiası ortaya atılarak, yıpratıldı. Sırbistan KB’nin bu politikası, merkezi federal otoritenin çözülmeye yüztuttuğu Yugoslavya’da, Miloşeviç’in bu boşluğu Sırbistan’ın otoritesiyle doldurma gayretinin bir parçasıydı. Yine 1987’de Bosna-Hersek’te patlayan Agrokomerc malî skandali, Sırbistan KB’nin ve yükselen Sırp milliyetçiliğinin Bosna-Hersek’i baskılamaya dönük kampanyaları için çok elverişli bir fırsat sundu.
Yugoslavya’nın Avrupa pazarında da iddialı en büyük işletmelerinden birisi olan, Bihaç’taki gıda sanayii tröstü Agrokomerc’in yönetiminin, milyonlarca dolarlık bir yolsuzluğa karıştığı ortaya çıktı. Bu yolsuzluk, çok sayıda Müslüman teknokratı ve KB yöneticisini hapse düşürdü veya şaibe altına soktu. Agrokomerc’deki ‘dümen’ kesinlikle Bosna-Hersek’e ve Müslümanlara özgü değildi: Özyönetim sisteminin, işletme yönetimlerini Milovan Cilas’ın tabiriyle “sanayi feodalleri” haline getiren işleyişi, bütün Yugoslavya’da teknokrasiyi/bürokrasiyi klientelist ilişkilere ve çıkar şebekelerine amâde kılmıştı. Bir bakıma, büyük sanayi-ticaret işletmeleri, eski Güney Slav geçimlik aile cemaati/ komünü Zadruga’nm (Bosna- Hersek’deki özgül biçimiyle Kmetçina) yerini alan örüntülerdi. Ancak Sırbistan KB’nin milliyetçi kadroları, Agrokomerc skandalın, “yozlaşmış Müslüman kadroların ülkenin iliğini kemiğini sömürdüğünü” kanıtlayan bir vaka olarak değerlendirerek sorunu ‘millileştirdiler’. Beri yandan, skandalın hukukî ve malî yönden Bosna-Hersek bünyesi içinde çözülmesine de izin verilmedi. Sırbistan KB’nin baskısıyla, Federal KB olaya el koydu ve Agrokomerc’in şahsında Bosna-Hersek cumhuriyeti yargılanıyor gibi bir hava yaratıldı. Bosnalı işçilerin muhalif sosyalist unsurları ise, Agrokomerc skandalını, “yeni sınıf” veya “yeni burjuvazi” oluşumunun bir kanıtı olarak yorumlayarak; 1987 Kasım’ında Zenice’de alternatif bir sendika ile bağımsız bir Komünist Partisi’nin kuruluşunu ilan ettiler. Bu toplumsal-sınıfsal tepki, sorunu ‘millileştiren’ kampanyanın altında boğuldu.
1990/91 dönemi, Yugoslavya için bir çözülme süreciydi: 1990 başında Federal Komünistler Birliği fiilen tefessüh etti, bütün cumhuriyetlerde KB tekeli kalkıp yeni partiler kuruldu, seçimlere gidildi, anayasalar bağımsızlık doğrultusunda değiştirildi, yeni oluşan parlamentolar bağımsızlık sürecini yürütmeye koyuldular. Bosna-Hersek’i diğer Yugoslavya cumhuriyetlerinden ayıran temel özellik, ‘fiilî’ bir millî devlet özelliği taşımayışı, millî devlete dönüşümü yönetecek bir çoğunluk milliyete/ ‘çekirdek millet’e dayanmayışıydı. Yeni anayasasında bir milletin devletin ‘sahibi’ olarak tanımlanmadığı tek cumhuriyet, Bosna- Hersek idi. Nüfusun bileşimi, üç unsurdan meydana geliyordu: Müslümanlar (1991 sayımına göre % 43.5), Sırplar (% 31.3), Hırvatlar (% 17.3) Nüfusun % 6’sını “Yugoslav” kimliğini -hâlâ- benimseyerek kendini milliyetlerüstü tutanlar, % 3’ünü ise çoğunlukla Çingeneler, ayrıca Macar, Karadağlı, Yahudi vb. azınlıklar oluşturuyordu. Aynı sayıma göre nüfusun yaklaşık dörtte birinin etnik bakımdan karışık evliliklerden doğma olduğunu bilmek de önemlidir.
1990/91’deki yeniden yapılanma döneminde, Yugoslavya’nın diğer cumhuriyetlerinde olduğu gibi Bosna-Hersek’te de milliyetçi akımlar politika sahnesine hakim oldular. Ülkedeki üç millî topluluktan Sırp ve Hırvat toplumlarına hitap eden milliyetçi ideolojiler, esasen Sırp ve Hırvat “anavatanlarından” besleniyordu; hem ideolojik hem de örgütsel bakımdan, Sırbistan ve Hırvatistan’da yükselen milliyetçi akımların uzantısıydı. Gerek Sırp gerek Hırvat milliyetçiliği, Bosna- Hersek’in varlığını “tarihen yapay” buluyor, bu ülkenin topraklarını (en azından çoğunu) “Büyük Hırvatistan” veya “Büyük Sırbistan” projelerine dahil ediyordu. Radikal Hırvat milliyetçiliği Müslüman Boşnakları “Müslümanlaştırılmış Hırvatlar” sayıyor, Müslümanların, Müslümanlığı dinî kimliğe indirgeyerek Hırvat millî kimliğine rücu etmelerini umuyordu.
Müslümanları “soy bilincini yitirmiş akraba” sayan bu yaklaşım Sırp milliyetçiliği içinde de mevcuttu. Ancak Sırp milliyetçiliğinde, Müslümanlara “soy kökenlerine dönme” kapısını kapatan bir ezelî düşmanlık eğilimi çok güçlüydü. Çünkü Boşnak Müslümanlar, Sırp milliyetçiliğinin doğuşundan beri, Ortaçağ’ın Büyük Sırp İmparatorluğunu yıkan ve yıllarca “Sırplığı” boyunduruk altında tutan Osmanlı egemenliğinin mirasçısı sayılmışlardı. 1. Yugoslavya’da bu telâkki resmî ideoloji tarafından payandalanmıştı.
2. Dünya Savaşı’nda bazı Boşnak topluluklarının Ustaşa devletiyle işbirliği yapmış olması, Sırp milliyetçiliğinin gözünde Müslümanların “ihanet”ini bir kez daha tescil etmişti. 80’lerin yeni Sırp milliyetçiliği, devraldığı bu geleneksel telâkkileri güncel etmenlerle zenginleştirdi. Müslümanlar, Sırbistan’ın bakiyesine sahip çıktığı Yugoslavya’yı çökerten başlıca etkenler arasında teşhis edildi.
