Küreselleşmenin Çocuğu – Guy Standing

Küreselleşmenin Çocuğu - Guy Standing


Her ne kadar terimler aynı olmasa da adına neoliberal ya da özgürlükçü denilen bir dizi sosyal ve ekonomik düşünür, 1970’li yılların sonunda daha önce kaybettikleri cesaretlerini yeniden kazanmıştı. Zira on yıllar boyunca ihmal edilip dinlenmedikleri dönemin artık son bulduğunu fark etmişlerdi. Söz konusu düşünürler, Büyük Buhrandan korkmayacak ya da İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortalığı silip süpüren Sosyal Demokrasi’ye bağlanmayacak kadar gençti.

Bu düşünürler, planlama ve düzenleme aygıtlarına sahip merkezi hükümetle bir tuttukları devleti sevmiyordu. Dünyayı, koşullar nerede uygunsa yatırım, istihdam ve gelirin de oraya akacağı, giderek açılan bir yer olarak algılıyorlardı. Onlara göre mesele şöyleydi: Özellikle Avrupa ülkeleri, sanayide çalışan işçi sınıfının ve bürokrasideki kamu çalışanlarının İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana elde ettikleri güvenceleri geri almadığı, sendikaları yola getirmediği ve o dönemde yeni bir terim olan sanayisizleşme süreci hızlandırılmadığı sürece işsizlik artacak, ekonomik büyüme yavaşlayacak, yatırımlar başka yerlere gidecek ve fakirlik yücelişe geçecekti. Bu, iç karartıcı bir değerlendirmeydi. Söz konusu düşünürler, köklü değişimler istiyorlardı ve Ronald Reagan ya da Margaret Thatcher gibi siyasetçilerde, kendi analizlerine göre hareket edecek liderlik vasıfları mevcuttu.

Trajedi şuradaydı: Teşhisleri kısmen doğru olsa da öngörüleri feci sonuçlar doğurdu. Takip eden otuz yıl içerisinde trajediye bir de şu eklendi. Neoliberallerin ortadan kaldırmak istediği sistemi ortaya çıkaran sosyal demokrat partiler, neoliberallerin siyaset önerilerine kısa bir süre karşı çıktıktan sonra onların hem teşhislerini hem de siyaset önerilerini hiç utanmaksızın kabullendiler.

1980’lerde ortaya atılan bir neoliberal iddia da ülkelerin ‘emek piyasasında esneklik’ politikalarını izlemesi gerektiğiydi. Bu iddiaya göre emek piyasaları esnekleştirilmediği sürece emek maliyetleri artacak, şirketler üretimi maliyetlerin daha düşük olduğu bölgelere nakledecek ve finans sermayesi ‘memleket’e değil maliyetlerin düşük olduğu ülkelere yatının yapacaktı. Esnekliğin pek çok boyutu vardı. Ücret esnekliği talepteki değişikliklere göre bir ayarlama, yani ücretlerin düşürülmesi demekti. İstihdamda esneklik, firmaların istihdam düzeylerini kolayca ve masrafsız bir şekilde değiştirmesi anlamına gelmekteydi ve bu durum, istihdamın korunması ve istihdam güvenliğinde azalmadan başka bir şey demek değildi. İş esnekliği ise çalışanların şirket içerisinde oradan oraya transfer edilmesi ve iş yapılarının asgari muhalefet ve maliyetle değiştirilmesi olarak görülüyordu. Vasıflarda esneklik ise işçilerin vasıflarının kolayca ayarlanması demekti.

Aslında, bu yüzsüz neoliberal iktisatçıların savunduğu esneklik, çalışanları sistematik olarak daha güvencesiz hale getirmekten başka bir şey değildi ve bu stratejinin yatırım ve istihdamın devam etmesi için gerekli olduğu iddia ediliyordu. Ekonomide yaşanan her olumsuzluk, esnekliğin olmamasıyla ve emek piyasalarında ‘yapısal reformlar’ yapılmamasıyla açıklanmaktaydı.

