İngiliz Savaş Kabinesi, 13 Ağustos 1918 tarihli toplantısında, Amiral Slade’in raporunu görüştü. Söz konusu toplantıda, Dışişleri Bakanı Balfour, Mezopotamya’nın kuzey bölgelerini ele geçirmenin bir mecburiyet olduğunu; birliklerinin Küçük Zap Suyu’na kadar ilerlemesini; su kaynakları ile petrol yataklarını denetim altına almanın böyle bir harekâtla mümkün olduğunu savundu. Başbakan Lloyd George ise, “savaş sona ermeden Musul’a ulaşılmasını” istediğini bildirdi. 1 Ekim 1918’de toplanan Savaş Kabinesi ise, Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılacak “barış” koşullarını görüştü. Ayrıca bu toplantıda, Mezopotamya cephesinde, İngiliz birliklerinin Musul’dan ve Gayyara Kuyuları’ndan hayli uzak oldukları tespit edilerek, yeni bir harekât plânı kabul edildi.
Bu plâna göre; Fransa’nın, Osmanlı İmparatorluğu’ndan elde edilecek ganimete ilişkin taleplerini kontrol altına almak ve tek başına bir askerî harekâta girişmesini önlemek amacı doğrultusunda, Doğu Akdeniz’de bulunan İngiliz filosu takviye edilecektir. Ayrıca, Mezopotamya’da bulunan İngiliz birliklerinin komutanı General Marshall’a, “petrol yataklarının bulunduğu alanlardan olabildiğince geniş bir bölgeyi işgal etmesi” talimatı verilecektir. General Marshall, daha bu talimat kendisine ulaşmadan, 2 Ekim 1918’de Savaş Bakanlığı’na şu önerilerde bulunuyordu: “Bulgaristan’ın çökmesi ve Filistin’deki yenilgi Osmanlıları son derece güç duruma düşürmüştür. Bu durumda, bu devletin kısa sürede ateşkes istemesi söz konusu olabilir.
İçinde bulunulan koşullar altında, Dicle Nehri boyunca alabildiğince ilerlemek doğru bir strateji olacaktır. Böyle bir ileri harekât, yalnızca politik nedenlerle değil, aynı zamanda petrol içeren bölgelerin olası en geniş şekilde işgal edilebilmesi bakımından da gereklidir.” (1) Bu arada, General Marshall, 17 Ekim 1918 tarihinde, Musul’a doğru yoğun bir saldırıya girişti. Fakat bu harekât sonuçlanmadan, 30 Ekim 1918’de, Mondros Limanı’nda silah bırakışması imzalandı. Bu belge imzalandığı sırada İngiliz kuvvetleri Musul’a 60 km. yaklaşmışlardı ve ilerlemeye devam ediyorlardı. 25 Ekim’de Haleb, İngilizlerin eline geçti. Osmanlı Ordu Komutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa, 25/26 Ekim gecesi Kerkük’ün boşaltılmasını emretti. Bu arada, 14 Ekim 1918’de Sadrazam ve Başkumandan Vekili görevlerine atanan Müşir Ahmed İzzet Paşa’ya gönderdiği telgrafta Ali İhsan Paşa, “Musul şehrini elde tutacak şekilde oyalayıcı bir çekilme savunması” yapacağını bildirdi. (2)
Silah bırakışma hükümlerine aykırı olmasına rağmen, General Marshall, 1 Kasım’da birliklerine Musul’u işgal etmeleri emrini verdi. Emri alan Süvari Tümeni Komutanı General Cassel, Osmanlı Ordu Komutanı’na verdiği ültimatom ile Musul’u aynı gün öğleden sonra, yani 2 Kasım tarihinde işgal edeceğini bildirdi. Bunun üzerine Ali İhsan Paşa, durumu derhal telgrafla İstanbul’a iletti. Sadrazam, mütareke belgesinde, Musul’un boşaltılması ve İtilaf kuvvetlerine teslimini öngören bir düzenlemenin olmadığını, ancak düşman isteklerinde ısrarlı olur ve saldırırsa “karşılık vermeden” çekilme talimatını verdi. (3)
Ali İhsan Paşa’nın tüm direnişine rağmen, İstanbul Hükümeti’nin teslimiyetçi tutumu sonucunda, 9 Kasım 1918’de Osmanlı birlikleri, Nusaybin’e doğru çekilmeye başladı. General Marshall, Musul’u aldı; ancak Süleymaniye sancağını ele geçiremedi. İngiltere, sancakta, Lozan görüşmeleri öncesine kadar denetim kuramadı. Ama bu bölgede, güçlü bir ajan şebekesi ve gizli cemiyetler oluşturdu. Nitekim, Binbaşı E. W. Noel, özel görevle bölgeye atandı. İngiltere, petrolün vazgeçilemez stratejik hammadde niteliğinden dolayı, 1918 yılında bir “Petrol Politikası Tespit Komitesi” kurdu. Söz konusu “komite”, Royal Dutch-Shell grubunda İngiliz sermayesinin hakimiyetini sağlayacak görüşmeleri, 1919 yılı başlarında neticelendirdi. 8 Mayıs 1919 günü uzlaşılan metin, Savaş Kabinesi’ne sunuldu. İngiliz Hükümeti, Royal Dutch-Shell’in de Mezopotamya petrollerinin işletilmesine katılmasını kararlaştırdı. Ancak buna karşılık, Royal Dutch-Shell’in yönetim kurulunun dörtte üçü İngiliz yurttaşlarından oluşacaktı. Bu anlaşma ile dünya ölçeğinde örgütlü dev bir petrol tekeli İngiltere’nin kontrolüne girerken, Royal Dutch-Shell de, Türk Petrol Şirketi’ndeki konumunu sağlamlaştırmayı ve Mezopotamya petrollerinden yararlanmayı güvence altına alıyordu.