Sistemin meşrûiyetini sarsan en vahim ekonomik yolsuzluk skandalı olarak Agrokomerc, bu teşhisin parçasıydı. Faşizan Sırp milliyetçiliğinin temsilcisi Sırp Radikal Partisi’nin ve Çetnik hareketinin önderi Voyislav Şeşelj, 1980’lerin başında, Bosna-Hersek’teki Komünistler Birliği önderliğini yolsuzlukla ve devlet idaresini çürütmekle suçladığı için yargılanıp 22 ay hapis yatmış ve bu hapislik döneminde iyice radikalleşmişti.
Yine 80’lerde güncel olan “İslâm fundamentalizmi” isnadı, 1990/91 döneminde Bosna’da Sırp milliyetçiliğinin öncelikli konusu oldu. Boşnak Müslümanların Yugoslavya’da ölüm oranı en düşük, doğum oranı (Arnavutlardan sonra) ikinci yüksek halk oluşuna vurgu yapıldı; nüfusça çoğalan ve çokpartili rejime geçilmesiyle kendi partilerine sahip olan Müslümanların ülkeyi ele geçireceklerine ve ondan sonra Bosna-Hersek’te tek bir Hıristiyan barındırmayacaklarına dair tevatür üretildi. Sırp milliyetçi söyleminde “İslâmi fundamentalizm” öcüsü, İran vb. güncel atıflardan ziyade bölgedeki Osmanlı egemenliği dönemini çağrıştıracak imâlarla kullanılmasıyla, özellikle milliyetçi hitaplara açık Sırp köylülüğü üzerinde etkili oldu.
1991/92’de Müslüman ve Hırvat politikacıların Bosna-Hersek’in geleceğine (bağımsızlığa) ilişkin asgarî müştereklerde birleşmeleri ve parlamentoda işbirliği yapmaları, Sırp milliyetçiliğini 2. Dünya Savaşı tecrübesini ve Sırplara dönük Ustaşa kırımını hatırla(t)maya sevkedecekti. Bağımsızlık yanlısı Müslüman-Hırvat insiyatifi, Ustaşacı Hırvat-Müslüman ittifakının hortlaması olarak sunulacak; bu propaganda da özellikle Ustaşa kırımlarının yaşandığı yörelerde Sırp halka tesir edecekti. Hırvatistan’da yaşanan Hırvat-Sırp savaşı sırasında kabaran şovenizmle birlikte, bütün Hırvatları “Ustaşa”, bütün Müslümanları da “Ustaşa işbirlikçisi” ve “fundamentalist” gözüyle gören bakış yaygınlaşmıştır.
Müslüman toplumunda da, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmesiyle modern bir millî kimlik çerçevesine oturan Müslümanlık temelinde, bir Müslüman milliyetçiliğinin oluşumuna gidildiği söylenebilir. Müslüman milliyetçiliğinin, hiza aldığı bir “anavatanı” ve irredentist hayalleri yoktu. Sırp ve Hırvat milliyetçilikleri gibi köklü bir geleneğe dayanmaması dolayısıyla bir millî mitolojiden de yoksundu. Bu ‘mahrumiyet’, Müslüman milliyetçiliğinde Bosnalılık temelinde teritoriyal (yani etnik-kültürel esasa değil sınır/toprak ve vatandaşlık esasına dayalı) milliyetçilik etmenlerinin ağır basmasına katkıda bulundu. Bilhassa kentlerde teritoryal milliyetçilik etmenleri, Avrupalı, modern, sivil ve uygar bir millî kimlik kurgusuna yaslandı; ve böyle bir kurguyu teşvik etti.
Müslüman milliyetçiliğinin teritoryal Bosna milliyetçiliğiyle kaynaşmaya olan yatkınlığına daha aşağıda da değineceğiz. Ancak etnik-kültürel ve dışlayıcı milliyetçilik yönelimleri de Müslüman milliyetçiliği içinde yok değildi. Müslüman milliyetçilerinin bazı unsurları, Bosna-Hersek’in “gerçek” otokton halkının Müslüman Boşnaklar olduğunu, Hırvat, Sırp vd. halkların “sonradan geldiğini” öne sürmekteydiler. Müslüman milliyetçilerinin birçoğu, ülkenin “gerçek sahibi” olduklarını demografik olarak kanıtlama gayretine girdi. “Yugoslav” kimliğini benimseyenlerin önemli bir bölümünün, Sırp, Hırvat veya Karadağlı olduğunu beyan edenlerin de yaklaşık 100 bininin “etnik olarak Müslüman- Boşnak” olduğunu ileri sürerek, dış ülkelerde çalışan yaklaşık 100 bin Boşnağı da bu hesaba dahil ederek, nüfus paylarının % 50’nin kesinlikle üzerinde olduğunu iddia ettiler.
Müslüman milliyetçiliğinin serpilmesiyle birlikte, Bosna Müslümanlarının planlı olarak yokedilmek istendiğine dair etnosentrik komplo teorileri revaç buldu. Ülkenin öndegelen İslâmcı aydınlarından (birazdan değinilecek olan 1983 yargılamalarında İzzetbegoviç’in dava arkadaşı olan) Cemaluddin Latiç’in, “Balkan savaşları, 1. Dünya Savaşı,
- Yugoslavya, 2. Dünya Savaşı ve
- Yugoslavya’nın hepsi anti-lslâm savaşlardır” tanımlaması, bu tasavvurun örneğidir.
Müslüman milliyetçiliğinin zuhuru, ayırdedici ve otantik millî kimlik unsurlarını billurlaştırma ‘hevesi’ ile, İslâm kültürüne ve değerlerine daha sıkı sarılınmasını beraberinde getirdi. Müftülüklerin yeniden ihdas edilmesi, 1948’de kapatılan kültür kurumu Preporodun yeniden kurulması, diyanet işleri kurumunun Sırbo-Hırvatça adının (Starjeşinstvo Islamske Zajednica) Arapçalaştırılarak Meşihât’e çevrilmesi, millî haslet olarak İslâmî benliğin güçlenmesine katkıda bulundu ve bu yöndeki arayışı simgeledi.