Küreselleşme giderek hayatımıza girerken ve hükümetlerle şirketler kendi emek ilişkilerini esnekleştirmek konusunda birbiriyle yarışırken, güvencesiz işlerde çalışanların sayısı katlanarak çoğaldı. Esnek emek yayılırken eşitsizlikler de arttı ve sanayi toplumunun temelindeki sınıf yapısının yerini bu yapıdan daha karmaşık ama sınıftan kesinlikle bağımsız olmayan bir yapı aldı. Buna tekrar döneceğiz. Ancak politika değişikliklerine ve küreselleşen piyasa ekonomisinin gerekliliklerine şirketlerin cevapları, dünyada neoliberallerin ya da onların politikalarını hayata geçiren siyasetçilerin de tahmin etmediği bir eğilim yarattı.

Gerek müreffeh gerekse yükselen piyasa ekonomilerindeki milyonlarca insan, geçmişin gölgelerini taşısa da yeni bir olgu olarak değerlendirilebilecek ‘prekarya’ya dâhil oldu. Prekarya ‘işçi sınıfı’ ya da ‘proletarya’nın bir parçası değildi. Proletarya denildiğinde akla uzun dönemli, istikrarlı, sabit-zamanlı ve ileriye dönük olarak işçinin ne kadar ve nasıl ilerleyebileceği açıkça belli olan işlerin bulunduğu, sendikalaşmanın olduğu, kolektif sözleşmelerin yapıldığı, ebeveynlerin iş unvanlarını anladığı, isimleri ve özellikleri bilinen yerel işverenlerin bulunduğu bir toplum akla gelir.

Prekaryaya dâhil olanlar işverenlerini tanımadığı gibi, işverenlerinin geçmişte kaç kişiyi istihdam ettiğini ya da gelecekte bu sayının kaç olacağını da bilmez. ‘Orta sınıf da değildirler zira bu sınıftan insanların sahip olması beklenen sabit ya da öngörülebilir bir maaş, statü yahut çeşitli haklara sahip değildir.

1990’lar boyunca giderek daha fazla insan -üstelik sadece gelişmekte olan ülkelerde değil- kendilerini kalkınma iktisatçılarının ve antropologların ‘enformel’ dediği bir konumda bulmaya başladı. Bırakın başkalarında ortak bir yaşam ya da çalışma biçimi görmeyi, söz konusu insanlar enformel’ ifadesini kendilerini tanımlamak açısından da muhtemelen faydalı bulmayacaktı. Dolayısıyla işçi sınıfı, orta sınıf ya da ‘enformel’ değillerdi. Peki, neydi bu insanlar? Güvencesiz bir var oluşa sahip olarak tanımlanmak, bir tanınma belirtisi meydana getirebilirdi. Bu insanların arkadaşları, akrabaları ve meslektaşları da bir tür geçici konuma sahipti ve bu geçiciliğin kaç yıl, kaç ay ya da kaç hafta süreceğine dair bir güvenceleri de yoktu. Genelde bunu arzu etmiyor ve hatta bunun için çaba da göstermiyorlardı.

Prekaryayı tanımlamak

Prekaryadan ne anladığımızı tanımlamanın iki yolu var. Birincisi, prekaryanın farklı bir sosyo-ekonomik grup olduğunu söylemekten geçer. Dolayısıyla tanım gereği bir kişi bu grubun ya içindedir ya da değildir. İmgeler ve analizler açısından bu tanım faydalı ve Max Weber’in ‘ideal tip’ dediği kavramı kullanmamıza olanak tanıyor. Buradan bakıldığında prekarya, ‘precarious’ [güvencesiz] sıfatı ile ‘proletariat’ [proletarya] isminin birleşmesiyle oluşan yeni bir terimdir. Birtakım sınırlılıkları olsa da prekarya kavramı bu kitapta genelde bu anlamda kullanılıyor. Marksist anlamda düşünecek olursak da prekaryanın kendi için sınıf olmaktan ziyade, henüz oluşum sürecindeki bir sınıf olduğunu iddia edebiliriz.

