
Geçenlerde bir arkadaşım, örnek vererek, yaşlıların kafelerde istenmediğini anlattı. Verdiği örnekteki istenmeyen kişilerin de, yine kendi arkadaşlarının işlettiği bir kafede bu olayı yaşadığından bahsetti. Haliyle yaşlı arkadaşlarını istemeyen kafenin sahibi gerekçe olarak yaşlılığı göstermiyor. Ama bu gerekçenin üzerini başka nedenlerle örterek, olmasını istediği sonuca ulaşıyor.
Bu olayları konuştuktan sonra, yıllar önce sahneye koyduğum bir oyun aklıma geldi. 1988 Yılında Hadi Çaman – Yeditepe Oyuncuları’ndan konuk yönetmen olarak bir teklif almıştım. Sahneye koymam istenen oyun, Aldo Nicolai’nin bir oyunuydu. Daha önce ülkemizde “Eski Toprak” adıyla sahnelenmişti. Biz de “Gel Kaçalım” adıyla sahneye taşıdık.
Oyun bir parkta dost olan 3 ihtiyarın hikayesini anlatıyordu. Her gün parkta buluşup, birbirilerine toplum ve hatta kendi aileleri tarafından bile nasıl dışlandıklarını anlatarak, ortak acılarını paylaşıyorlar. Kendi çocuklarının evlerinde bir sığıntı gibi yaşamak zorunda kalmalarından tutun da, buzdolabının kapağını bile hangi korkularla açmak zorunda kaldıklarından bahsediyorlar.
Ben de bu oyunu sahneye koyma sürecine girdiğimde 20’li yaşlardaydım. Provalar başlamadan önce bir dönem Kadıköy’ün parklarına giderek yaşlı insanlara yakın oturarak onları izledim. Yaşlıların yaşadıkları trajediyi gözlemleme çabası içindeyken farklı şeyler de keşfetmeye başladım. Çünkü insan toplumsal bir varlık olarak ne kadar paylaşımcı, özverili bir varlık olsa da, bir yandan da doğal olarak “bencillik” de taşıyordu. Bütün bu olguları yoğurabileceğim bir yorum yapmam gerektiğine inanıyordum. O nedenle oyunun finalinde göstermeci bir sahne tasarladım.
Oyun karamsarlık taşıyan bir tabloda başlayarak bu ihtiyarların yaşadıkları dışlanmanın, onları nasıl marjinalleştirdiğini ortaya serdiği için büyük bir parkta, sokak lambasının altına konmuş bir bankta geçmeliydi. Ama marjinalleşmeye itilen bu ihtiyarların bir kısır döngüye hapsedilmeye mahkum edilmeleri de gösterilmeliydi. Benim için bu sahnede ışıkla yapılması gereken bir şey olarak belirdi. Işıktan yuvarlak bir sınır çizdim onlara. Bu onlar için genele dahil olamayacakları bir dışlanmanın ifadesiydi.
İhtiyarlar her gün bu sınırlandırılmış kısır döngüye dönüşmüş dairenin içinde buluşup, birbirilerine, kendilerine acı veren trajedilerini anlatıyorlardı. Sorunu çözme iradesinden daha çok, sorunu bir bebek gibi kucaklarında büyütüyorlardı. Onlar artık dünyaya küsmüşlerdi ve bu küslüklerini büyük bir titizlikle geliştirip, işliyorlardı. Kısır döngüye itenler kadar, kısır döngüsünü bir mücevher gibi saklayıp, değerinin her gün daha fazla artacağına inanıyorlardı adeta.
Ne kadar itildikleri kısır döngülerine bir değer biçmiş olsalar da, bundan kurtulma fikri de vardı tabii. Çözüm olarak eşyalarını toplayıp kaçma düşünü kurmaya başladıkları andan itibaren de, ikinci çocuklarını kucaklarında bulmuş oldular. Her doğan çocuğun cazibesi, daha önce büyüttükleri çocuğun değerini ister istemez aşağıya düşürür. Artık karamsarlığın yerini bir coşku alır. Elele verip, bir sığıntı gibi yaşadıklarına inandıkları çocuklarının evinden kaçış planı yaparlar. Aralarında günü ve saati kararlaştırırlar.