Milliyetçi akımların politik ortama hakim olduğu ülkede çok- partililiğe geçişte kurulan bellibaşlı partilerin hepsinin millî temelde örgütlenmesi, Bosna-Hersek’te çoğulcu ve barışçı bir geçiş süreci imkânını baştan alabildiğine daraltmıştır. Her biri Bosna-Hersek’teki üç millî topluluktan birisine dayanan üç ana parti şunlardı: Sırp Demokratik Partisi (SDP), Hırvat Demokratik Birliği (HDB), Demokratik Eylem Partisi (DEP).
Kuruluşlarında SDP ve HDB içinde şovenist ve ılımlı kanatlar mevcuttu; SDP’de şovenist kanat, HDB’de ise ılımlı milliyetçi çizgi ağır basıyordu. Zamanla SDP’deki ılımlı kanat tamamen susturmuş, HDB’de de ‘Hırvatçılar’ ‘Bosnacıları’ yönetimden tasfiye etmiştir. SDP’de 2. Başkan Prof. Nikola Kolyeviç, önder Radovan Karadziç’e karşı görece ılımlı bir çizgiyi savunuyordu. Kolyeviç, 1992 başında partinin radikallerince ölümle tehdit edilerek kenara çekilmeye zorlanacaktı. HDB’nin Saraybosnalı kurucu önderi Perinoviç, Bosnalı kimliğini Hırvat kimliğinin önünde tutan bir yaklaşımı temsil ediyordu. 1990 Eylülünde Perinoviç, Ortodoks bir Hırvat olduğuna dair “vesikaların” ortaya döküldüğü şoven bir kampanya sonucunda istifaya zorlandı. Yerine, Hırvatistan’ı daha fazla dinleyen bir ekibin başı olarak Stepan Kluyiç geldi. İki yıl sonra Kluyiç de ‘fazla Bosnacı’ bulunarak tasfiye edilecekti.
Mayıs 1990’da kurulan, Müslüman toplumuna dayalı DEP (Boşnakçası: Stranka Demokralske Akcije-SDA) ise, radikal İslâmcılardan Batıcı liberal eğilimlilere ve çoğulcu Bosnalı kimliğine bağlı olanlara dek geniş bir yelpazeyi kavrıyordu. SDP’nin Aralık 1990’daki ilk kongresinde DEP önderi Aliya İzzetbegoviç’in konuşma yaparak başarı dileklerini sunması gibisinden jestler, millî partiler arasında uygarca ilişkilerin kurulabileceği umudunu yeşertti. Aynı ay yapılan seçimlerde ortaya çıkan tablo, partiler arasında işbirliğini ve mutabakat oluşumunu şart koşuyordu – zira parlamento aritmetiği ve onun yansıttığı politik bölünme, hiçbir partiye ve millî gruba yönetime hakim olma imkânı vermiyordu. Belki daha önemlisi, seçmenlerin yaklaşık % 20’si oy vermemişti. Bu oran, yükselen milliyetçilikler karşısında, örgütlü hale gelemese ve politik bir alternatif oluşturamasa da, ciddî bir direncin varlığına işaret ediyordu. 240 sandalyeli mecliste oyların % 38’ini alan DEP 86, oyların % 30’unu alan SDP 72, oyların % 16’sını alan HDB 44 sandalye kazanmıştı. Eski tek-partiyi devam ettiren Bosna-Hersek Komünistler Birliği/Demokratik Değişim Partisi % 10 oy alarak 14, Federal Başbakan Ante Markoviç önderliğindeki liberal Yugoslavya Reformcu Güçler Birliği % 6 oy alarak 7, Boşnak Müslümanları Örgütü 2 sandalye elde etmişti.
Kurulan ortak hükümette, üç milliyetten altışar bakan yeraldı. Bu statü, DEP, SDP ve HDB’nin iyimserlerince, partiler/millî topluluklar arasında asgarî bir işbirliğinin sağlanacağı umudunu vaadetmekteydi.
Ancak, etnik esasa dayalı yetki paylaşımı ve kontenjan mantığının egemen olması, etnik kimlik taassubunun kabarmasına yaradı. Yerel yönetimlerde de oy oranlanna göre makam paylaşımına gidilmesi, bu taassubu ve şovenizmi örgünleştirdi.
DEP, HDB ve küçük partilerin büyük kısmının oluşturduğu çoğunluk bloku karşısında tavır alan SDP; sözkonusu blokun Bosna-Hersek’i bağımsız bir devlet olmaya hazırlamaya dönük çabalarına ket vurarak, parlamentoyu kronik bir yasama bunalımının içine sokacaktı.
Aliya İzzetbegoviç (6)
Seçimlerden sonra toplanan parlamento, ağırlıkla DEP ve HDB milletvekillerinin oylarıyla, DEP önderi Aliya İzzetbegoviç’i Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı’na seçti. SDP vd. partilerin milletvekilleri bu oylamayı boykot etmediler; dolayısıyla İzzetbegoviç Cumhurbaşkanlığını yürütmeye, bir meşrûiyet bunalımı olmaksızın başlayabildi.
İzzetbegoviç’in politik kişiliği, Hırvat ve özellikle Sırp milliyetçiliği tarafından, Bosna Müslümanlarının fundamentalizme ve totaliter İslâmi düzene yatkınlığının en bariz kanıtı olarak görülmüştür. Sırp milliyetçiliği, Bosna-Hersek’te gerginliğin tırmandığı 1991/92 döneminde “İran” mecazının ve Osmanlı/ Müslüman sultasının yeniden ihdası tehlikesinin cisimleşmesi olarak İzzetbegoviç figürünü artan bir yoğunlukla kullandı. Bu tepki Müslüman toplumu içinden de geldi. DEP’in kurucularından, Avrupa’daki mülteci (anti-komünist) Boşnak toplumu nezdinde itibarlı bir önder olan Adil Zülfikârpasiç, DEP önderi İzzetbegoviç’i “çok katı bir İslâmî yaklaşıma sahip olmakla” suçladı; Kasım 1990’da DEP’den ayrılarak, millî meselede Boşnak etnik kimliğini öne çıkartan, liberal eğilimli Boşnak Müslümanları Örgütü’nü (BMÖ) kurdu. BMÖ seçimlerde marjinal kaldı, İzzetbegoviç’in bir “Humeyni” taslağı olarak resmedilmesi, Müslüman toplumunun politik bir kimlik olarak İslâmcılığa uzak duran kesimlerince de benimsenmeyen bir kurgu oldu.