Toplumsal gruplar açısından düşündüğümüzde, tarım toplumlarını bir kenara bırakacak olursak küreselleşmenin ulusal sınıf yapılarının parçalanmasına yol açtığını söylemek mümkün. Eşitsizliklerin arttığı dünyada daha esnek bir emek piyasasına doğru gidilirken, sınıf ortadan kaybolmadı. Daha ziyade, parçalı bir küresel sınıf görüntüsü ortaya çıktı.

‘İşçi sınıfı’, ‘işçiler’ ve ‘proletarya’, birkaç yüzyıl boyunca kültürümüzde yer etmiş terimler. İnsanlar eskiden kendilerini sınıfsal terimlerle tanımlayabilmekte ve başkaları da bu insanları benzer terimlerle, giyinme ve konuşma tarzlarıyla ve kendilerini temsil etme biçimiyle tanıyabilmekteydi. Söz konusu terimler bugünse eskiyi anımsatmaktan ibaret. İşçi sınıfının sonunu Andre Gorz (1982) çok önce yazmıştı. Başkaları ise bu terimin anlamı ve bu kategoriye dâhil olmak için gerekli ölçütler üzerinde tartışma yürütmeye devam etti. Belki de gerçeklik, 21. yüzyılın küresel emek piyasasındaki sınıf ilişkilerini yansıtan yeni bir dile gereksinim duyduğumuza işaret ediyor.

Genel olarak bakıldığında, eski sınıflar dünyanın çeşitli bölgelerinde var olsa da bugün yedi çeşit sınıf tanımlanabilir. Tepede az sayıda ancak inanılmaz derecede zengin küresel vatandaşların meydana getirdiği ‘elit’ sınıf var ve bu sınıf sahip olduğu milyarlarca dolarla bütün evrene hükmediyor. Forbes dergisinin en iyi ve en büyük listesinde de yer alan bu elitler, dünyanın her yerinde hükümetlere etki edebiliyor ve cömert hayırseverlik jestlerine de bir hayli düşkünler. Bu elit sınıfın altında ‘maaşlılar’ var. Hâlâ tam istihdam çerçevesinde çalışan, bazıları elit sınıfa geçmeyi ümit eden bu sınıfın çoğunluğu genelde devlet tarafından karşılanan ücretli izinlerin ve şirketin sağladığı sosyal hakların tadını çıkarıyor ve içinde olduğu sosyal konumdan memnun. Söz konusu ‘maaşlı’ sınıf, büyük şirketlerde, devlet ve kamu kuruluşlarında yoğun olarak istihdam edilmekte.

Maaşlıların yanında bir de ‘profisyen’ler var. Profesyonel ve teknisyen sözcüklerinin birleşimi olarak düşünülebilecek bu kesim, şu anda çok daha küçük bir grup. Pazarlayabilecekleri vasıflara, sözleşmeye dayalı olarak yüksek gelirlere sahip kişileri kapsıyor; danışman ya da kendi için çalışan işçiler bu gruba girebilir. Bugünün ‘profisyenler’i, Ortaçağ’daki şövalyeler, küçük toprak sahipleri ve beyler olarak düşünülebilir. Tek bir işletmede uzun dönemli tam istihdam dürtüsü olmaksızın, farklı yerlerde çalışma beklentisi ve arzusuyla yaşayan kişiler bunlar. ‘Standart istihdam ilişkisi’ bu kesime göre bir şey değil.

Gelir açısından ‘profisyenler’in altında el emeğiyle çalışanların giderek daralan çekirdek bir kısmı var ki bunlar da eski ‘işçi sınıfı’nın özünü oluşturuyor. Hem refah devletleri hem de emeğe dair düzenlemeler bu insanlar akılda tutularak oluşturulmuştu. Ancak emek hareketlerini de oluşturan sanayi emekçilerinin bu müfrezeleri bugün güçsüzleşmiş ve toplumsal dayanışma hissini de kaybetmiş durumda.