O gün geldiğinde de buluşma yeri olan parka üç ihtiyardan bir tanesi korktuğu kaçış planından dolayı gelmez. Diğer iki ihtiyar gelir ve o kadar heyecanlıdır ki, kalbi bu heyecana dayanamaz, oracıkta kalp krizinden ölür. Bir ihtiyar kalır. Şaşkınlık, korku içindedir. Kısır döngüden kaçış planının suya düşmesinden dolayı ve arkadaşının vefat etmesinden dolayı çok üzgündür. Ama o anda farklı bir duyguyu da içinde taşımaktadır. O da “ama ben hala daha yaşıyorum” duygusu.
Kısır döngü olarak ve bir marj olarak ışıkla çizdiğim dairenin içinde yerde yatan ihtiyarın başına çökmüş diğer ihtiyarın yavaş yavaş ayağa kalktığını, dairenin etrafında bir akbaba gibi dönmeye başladığını görürüz. Akbabaların diğer canlıların ölümlerinden beslenerek yaşamlarını sürdürmelerine tam anlamıyla benzemese de, ölen arkadaşının başında “ama ben hala daha yaşıyorum” sevincinin, üzüntüsüyle birbiri içine geçen karmaşık duyguları ifade etmesi açısından önemliydi. Bunu göstermek gerekliliği, bana akbaba imgesini bir yabancılaştırma efekti olarak kullanma fikrini vermişti.
Ben oyunu sahneye koyduğumda, tiyatronun oyun için çıkardığı broşüre bir yazı istediler. Ben de alttaki yazıyı kaleme almıştım o zaman….
Akbabaların Düş Gördüğü Yer
Uzaklarda, kendi yıkıntıları arasında gezinirken düşüncenin, birbirine dolaştırmadan yalnızlığı, yılların ak saçlarında uyandırmadan korkuyu, bebeklerin ciyak ciyak sesleri arasında bir dehlizden geçerek, ışıktan bir yuvarlak çizelim. Başı, sonu, ortası olmayan, milyonların sığabileceği ufacık bir yuvarlak. İğne deliğinde kaybolacak kadar bir düşün peşinde koşan, ihtiyar ve buruşuk müdavimlerin olsun bu yuvarlak. Yalnızlığın kol gezdiği karanlığın üstündeki bu lekede, sınırsız bir avunmayla belleğin küllerini eşeleyebileceğimiz kadar sonsuz olsun.
Bakın, sonbaharın ölü yaprakları arasında müdavimlerimiz yerlerini aldılar. Yakınlarımız ve toplumumuz tarafından, yaşlılığın bulaşıcı olabileceğini düşünerek, kendilerine terkedilen yalnızlığın müdavimleri onlar. Sessizlik kuşanmış bir halde bekleyen ölü namzetleri. Kaçabilecekleri en uzak yerde sevgi arayışındadırlar. Bu huzmeden yalnızlığın ayak izlerini takip edelim… Bulacağımız huzur evi değil, evlerin huzursuzluğudur. Her gün verilebilen bir ceza bu. Her gün yaşanan sonun başlangıcıyken, terkedilen başlangıcın sonudur onlar.
Bizim üç yaşlı müdavim, milyonların sığabileceği bu üç beden, her gün parkın bir köşesinde yalnızlıklarını paylaşırlar. O ışıktan yuvarlağın içinde, düşün kurabileceği bir dostluktur bu. Ya da dostluğun kurabileceği bir düş. Belki de “GEL KAÇALIM” diyebilecek kadar yeni eller, yeni ayaklar getirir bu düş. Güneşe meydan okuyabilecek kadar soluk getirir. Gelin yüreğimize kaçalım. Paylaşalım bu yalnızlığı. Gözün görebileceği bir duyarlılık paylaşalım. Ve bütün gücümüzle çullanalım ölümün üstüne. Geriye kalanlara ise “Ama ben yaşıyorum” demek düşsün. Evet, sen yaşıyorsun.
Nedir bu ruhumun üstünde dönüp duran? Ama ben ölüyüm. Ve bu leşlerin üstünde dünya dönmeye devam eder. Akbabaların sıkışıp kaldığı, dönüp durduğu o ışıktan yuvarlakta bu bir düştü. Ve yenik düştü…