İzzetbegoviç, gerçekten, İslâmcı kimliği belirgin bir politikacı ve düşünürdü. Geçmişi de, ‘tehlikeli’ bir İslamcı olarak kriminalize edilmesine elverişliydi… 1925 Doğumlu İzzetbegoviç genç yaşta Mladi Muslimani örgütünde faaliyet göstermiş, 1949’da bu örgüte üye olma suçundan beş yıl hüküm giymişti. Hapisten çıktıktan sonra ziraat ve hukuk okudu. 25 Yıl avukatlık ve bir inşaat firmasının yöneticiliğini yaptıktan sonra emekli oldu. İzzetbegoviç’in 1970’de yasal olarak yayımlanan, ancak 80’lerin başındaki baskıcı ortamda 1983’de politik dava konusu yapılan İslâm Beyannamesi (veya İslâmî Manifesto) adlı kitapçığı, sonradan hakkında çizilen “fundamentalist” imajının en güçlü dayanağı oldu. İzzetbegoviç, beraber tutuklandığı 12 Müslüman aydınla birlikte, İslâm Beyannamesi vesilesiyle “terörist örgüt” Mladi Muslimani’yi hortlatmaya çalışmakla da suçlanmış ve ondört yıl hapse mahkûm edilmişti. Bu ceza temyizde onbir yıla indirildi; 1989’da Yugoslavya ve Bosna- Hersek’te rejimin fiilen çözüldüğü bir ortamda yönetim tarafından affedilerek hapisen çıktı.
İslâm Beyannamesi’nin 1990’da yeniden basılması, bu malzemeyi güncelleştirdi. İslâm Beyannamesi, hedef olarak “Müslümanların İslâm’a dönüşü”nü vaz’edip, “İslâm’ı hayatın her alanında, bireyde, ailede ve toplumda kurmak”tan sözedişiyle; 1960’larda uluslararası İslâmcı düşünceyi ve literatürü kaplayan yeniden-Müslümanlaşma söyleminin bir versiyonudur. İslâm’dan uzaklaşan Müslüman toplumlarının, bu arada Türkiye’nin Kemalist Batılılaşma projesinin eleştirisini yapan İzzetbegoviç, “dünya Müslümanlarının ‘geri kalmış, yoksul ve başkalarına güvenen’ diye tanımlanan kısır döngüden kurtulması için birlik ve cihad”ı savunur. “Cihad” lâfzı, -İslâm Beyannamesi’nin söylemindeki “cihad”ın vurgusu, Müslümanlığın düşmanlarına karşı yürütülmesi gerekli “küçük cihad”dan ziyade Müslümanların kendi nefsleriyle vermeleri gereken mücadeleyi kasteden “büyük cihad”da olsa da-, İzzetbegoviç’e yapılan “İslâmi totalitarizm” isnadının temel dayanağı olmuştur.
Beyanname, esasen Müslümanların iç meseleleriyle ilgilidir. İzzetbegoviç mahkemesinde, kitabındaki fikirlerin, Müslümanların büyük çoğunluk olmadıkları toplumlar için tartışma dışı olduğunu; Beyanname’nin esas olarak Üçüncü Dünya’daki Müslüman toplulukların millî kurtuluş hareketlerinden etkilenerek ve yankısını o dünyada bulacağı beklentisiyle yazılmış bir metin olduğunu söylemişti. İslâm Beyannamesi’nin sonraki baskısında İzzetbegoviç Pakistan’daki otoriter İslâmî devlet tecrübesinin eleştirisine yer vermiştir. “İslâmî birlik için aşırılıklara sapılmaması gerektiğini” vurgulayan İzzetbegoviç, “uluslararası düzeyde, dışa açık olan, bilimsel görüşleri kabul eden, insanlığın zirvesini içeren ve İslâm dini ile bilim arasındaki ilişkide dürüst olan İslâmî toplum” önerir: “Böyle bir sistem, aynı zamanda din ile bilim, siyaset ile ahlâk, birey ile toplum, maddiyat ile maneviyat arasındaki ilişkinin doğrulanması” olacaktır.
İzzetbegoviç, İslâm Beyannamesi’nden sonra bu ikici (düalist) felsefî tutumunu geliştirmiş ve 1980’de yayınladığı Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı eserinde oldukça bütünlüklü bir çerçeveye kavuşturmuştur. Doğu ve Batı Arasında İslâm, modernizmin ve modernliğin, modern kavramlarla yapılan etkileyici bir eleştirisidir. Batı ve modernlik, modern İslâmî literatürde yaygın olduğu gibi polemiksel maddiyatçılık ve ahlâki yozlaşma motifleriyle değil, bu uygarlığın insana özgü ikiliği (düaliteyi) inkâr edip baskılaması nedeniyle eleştirilir. Modern dünyanın maddiyat- maneviyat, ‘salt’ uygarlık-‘salt’ din, siyaset-ahlâk, toplum-birey vb. kutupsallıklarını ikici ve Hegelci diyalektikten ve zıtların birliği anlayışından esinlenen bir felsefî tutumla aşma çabası kitapta belirgindir.
İzzetbegoviç İslâm’ı, bu aşmayı gerçekleştirecek ve “Üçüncü Yol” veya “Orta Yol” sentezini oluşturacak ‘praxis’ olarak sunar. Doğu ve Batı Arasında İslâm’ın, insanın mâhiyeti ve varoluş meselesi üzerine, onu yaradılış paradigmasına indirgemeyen tartışma evreniyle, hümanist etmenler içerdiği söylenebilecek bir yaklaşımı vardır. İzzetbegoviç’in eseri onu değerlendiren kimi felsefecilerce İslâm düşüncesinin parlak ve müstesna bir örneği, kimilerince ise ancak onun politik kişiliğini zenginleştirmesi bakımından anlam taşıyan eklektik bir derleme ürünü olarak yorumlanmıştır. Üzerinde birleşilen nokta, İzzetbegoviç’in düşüncesinin, çeşitli milletlerin, dinlerin, kültürlerin, Doğu ile Batı’mn birbirine kavuştuğu Yugoslavya’nın zenginliğinden ve ‘avantajlarından’ yararlanan; yaşadığı coğrafyanın kültürel zenginliğini yansıtan niteliğidir.