Bu dört grubun altında ise, bir tarafta işsizler ordusu diğer yanda da toplumun uç kısımlarında yaşayan ve onun genel yapısıyla uyuşmayan ayrıksı bir kesimle kuşatılmış ‘prekarya’ adlı giderek büyüyen bir sınıf bulunmakta. Bu parçalı sınıf yapısının karakteri başka çalışmalarda tartışıldı (Standing, 2009). Şimdi prekarya nedir onu tanımlayalım.

Sosyologlar toplumsal tabakalaşma söz konusu olduğunda geleneksel olarak Max Weber, yani sınıf ve statü üzerinden düşünür ve burada sınıf, toplumsal üretim ilişkilerine ve kişinin emek süreci içindeki konumuna işaret eder (Weber, (1992) 1968). Bu modele göre emek piyasalarında işverenler ve kendine çalışanları bir kenara bırakırsak, emek piyasasındaki temel ayrım ücretli emek ve maaşlı çalışanlar arasındadır. Bu ikili gruptan birincisi parça başı çalışır ve emeği çalıştığı saate göre ölçülür. Bir bakıma harcadıkları güce göre para alırlar. İkinci gruptakiler ise verdikleri güven ve sağladıkları hizmete göre ödüllendirilir. (Goldthorpe, 2007, 2. Cilt, Beşinci Bölüm; McGovern, Hill ve Mills, 2008, üçüncü bölüm). Maaşlıların, her zaman müdürlere, patronlar ve iş sahiplerine yakın olması beklenirken ücretli işçiler yabancılaşmıştır; disipline, tahakküm altına alınmaya, yaptırım ve birtakım teşviklere gereksinim duyulur.

Sınıfla karşılaştırıldığı zaman statünün bir kişinin mesleğiyle ilişkilendirildiği görülür. Yüksek statülü meslekler, profesyonel gruplara, işletmeye ve idareye yakın olanlardır (Goldthorpe, 2009). Ancak burada bir sorun var. Bütün mesleklerde, farklı statüler barındıran birtakım bölünmeler ve hiyerarşiler söz konusudur.

Ücretli emek ya da maaşlı işçi veya mesleklere dair fikirler, prekarya söz konusu olduğunda un ufak olur. Prekarya bir yandan sınıf özellikleri sergiler. Maaşlıların aksine, prekarya içindeki insanların devlet ya da sermaye ile güven ilişkileri asgari düzeydedir. Proletaryanın sahip olduğu toplumsal sözleşme ilişkilerinin hiçbirine de sahip değildir zira proletarya söz konusu olduğunda emeğe verilen güvencelerin karşılığında itaat beklenirdi. Refah devletlerinin temelindeki yazılı olmayan sözleşme buydu. İtaatin karşılığında herhangi bir güven ya da güvenlik bulamayan prekarya, sınıfsal açıdan kendine has bir yere sahiptir. Statü açısından da kendine özgü bir yeri vardır zira yüksek statülü profesyonel yahut orta-statüde zanaat mesleklerine tam olarak denk düşmez. Bu anlamda prekarya ‘parçalı statü’ye sahiptir ve görüleceği gibi ‘toplumsal gelir’ yapısı eskiye dayalı sınıf ya da meslek kavramlarıyla kolay kolay örtüşmez.

Japonya, prekaryayı anlamaya çalışanların karşılaştığı sorunların görülebildiği bir örnektir. Gelir eşitsizliği görece düşüktür ki bu da onu iyi bir ülke yapar (Wilkinson ve Pickett, 2009).

Ancak eşitsizlik, statüler arası hiyerarşi açısından daha derindedir ve ekonomik açıdan yaşadığı zorluklar gelir eşitsizliğine dair geleneksel ölçütlere göre hafife alınan prekaryanın genişlemesi, söz konusu eşitsizlikleri daha da derinleştirir. Japon toplumundaki yüksek statülü pozisyonların, sosyo-ekonomik açıdan güvenlik sağlayan birtakım getirileri vardır ki bunlar, sadece parasal gelirlerle ölçülemeyecek kadar önemlidir (Kerbo, 2003: 509-12). Prekarya bütün bu getirilerden yoksundur ve işte bu yüzden gelir eşitsizliği prekarya söz konusu olduğunda çok ciddi bir şekilde hafife alınmaktadır.