İslâmcılığa sempati duyduğu söylenemeyecek olan pek çok Batılı gazeteci ve yazar, İzzetbegoviç’in gerek demeçlerinde gerekse kendisiyle yapılan mülakatlarda uluslararası cihad ve İslâmî totalitarizm perspektifinden uzak bir tutum sergilediğine dair karşı kanıtlar veya izlenimler sunmuşlardır. Öndegelen Yugoslavya uzmanı gazeteci-yazar Misha Glenny, İzzetbegoviç “yalan söylüyor olsa bile”, yalanın ve geçmişini inkârın Yugoslavya’daki hemen bütün politikacıların ortak özelliği olduğunu belirtir! “İyi niyetli ve insancıl kişiliği ile” diğer Yugoslavyalı politika elitinden ayırdığı İzzetbegoviç’in, gençlik radikalizminden kaynaklanan İslâmî fundamentalizm eğilimlerinden hakikaten uzaklaştığını saptar. Glenny’e göre, Yugoslavya’nın diğer cumhuriyetlerinin öndegelen yöneticilerinin 1970’lerden beri yazıp söyledikleriyle ve uygulamalarıyla karşılaştırıldığında, “1990’dan beri ülkedeki bütün cemaatlerin dinsel ve politik haklarını açık seçik bir tutumla savunan” İzzetbegoviç, demokratik ölçütler açısından en “temiz” liderdir.
Gerçekten İzzetbegoviç’in, en azından Bosna- Hersek’teki ve Yugoslavya’daki milliyetçi önderlerin şoven söylemiyle ve politikalarıyla kıyaslandığında, görece demokratik ve çoğulcu bir ‘performans’ sergilediği söylenebilir. Barışçı çizgisiyle, Bosna-Hersek’in ve Yugoslavya’nın geleceğine ilişkin bir yumuşak geçişten yana olan ve cumhuriyetlerarası kalıcı ilişkilerin sürekliliğini gözeten tutumuyla, uluslararası yorumcuların pek çoğunca “bilge” bir politikacı olarak tanımlanmıştır. Hattâ kimileri 1991/92’deki tutumunu ve savaşın ufukta gözüktüğü noktada bile barışçı alternatife güvenmesini fazla naif bulmuş; İzzetbegoviç’i bu dönemdeki politikasıyla “Yugoslav Gandi’si” olarak tanımlayanlar olmuştur. “Yugoslav Gandi’si” lâkabının bir yüzü İzzetbegoviç’in barışçı yöntemlerden yana oluşunu tanımlıyor ise, diğer yüzü onun inatçılığını vurgular – bu inatçılık ve tavizsizlik, Bosna- Hersek’in bağımsızlık ilanı sürecinde ve savaş başladıktan sonraki uluslararası müzakerelerde görülecektir…
İzzetbegoviç’in Bosna-Hersek’te barışçı çözüm imkânları açısından taşıdığı zaaf, uygunsuzluk veya yetersizlik, “fundamentalistliğine” dair emarelerde değil, son kertede bir cemaat önderi kimliğiyle politika yapıyor olmasında aranmalıdır. İzzetbegoviç, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı sıfatı yanında, daha doğrusu önünde; tarihen mağdur, kimliği baskılanmış ve ‘kaybedecek birşeyi olmayan’ bir halk olarak tasavvur ettiği -ki bu tasavvurunun en güçlü dayanağı herhalde kendi yaşam öyküsüdür- Bosna Müslümanlarının temsilcisi sıfatını taşımaktadır. Çoğulcu ve bütüncül Bosna-Hersek projesini, bir millî-dinî grubu temsil eden bir partiye dayanarak savunması; bu projeyi milliyetçi olmayan gayrimüslimler açısından şüpheli kıldı, milliyetçi Sırp ve Hırvatlar nezdinde ise samimiyetsiz bir taktik olarak algılanmasına/sunulmasma zemin hazırladı. DEP önderliğinin kimi unsurlarının Bosna halkını “Müs- lümanlar” diye ‘özetlemeye’ yatkınlığı, bu algıyı güçlendirdi. Müslüman toplumunda -tercihleri ve/ya çıkarları itibarıyla- çoğulcu bir Bosna-Hersek projesine bağlılık eğiliminin güçlü oluşu da, bu eğilim temsiliyetini bir millî partide bulduğu noktada, ‘üçüncü şahıslar’ açısından önemsizleşti. Bosna- Hersek’te savaşın başlamasından bir hafta önce, haftalık Nedjelja dergisinde Hırvat yazar Zoran Payiç, “çoketnili bir toplumda üç milliyetçi önderliğin tek bir devlet çatısı altında yaşayabileceğine inanmanın naifliğinden” sözediyordu.
Tito dönemi ve Aliya İzzetbegoviç
13 Ocak 1946’da Yugoslavya yeniden bağımsızlığına kavuştu. Ancak bu bağımsızlık hareketinde Komünist Parti yanlıları önemli bir rol üstlendiklerinden bağımsızlık sonrasında da ülkede yönetime geldiler. Ülkenin resmî statüsünü de federal cumhuriyetler birliği olarak belirlediler. Buna göre Yugoslavya altı federal cumhuriyet ile iki özerk bölgeden oluşacak, cumhuriyetlerden biri de Bosna-Hersek Cumhuriyeti olacaktı.
Sosyalist rejimin ülke yönetimini ele geçirmesiyle birlikte dinlerin toplumsal hayattaki varlığı giderek azaltıldı. İzetbegoviç, Müslüman Boşnak kimliğini savunduğundan ve ateizme karşı olduğundan komünist yöneticilerin en önemli hedeflerinden biriydi. Bu sebeple 1949’da İslamcılık suçlamasıyla hapse girerek beş yıl hapis cezası çekti.
İzetbegoviç’in sıkıntıları 1953’te iktidara gelen Tito zamanında daha da arttı. Bu arada sistemin Müslümanların meseleleriyle ilgilenmesi üzere görevlendirdiği Hasan Duzu ile ilişki kurarak onunla irtibat halinde çalışmalar yürütmeye başladı.
Tito’nun 1974’te yeni bir anayasa hazırlamasından sonra yönetim din üzerindeki kontrolünü kısmen hafifleterek bazı geleneksel İslamî kurumların yeniden işlev kazanmasına imkân sağladı. Bu yumuşama üzerine bazı camiler ve medreseler yeniden açıldı. Küçük çapta da olsa bir yumuşamayla bazı dinî kurumların yeniden hayata geçirilmesi Müslümanlar arasında hızlı bir İslamî uzlaşıya zemin hazırladı.
Aliya İzzetbegoviç Tartışması
Bosna-Hersek gerçekliği ve tarihsel bir kişilik olarak Aliya İzeetbegoviç herkes açısından kullanışlı bir malzeme olmuştur. Kendi gerçekliği dışında her yöne çekilerek siyasi amaçların doyurulduğu bir malzeme haline getirilen bu coğrafya, halkların birbirine düşürüldüğü, oluk oluk kanın aktığı dönemde Yugoslavya’nın parçalanması projesini yürütenlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramamıştır. Aliya İzzetbegoviç üzerinden yürütülen tartışmalar da buna bir örnektir. Dünya Bülteni’nde Asım Öz’ün yayınladığı bir yazı bu tartışmayı tüm yönleriyle ele alan dikkate değer bir çalışma. “Bosna-Hersek Gerçeği” üzerine yaptığımız derlemeyi bu yazıyla sonlandıralım:
“Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki taksimata göre Sırp-Hırvat Sloven Krallığı’nın bir parçası haline gelen Bosna-Hersek’te dünyaya gelen Aliya İzzetbegoviç hakkında Türkçede pek çok yazı kaleme alındı. İslâm’ın yeni bir felsefesini sunmaya yönelik bir teşebbüsün tezahürü olan Doğu ve Batı Arasında İslâm kitabının Nehir Yayınlarından çıkan basımına Ali Bulaç’ın yazmış olduğu “Batı İslâm’ının Bilge Düşünürü” başlıklı sunuş yazısını Türkçede onun hakkında çıkan “ilk” yazı olarak kabul edebiliriz herhâlde. Ardından bu kitap özelinde 1988 yılında Kitap Dergisinin 13. sayısında çıkan “buçuk” yazıyı ve söyleşiyi anmak doğru olur bildiğim ve hatırladığım kadarıyla.
Doksanlı ve iki binli yıllar boyunca hakkında pek çok olumlu olumsuz yazı çıkan İzzetbegoviç konulu çoğu yazının ona yeni bir bakış getirmek, yani onu yeni bir çerçeveye yerleştirmekten uzak olduğu tespitini yapmak yanlış olmaz. Bu hüküm biraz ağır gelebilir ama bana kalırsa manzara vasat perspektiflerden ibarettir. Kabul etmek gerekir ki, pek kolay değil onunla, düşüncesiyle ve siyasal önderliğiyle ilgili kısa ve tanıtım mahiyetinde bir şeyler yazmak. Çünkü onun içe dönük kişiliğinden kaynaklı olan ve insanı kimi zaman belirsizlikte bırakan ama aynı zamanda sürekli teyakkuzda tutan bir boyutu var. Bununla birlikte onun düşünce dünyasının en genel karakteristiği, modern zamanlarda İslami olanın imkanı üzerinde düşünmektir. Bu bakımdan Müslüman dünyanın yaşadığı krizden kurtuluş çaresi olarak, başlangıca yani kaynaklara dönülünce sorun olarak görülen çoğu şeyin giderileceğini düşünmesiyle İslâmcılığın ana damarı ile ortaklaşır. Şunu söyleyerek devam edelim: Onun belli yönleriyle çerçevelenebilmesi, yapılandırılabilmesinin yolu sadece belli konulardaki yaklaşımlarını bilmekle sağlanamaz. Hele entelektüel biyografisine dair bir şeyler yazmak için çok çaba harcamak gerekir.
Dikkatli ve Özenli Haşir Neşir Olma
Yazdıklarıyla sağın ve solun anlatılarının dışında bir isim olduğunu bildiğimiz Aliya İzzetbegoviç’in biyografisini yazabilmenin yollarından biri, onun kişisel geçmişinden, özellikle de Boşnak kimliğinden ve iki dünya savaşı arasındaki ve sonrasındaki dönemde yaşanan bazı gelişmelerden hareket etmektir. Hareketli ve hararetli yılları içine alan hayatı sadece siyasi tarih bilgisiyle anlaşılabilir ve de anlatılabilir değildir. Sözgelimi bu bağlamda İvo Andriç’in romanlarını dikkatle okumak gerekir. Yahu ne alakası var, denilmemelidir. Çünkü İzzetbegoviç, Andriç’in eserlerinde karşımıza çıkan Müslüman karakterlerin olumsuz tasvirinin Balkanlardaki önyargıları güçlendirdiğini düşünmektedir. Yine üzerine uzun uzun düşünüp notlar alacağı İslâm müellifi Fazlurraman’dan Milan Kundera’ya uzanan okuma serüvenin de izinin sürülmesi gerekmektedir. Kuranın anlaşılması, Müslüman düşüncenin duraklaması, şerh, haşiyeye haşiye yazma adeti gibi önemli meseleler etrafında serdettiği yaklaşımlar da onun entelektüel biyografisinin yazımı sürecinde, çağdaşı veya öncülü çağdaş Müslüman düşünürlerle ortaklıklar ve farklılıklar açısından mutlaka ele alınması gereken konular arasında yer alacaktır. Edebiyattan felsefe, İslami ilimlerden siyasete pek çok şeyi bir arada dokuyarak kaşifliğini sunduğu Özgürlüğe Kaçışım son derece önemli ipuçları sunar.
Ve ben kendi payıma buna şunu da eklemek istiyorum: Aliya İzzetbegoviç hakkındaki yazılarda karşımıza çıkan sol bakışın büyük ölçüde Sırpların İzzetbegoviç eleştirileriyle hemen hemen aynı “yaftalarla” dolu olması da şaşırtıcıdır. Söyledikleri, yazıp çizdikleri genelde onur kırıcı bir bönlükte. Yugoslavya’da yaşananlarda Sırp milliyetçiliğini göz ardı ederek, Müslümanların ayrılma talebini hemen Amerikancılıkla suçlama taktiği bunun en adaletsiz ama aynı zamanda popüler versiyonudur. Bilindiği gibi İzzetbegoviç arkadaşlarıyla birlikte 1983 yılında Müslüman milliyetçiliği faaliyetlerinde bulundukları gerekçesiyle tutuklanırlar. Yöneltilen suçlamalar arasında “Devletin anayasal düzenini yıkmak amacıyla düşman bir örgüt oluşturmak” ve “Müslüman milliyetçiliğinden kaynaklanan düşmanca ve karşı devrimci eylemler” gerçekleştirmek de bulunmaktadır. Ona dönük yapılan ithamlardan birkaçını anmak yeter bu konuda: “Müslüman teröristlerin lideri” “Radikal İslamcı” “ABD’nin çıkarlarına hizmet” gibi çoğu zaman birbirlerinin yerine geçebilen genellemeler ilk aklıma gelenler. Doksanlı yılların hemen başında İslâm Deklarasyonunun uzun süredir beklenen tam metninin yayımlanması, ona yöneltilen radikal İslamcılık suçlamalarının daha da artmasına neden olur. Benzer bakış açılarına Türkçedeki yazılarda da rastlanır.