Prekarya terimi ilk defa 1980’li yıllarda Fransız sosyologlar tarafından geçici ve mevsimlik işçileri tanımlamak için kullanıldı. Geçici olarak çalışmak prekaryanın temel bir unsuru olmakla beraber kavram, bu kitapta farklı şekilde ele alınacaktır. Yalnız, geçici istihdam kontratlarının bir işte geçici olarak çalışmakla aynı şey olmadığını hatırlamamız gerekiyor.

Bazıları prekaryaya, aynı işte çakılı kalmış eski işçi sınıfı normlarını reddeden romantik bir özgür ruh ya da beyaz yakalı ‘maaşlılar’daki burjuva materyalizmini simgeleyen olumlu bir imge atfetmeye çabalıyor. Bu özgür ruhlu meydan okuma ve normlara uymama meselesinin unutulmaması gerekiyor zira prekaryada bu özellikler mevcut. Kontrol altına alınmış emeğin dikte ettiklerine karşı girişilen gençlere özgü ya da öyle olmayan mücadelelerde yeni bir şey yok. Yeni olan şey, güvencesiz emek ve çalışma tarzının, istikrarlı çalışma rejimlerine alışkın ‘eski zamanların insanları’ tarafından benimsenmesi. Bunlara daha sonra tekrar döneceğiz.

Popüler kullanıma geçtiğinden beri prekarya teriminin anlamında değişiklikler oldu. İtalya’da precarito terimi, insanların geçici işlerde düşük gelirle çalışmasının da ötesinde bir hayat tarzı olarak güvencesiz bir varoluş anlamında kullanılıyor (Grimm ve Ronneberger, 2007). Almanya’da sadece geçici işçiler değil, herhangi bir toplumsal entegrasyon umudu bulunmayan işsizler de bu kavramın kapsamına girmekte. Bu, Marksist lümpen proletarya fikrine yakın bir kavram olsa da kitapta kastedilen anlam bu değil.

Japonya’da prekarya terimi bir zaman ‘çalışan yoksullar’ ile eşanlamlı olarak kullanıldı. Ancak Japonya 1 Mayıs’ı ve daha iyi iş ve yaşam koşulları için mücadele eden genç eylemcilerin içinde olduğu ‘genç-güvencesiz işçi sendikası’ (1) diye nitelendirilebilecek örgütlerle ilişkilendirildikten sonra kendine özgü bir terim olarak evrildi (Ueno, 2007; Obinger, 2009). Japonya’da ‘freeter’ olarak bilinen, ‘free’ ile Almanca ‘Arbeiter’, yani işçi sözcüklerinin bir araya gelmesiyle oluşan ve geçici işlerde çalışmaya zorlanan bir grup genç işçi ortaya çıktı.

Her ne kadar aralarında ilişki olsa da prekaryayı ‘çalışan yoksullar’ ya da güvencesiz istihdamla eş tutmak doğru değil. Güvencesizlik aynı zamanda güven üzerine kurulu bir iş kimliğinin olmaması anlamına geliyor. Hâlbuki düşük ücretli bazı işlerde çalışan işçiler kendilerine bir kariyer yapıyor olabilirler. Bazıları, prekaryayı emek süreci üzerinde kontrol olmamasıyla açıkladı. İşin burası biraz karışık zira insanların çalışma ve emeğin üzerinde kontrolünün olduğu bazı yönleri -vasıfların geliştirilmesi ve kullanımı, çalışmak için gerekli zaman, emek yoğunluğu, ekipman, hammadde- vardır. Buna bir de işçiyi kontrol eden müdür ya da ustabaşı dışında emeğin farklı türlerde de kontrol edilme biçimleri olduğunu ekleyelim.

Prekarya grubuna dâhil insanların emekleri ve çalışmaları üzerinde hiç kontrol sahibi olmadığını söylemek, tanım açısından sınırlayıcı olur. Zira emek sürecinde harcanan güç, işbirliği, vasıfların kullanılması, sabotaj eylemlerinin kapsamı, işyerindeki ufak tefek şeylerin araklanması ve çalışma esnasında gereksiz şeylerle zaman harcanması konusunda her zaman ikircikli bir durum ve güce dair üstü kapalı bir pazarlık vardır. Tabii emeğin kontrolüne dair unsurlara da bakılması, prekaryanın içinde bulunduğu halin değerlendirilmesi açısından uygundur.