Aydın Üniversitesi uygulama dergisi Aydın’ın 13. sayısı Aliya İzzetbegoviç kapağıyla çıktı. Derginin kapağını görünce kapsamlı bir dosya hazırlandığını zannettim. Gelgelelim işin aslı öyle değilmiş. Dergide sadece bir yazı yer alıyor İzzetbegoviç’le ilgili olarak. Ateş Uslu’nun kaleme aldığı yazı İzzetbegoviç’in hayatından kesitler sunan politik bir biyografi olmanın yanında tartışmalı yorumlarıyla da dikkat çekmekte. Buna karşın yazının son kısmı yirminci yüzyılda yaşayan siyaset ve düşünce insanlarının biyografisinin kaleme alınmasının getirdiği çeşitli zorluklara değinmesinden ötürü, belli konuları ele alıp soruşturmak için yön tayin edici. Tarihin zor bir dönemine tanıklık eden kişilikleri anlatmanın zorluğu konusuna şöyle devam ediyor Uslu: “Bu zorlukların başında biyografisi incelenen kişinin düşüncesinin ve siyasi hamlelerinin karmaşıklığının siyasi bir bağlama yerleştirilmesinin zorluğu gelmektedir. Tarihsel kişiliklerin mutlak anlamda yerilmesi kadar mutlak bir şekilde yüceltilmesi de söz konusu kişiliklerin tarihsel gerçeklikten uzak bir şekilde anlaşılması sonucunu doğurmaktadır.”
Tekrarlanarak Sürdürülen Hikâye
Ben yüceltici yazılardan ziyade mutlak anlamda yerici yazılarda karşımıza çıkan bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Aliya İzetbegoviç’i günah keçisi yaparak bas bas bağıran ve kulakları tırmalayan bir uğultu olarak anılmasında sakınca olmayan bir yericiliktir bu. Onu, Nazilikle suçlayan/itham eden yaklaşımlarda sözünü ettiğim bu yaklaşımın yansımaları bulunmaktadır. Gerçi onu Amerikan pragmatizmiyle ananlar da yok değil. Fakat şimdilik bunun üzerinde durmayacağım. Yaptıkları ve yol açtıkları şamatanın hayra alamet olmadığını bildiğimiz bu yaklaşımlar doksanlı yıllarda Bosna Savaşı sonrasında özellikle yeni dünya düzeni çerçevesinde kaleme alınan pek çok yazı ve kitapta işlendi. Hâlen de işlenmeye devam ediyor. Benzer bir yaklaşım tarzı, Ortadoğu’daki İngiltere ve Fransa sömürgeciliğini ve bununla bağlantılı olarak Siyonist mülksüzleştirme siyasetini sürekli bir biçimde göz ardı ederek Kudüs müftüsü Muhammed Emin el-Hüseyni’nin konjonktürel olarak Nazi Almanya’sıyla paralel hareket edişini eleştirenlerde de karşımıza çıkmaktadır. Hiç kuşkusuz, bunların rastlantısallığını, cephelerin devamlı olmadığını ihmal ederek bahsedilen isimleri Nazilikle anmak sakat bir strateji olur. Aliya İzzetbegoviç’in komünizmi benimsememesinden dolayı İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Hırvat lider Josip Broz Tito önderliğindeki Partizan hareketine karşı olduğu gayet iyi bilinmektedir. Ama aynı zamanda II. Dünya Savaşı yıllarında ülkede egemen olan Nazi yanlısı Ustaşa rejiminin askeri olmamak olarak yorumlanabilecek bir tavır içindedir İzzetbegoviç. Almanlara karşı ayaklanma başlatan Yugoslav Komünist Partisinin Bosnalı Müslümanların statüsünün ne olması gerektiği konusunda net bir fikrinin olmaması Genç Müslümanların Partizanlara karşı olmasının en önemli sebebidir. Nitekim 1980’li yıllarda tutuklanan İzzetbegoviç’e yöneltilen suçlamalar arasında, kendisinin Partizan hareketi üyelerinin İkinci Dünya Savaşı sırasında Müslümanlara kötü muamelelerde bulunduğuna yönelik açıklamalar yapmak da vardır. Dikkat edin sadece açıklama yapmaktan dolayı yargılanıyorlar! Tekrar hatırlamalı ki, İzzetbegoviç, hem Tarihe Tanıklığım’da hem de Özgürlüğe Kaçışım’da faşizmin formülasyonlarını tasdik etmediğini izah etmişti.
Aliya İzzetbegoviç’in, Partizanlara karşı savaşan ve bahsettiğimiz çerçevede Nazi Almanya’sı ile ittifak yapmış olan Kudüs müftüsünün desteklemiş olduğu Hançer( Handschar) adıyla bilinen tümene destek vermesi eleştirilmekte, hatta buradan yola çıkılarak İzzetbegoviç’in doğrudan doğruya Nazilerin yaptıklarının suç ortağı olduğu şeklinde bir imaj oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ne var ki bu mahkûm edici dili süreklileştirenler İzzetbegoviç’in, korkunç gaddarlıklarıyla toplama kamplarını yani Nazizm (ve Stalinizm) eleştirilerini ısrarla görmezden gelmektedirler. Bu yüzden öncelikle bu kötüleme korosuna siyasal bağlamın önemi hatırlatılmalıdır.
Aliya İzzetbegoviç’in, ilk gençlik yıllarından itibaren faaliyetlerinin ilham kaynağının İslâm düşüncesi ve İslâmi eylemlilik olduğu bir gerçektir. İlk siyasi faaliyetleri İkinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşen İzzetbegoviç, 1939 yılında kurulmuş olan Mladi Muslimani(Genç Müslümanlar) hareketinin üyeleriyle bağlantıya geçer. Bunun sebepleri Boşnak kimliğinin oluşumunu da düşünmeyi gerektirir.