Bir o kadar ilginç olan şey de ‘statü uyumsuzluğu’ olarak adlandırılabilecek durum. Göreli olarak ileri derecede eğitim görmüş ancak kazandıkları becerilerine uygun gelir ve statü için çalışmak zorunda kalan kişilerin, statü konusunda sıkıntı yaşaması muhtemeldir. Böylesi bir hissiyat Japonya’daki genç prekaryada mevcut (Kosugi, 2008).

Bizim bu kitaptaki amaçlarımız açısından bakıldığında prekarya, sosyal demokratlar, işçi partileri ve sendikaların, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ‘sanayi vatandaşlığı’ gündemi çerçevesinde işçi sınıfı ya da sanayi proletaryası için izlediği siyasetin kapsamına giren emeğe dair yedi tip güvenceden yoksun kişileri kapsıyor.

Sanayi vatandaşlığı kapsamında emeğe dair güvenceler

Emek piyasası güvenliği – Tam istihdama bağlı bir hükümetin simgelediği makro düzeyde yeterli gelir getirici fırsatlar.

İstihdam güvenliği – Keyfi işten çıkarmalara karşı koruma, işe alım ve işten çıkarmalar konusunda düzenlemeler, kurallara uymayan işverenlere karşı mali yaptırımlar.

İş güvenliği – İstihdamda belli bir mevki elde etme fırsatı ve becerisi, vasıfların giderek geçersizleşmesinin engellenmesi, statü ve gelir açısından yukarı hareketliliğin sağlanmasına yönelik fırsatlar.

Çalışma güvenliği – Güvenlik ve sağlıkta yapılan düzenlemeler, çalışma saatlerinin sınırlandırılması, kadınlar için gece işi ve düzensiz çalışma saatlerine yönelik düzenlemeler, iş kazalarına ya da iş nedeniyle ortaya çıkan hastalıklara karşı koruma ve iş kazalarından doğan maliyetlerin karşılanması gibi yöntemler.

Vasıfların yeniden üretiminin güvenliği – Çıraklık ve istihdam eğitimi gibi yöntemlerle vasıf kazanmaya ve işçinin sahip olduğu becerilerin kullanılabilmesine dönük fırsatlar.

Gelir güvenliği – Asgari ücret mekanizması, gelir sınıflandırılması, kapsamlı sosyal güvenlik, gelir eşitsizliğini azaltmak ve düşük gelirlilere destek olmak için ilerici bir vergi sistemi gibi yöntemlerle yeterli bir sabit gelirin sağlanması.

Temsil güvenliği – Bağımsız sendikalar ve grev hakkı gibi yöntemlerle emek piyasasında ortak bir ses yükseltebilmek.

Modern emeğin güvencesizliğine dair tartışmalarda daha çok istihdam güvencesizliğine, yani uzun dönemli sözleşme ve işsizliğe karşı korumaların yokluğuna dikkat edilir. Bu her ne kadar anlaşılabilir bir şey olsa da iş güvencesizliği de prekaryanın önemli bileşenlerinden birisidir.

İstihdam güvenliği ve iş güvenliği arasındaki fark çok önemlidir. Bir örnekle açıklayalım. 2008-2010 yıllan arasında Fransa Telekom’un 30 çalışanı intihar etti ve bunun ardından şirkete dışarıdan bir patron atandı. 66.000 çalışanın üçte ikisinin uzun süreli kadrosu vardı ve bu anlamda istihdam güvenceleri garanti altına alınmıştı. Ancak yönetim, çalışanlarını ‘Tayin Zamanı’ adlı bir politikayla birkaç yılda bir büro ve meslek değiştirmeye zorlayarak sistematik bir şekilde iş güvensizliğinin kucağına itmişti. Dolayısıyla intiharların temelinde iş güvensizliğinden doğan stresin yattığı tespit edildi. Yani, iş güvensizliğinin önemi büyüktü.