İzzetbegoviç’in Siyasi Düşüncesi
Ateş Uslu, Boşnaklarda ulusal düşüncenin diğer Balkan haklarına nazaran oldukça geç oluştuğuna dikkat çekiyor ve bunu Aliya İzzetbegoviç’in kişiliği üzerinden şöyle değerlendiriyor: “Aliya İzzetbegoviç, her şeyden önce Boşnak ulusal kimliğinin bu görece geç dönemde eser vere teorisyenidir. Osmanlı millet sisteminden modern Balkanlara devredilen bir anlayışla Boşnak ulusal kimliğinin oluşumunda da dini aidiyet belirleyici bir önem taşımıştır. İzzetbegoviç’in eserleri ve eylemlerinde dinsel vurgunun merkezi önemi dar anlamda bir İslâmcılığın ötesinde, dini ve ulusal söylemlerin iç içe geçmişliğiyle açıklanabilir. Dolayısıyla gerek İzzetbegoviç’in siyasi düşüncesi, gerekse genel anlamda Boşnak ulusal söylemi incelenirken Balkanlar bağlamında dini kimliğin rolü ve tarihsel gelişimi göz önünde bulundurulmalıdır.”
İslam Deklarasyonu kitabından itibaren İslamcılığın temel tezlerini dillendiren Aliya İzzetbegoviç’in Bosna-Hersek’in bütünlüğünü korumak için verdiği mücadele de kırılmalar dikkat çeker. 1990 yılında Bosna-Hersek’te yapılan seçimlere Demokratik Eylem Partisi adayı olarak katılır ve Bosna-Hersek başkanı seçilir. Aynı dönemde Yugoslavya’nın diğer kurucu cumhuriyetlerinde yapılan seçimlerde seçilen tüm başkanlar komünist kökenlidir. Yugoslavya’nın parçalanma sürecine girmesinin ardından Bosnalı Sırplar,Bosna-Hersek’in bütünlüğünden ziyade etnik bakımdan daha homojen bir devlet kurma düşüncesini benimsedikleri için İzzetbegoviç’i gayrimeşru bir yönetici ilan ederler ve silahlanmaya başlarlar. Bosna-Hersek’in 3 Mart 1992’de bağımsızlık ilanı akabinde 1995’e kadar devam edecek olan Bosnalı Sırplarla süren savaş bu sancılı sürecin neticesidir.
Ateş Uslu yaşananları özetledikten sonra İzzetbegoviç’in siyasal düşüncesinin evrimine dair üzerinde düşünülmesi gereken bir yoruma ulaşıyor: “Gerek Sırp, gerekse Hırvat örgütleri İzzetbegoviç yönetimine karşı giriştikleri mücadelenin nedeni olarak devlet başkanının söylemindeki İslami vurguları göstermişlerdir. Buna karşılık Bosna savaşı süresince bazı Fikret Abdiç gibi Müslüman kökenli Boşnak liderlerin de İzzetbegoviç yönetimine karşı savaşmış olduğunu bilmek gerekir. Dolayısıyla siyasi gerçeklik basitlikten uzaktır. İzzetbegoviç özellikle savaşın sonuna doğru yapmış olduğu açıklamalarda çeşitli inançları ve milliyetleri kucaklayan bir söylem benimser, öyle ki ‘çokkültürlü, çokuluslu, çokinançlı’ gibi sıfatları sürekli tekrarlaması bu dönemde Boşnaklar arasında şaka konusu bile olur. Sonbahar 1995’te barış görüşmeleri sürerken yaptığı konuşmalarda ise bir yandan siyasi ve etnik çoğulculuk konusundaki görüşlerini tekrarlar, diğer yandan insan haklarına ve özel teşebbüse verdiği önemin altını çizer. Başka bir deyişle, İzzetbegoviç’in üstünlüğünü önemle savunduğu toplum modeli Avrupa liberal modeliyle örtüşen bir modeldir.” İzzetbegoviç’in siyasi mücadelesinin değişik dönemlerde söylem farklılaşmasına uğradığı aşikâr. Bu bakımdan Demokratik Eylem Partisinin kurucusu 40 kişi tarafından imzalanmış olan ve daha sonra “Kırklar Açıklaması” olarak bilinen metnin ilgili bölümleri de fikir verecektir.
1982’de kaleme aldığı Doğu ve Batı Arasında İslâm kitabında ortaya koyduğu düşünceleri Özgürlüğe Kaçışım kitabında yer alan “Doğu ve Batı Arasında İslâm’a Haşiye” bölümünde gözden geçirdiğini de bu çerçevede hatırlatmak gerekir. Nitekim Akif Emre, bir yazısında, İzzetbegoviç’le vefatından birkaç yıl önce yapmış olduğu bir görüşmede, bu bölümün, “Doğu ve Batı Arasında İslâm kitabını şimdi yazacak olsaydım nasıl yazardım” sorusuna verilmiş bir cevap olduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla onun söylemindeki farklı ton ve vurgular üzerinde ayrıca düşünülmesi gerekir.
Büyük bir sınırda, dünyaların kesişme noktasında yaşayan Aliya İzzetbegoviç’in entelektüel biyografisinin yazılabilmesi için son derece önemli bu cümleler. Belki buradan yola çıkılarak Türkçede yazılan sözde fakat tek Aliya İzzetbegoviç biyografisini alışılmış nakaratları bir yana bırakarak eleştirel bir dikkatle yeniden okumak yararlı olabilir.
Sizi daha güncel ve acil bir konuya yöneltmeme izin verin: Söz konusu biyografi yazarının birkaç yıllık düşünsel yönelimlerinin çağrı yaptığı politik ufuk dikkate alınırsa, hevesle yöneldiği İzzetbegoviç’i anlayıp anlamadığı, anlasa da benimseyip benimsemediği gibi konuları ancak ikili bir okumanın mayalayacağı ayırım neticesinde değerlendirme imkânı bulabiliriz.” (7)
NOTLAR
(1) Tanıl Bora, “Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası”, S. 35-39, Birikim Yay., 2. Baskı, 1999-İstanbul.
(2) Tanıl Bora, “Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası”, S. 39-45, Birikim Yay., 2. Baskı, 1999-İstanbul.
(3) Tanıl Bora, “Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası”, S. 45-52, Birikim Yay., 2. Baskı, 1999-İstanbul.
(4) Tanıl Bora, “Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası”, S. 52-55, Birikim Yay., 2. Baskı, 1999-İstanbul.
(5) Tanıl Bora, “Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası”, S. 55-63, Birikim Yay., 2. Baskı, 1999-İstanbul.
(6) Tanıl Bora, “Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası”, S. 63-68, Birikim Yay., 2. Baskı, 1999-İstanbul.
(7) Asım Öz, Dünya Bülteni, 22 Temmuz 2013: http://www.dunyabulteni.net/kitap/268286/aliya-izzetbegovic-nasil-ele-alinmali (Ulaşım Tarihi: 8 Eylül 2017)
Derleyen ve Hazırlayan: www.halksahnesi.org