Üstelik iş güvenliği meselesi, kamu hizmetinde de önemli. Çalışanlar, imzaladığı sözleşmelerle başka birçok kişinin kıskandığı istihdam güvencesine kavuşuyor. Ancak bu sözleşmelerle, çalışanlar müdürleri istediği zaman ve yine onların istediği pozisyonlara atanmayı da kabul ediyorlar. Sıkı bir ‘insan kaynaklan yönetimi’ ve işlevsel esnekliğin hüküm sürdüğü bir dünyada meslekler ve pozisyonlar arası bu geçişlerin kişiler açısından zorlayıcı olması muhtemel.

Prekaryanın bir başka özelliği de gelirlerin güvence altında olmaması ve gelir yapısının bütün diğer gruplardan farklılık göstermesidir. Bunu, ‘toplumsal gelir’ kavramını kullanarak ortaya koymak mümkün. İnsanlar, her yerde elde ettikleri gelirle yaşarlar. Bu para üzerinden de olabilir, kendilerinin ya da ailelerinin ürettiğine bağlı olarak ayni gelirler üzerinden de. ‘Toplumsal gelir’, ihtiyaç olması halinde insanların ne kadar beklenti içine girebileceğiyle ölçülebilir. Bazılarının geçimi her ne kadar tek bir gelire dayansa da birçok toplumdaki pek çok kişi birkaç gelir kaynağına sahiptir.

Toplumsal gelirin nasıl oluştuğuna altı kalemde bakılabilir. Bunlardan ilki, kişi tüketsin takas etsin ya da satsın, birebir kendi ürettiklerimizdir. Bahçede ya da bir bahçe kadar olamayacak kadar küçük, ev halkının geçimine yardım edecek büyüklükteki alanlarda yetiştirilen gıda, kıyafet veya hizmetler bu gruba girebilir. İkinci kalem ise verilen emek karşılığında elde edilen ücret geliridir. Üçüncü grupta enformel yollardan aile ya da yereldeki yakınlar aracılığıyla gelen karşılıklı destekler vardır. Dördüncü gruba bakarsak, çok sayıda çalışana, çalıştıkları şirket ya da kurum tarafından sağlanan birtakım hak ve yardımları görürüz. Beşinci grupta devletin sağladığı hak ve yardımlar vardır: Sosyal sigorta yardımları, sosyal yardım, keyfi transferler, doğrudan ödenen ya da işverenler aracılığıyla ödenen sübvansiyonlar ve sübvanse edilen sosyal hizmetler. Son olarak da tasarruf ve yatırımlardan elde edilen özel gelirler.

Bütün bu kalemler az ya da çok güvenli veya güvence altına alınmış biçimlere ayrılabilir ki bunlar da söz konusu kalemlerin tam değerini belirler. Örneğin, ücretler sabit de olabilir daha değişken ya da esnek biçimlere ya da uzun dönemli sözleşme temeline de dayanabilir. Eğer birisinin gelecek yıl her ay aynı geliri elde etmesi gibi bir durum varsa, bu ay elde edilecek olan gelir, havanın kaprislerine ya da işverenin henüz belirli olmayan üretim takvimine bağlı olan aynı miktardaki ücretten daha fazladır. Devletten gelen haklar da evrensel ‘vatandaşlık’ hakları şeklinde alt gruplara ayrılabilir ki bunlardan birisi geçmişte yapılan katkılara dayanan ve ilkesel olarak garanti altına alınan haklardır. Bir diğer alt grup da önceden kestirilemeyen koşullara bağlı olarak mevcut olamayabilecek daha keyfi transferlerdir. Şirkete bağlı haklar, bir firmadaki kişinin statü ve önceden yapılan hizmetlere bağlı olarak ya da keyfi olarak aldığı unsurlar şeklinde bölünebilir. Aynı şey ihtiyaç duyulan zamanlarda, aile ve akrabalık temelli talepler ya da yakın çevre üzerinden dile getirilen talepler için de geçerlidir.

Prekaryayı tanımlayan kendine özgü toplumsal gelir yapısı, belirli bir anda elde edilen parasal gelirin ötesinde bir kırılganlığa sahiptir. Örneğin, gelişmekte olan bir ülkenin ekonomisinin hızlı bir şekilde ticarileştiği zaman çoğu prekaryaya dâhil olan yeni gruplar, yakın çevrelerinden gördükleri birtakım yardımları almadıkları gibi devlet ya da şirket yardımı da elde edemediklerini görürler. Prekarya, geleneksel biçimde birtakım desteklerini kaybetmemiş olan düşük gelirliler ve benzer miktarda parasal gelire sahip maaşlılardan daha kırılgan bir konuma sahiptir zira söz konusu maaşlılar birtakım devlet ve şirket yardımı almaktadır. Prekaryanın ayırt edici bir özelliği de herhangi bir zamanda elde ettiği ücret ya da gelirin düzeyi değil, ihtiyaç olduğu zamanlarda yakın çevreden destek görememesi, garanti altına alınmış şirket ya da devlet yardımı ve kazançları destekleyecek özel birikimlerinin olmamasıdır. Bunların etkisine İkinci Bölüm’de bakacağız.

Emeğin güvencesizliği ve güvencesiz toplumsal gelir dışında prekarya mensuplarında iş temelli kimlik de bulunmaz. İstihdam edildikleri dönemlerde, bir geleceği olmayan ve toplumsal hafızadan yoksun işlerde çalışırlar. İstikrarlı birtakım pratikler içerisine kök salmış mesleki bir cemaate ait olma, etik kurallara ve davranış normlarına sahip olma, mütekabiliyet ve dayanışma gibi duygulara sahip değildir prekarya.

Prekarya, kendisini dayanışma üzerine kurulu bir emek camiasının parçası olarak görmez. Bu da yapmak zorunda kaldıkları her neyse orada yabancılaşma ve bir araçsallığa neden olur. Güvencesizliğin neden olduğu eylem ve tavırlar, fırsatçılığa meyleder. Prekaryanın eylemleri üzerinde, bugün söylediklerinin, yaptıklarının ya da hissettiklerinin uzun dönemli ilişkileri üzerinde güçlü ya da bağlayıcı bir etki yaratacak ‘geleceğin gölgesi’ bulunmaz. Prekarya geleceğin gölgesi olmadığını bilir çünkü yaptıkları şeyin geleceği yoktur. Yarın yaptıkları şeyin demode olması sürpriz değildir; eğer bir başka iş ya da faaliyet alanında canlanma olursa mevcut işten ayrılmak da kötü olmayabilir.

Her ne kadar bazı mensupları birtakım mesleki yeterliliklere ya da havalı unvanlara sahip olsa da prekaryanın mesleki kimliği yoktur. Bazılarına göre, mesleki kimliği tanımlayacak birtakım ahlaki ya da davranışsal yükümlülükler gösterme zorunluluğu olmamasının özgürleştirici bir yanı vardır. ‘Kentli göçebe’ ve onunla ilgili ‘kısmi vatandaş’ (2) imgesini -yani tam vatandaş olmayan kişi imgesini- daha sonra gündeme alacağız. Bazıları göçebe olmayı yerleşikliğe tercih ettiği için prekarya içindeki herkesin mağdur olarak değerlendirilmemesi gerekir. Ne var ki, gözle görülür bir kaçış olanağı olmaması, onları güvencesiz ortamlarında rahatsız konuma düşürür.


Notlar

1- Metinde ‘Freeter union’ diye geçen bu sendikalar, Japonya’da ‘freeter’ denilen ve güvencesiz işlerde geçici olarak çalışan, genelde gençlerden oluşan işgücünün hakları için mücadele eden örgütleri anlatıyor – ç.n.

2- Metinde geçen sözcük denizen – ç.n.


Guy Standing, Prekarya & Yeni Tehlikeli Sınıf, Çeviren: Ergin Bulut, İletişim Yay., İstanbul – 2014.