İngiltere, savaştan önce aşama aşama geliştirdiği hedeflere Osmanlı İmparatorluğu’nun silah bırakması ile ulaşıyordu. Bu çerçevede, Basra Körfezi İngiltere’nin denetimine girerken, tüm Mezopotamya petrol kaynaklarının fiilî hakimi yine İngiliz İmparatorluğu oluyordu. Ayrıca, dünyanın en büyük petrol tekellerinden Royal Dutch-Shell de, İngiliz sermayesinin hakimiyetine giriyordu. Bu arada 1918 Aralık ayında, İngiliz Hükümeti, Deutsche Bank’ın Türk Petrol Şirketindeki % 25’lik hissesine “düşman mal varlığı” olduğu gerekçesiyle el koydu. 1918 Aralık ayında, Fransa Başbakanı Clemencau geldi. Clemencau, İngiliz tarafına, Fransa’nın isteklerinde ne gibi değişiklikler önerdiklerini sordu. Lloyd George, bu soruya, Musul ve Filistin’i talep ettiklerini açıklayarak cevap verdi. Avrupa’da, Almanya karşısında İngiltere’nin desteğine ihtiyaç duyan Fransa, Ortadoğu’da taviz vermeye hazırdı. Lloyd George-Clemencau görüşmelerine müteakip, 17 Aralık 1918’de iki ülke heyetleri arasında resmî müzakereler başladı. İngiliz heyetine, 1913 yılında Amiral Slade’in İran ve Basra Körfezi incelemeleri sırasında heyette bulunan Sir John Cadman başkanlık etti. İngiltere Petrol Dairesi Başkanı olan Cadman’ın yardımcısı ise Walter Long’dur. Fransız heyetinin başında ise Yakıt İşleri Genel Müdürü Senatör Henri Berenger bulunuyordu.
Başbakan Lloyd George’un özel görüşmelerinin içeriğini bilmeden Fransız heyeti ile masaya oturan İngiliz yetkililerinin önüne gelen Fransa tezleri şunlardı: İngiltere ve Fransa ortak bir petrol politikası oluşturmalıdır. Romanya, Mezopotamya, Kafkasya ve İran’da bulunan petrol alanlarında Fransa’ya pay verilmelidir. Türk Petrol Şirketi’ndeki Deutsche Bank hissesinin Fransız sermayedarlara devri sağlanmalıdır. İngiltere ile Fransa arasında, Mezopotamya petrolleri konusunda yapılan görüşmeler sonucunda, 8 Nisan 1919 tarihinde “Long-Berenger” adı ile petrol tarihine geçecek olan anlaşma, Paris’te imzalandı. “Mezopotamya’yla ilgili olarak, anlaşma, Büyük Britanya’nın Mezopotamya’yı bir manda olarak alması halinde, Turkish Petroleum Company’nin kazanmış olduğu hakları Mezopotamya hükümetinden almasını -Turkish Petroleum Company ya da yeni kurulacak bir şirket için- şart koşuyordu. Fransız Hükümeti, şirketin sermayesinde temsil haklarıyla birlikte bir pay sahibi olacaktı. Bu sermaye şöyle oluşacaktı: İngiliz topluluğu % 70, Fransız topluluğu % 20, yerli hükümet topluluğu % 10. Fransızlar, Mezopotamya ve İran’dan Doğu Akdeniz’deki bir limana ya da limanlara taşımak için iki ayrı boru hattının yapımını ellerindeki bütün araçlarla kolaylaştıracaklardır. Boru hatlarının Fransız mandası altındaki topraklardan geçmesi halinde ve “petrol taşınırken herhangi bir geçiş ücreti olmaksızın geçiş haklan için her türlü kolaylığı sağlayacaktır.” (4)
Bu anlaşma, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon tarafından onaylanmak üzere Fransa’nın, Londra Büyükelçisi Paul Cambon’a, 16 Mayıs 1919 tarihinde bir nota ile gönderilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük doğal kaynağı olan petrol, İngiltere ve Fransa arasında paylaşılır ve bu konuda resmî anlaşma yapılırken, Mustafa Kemal Paşa Samsun’a hareket ediyor, Yunan ordusu da İzmir’e çıkıyordu.
Petro-politik dinamikler bağlamında biriken olgular, Osmanlı topraklarının işgali yanında, Anadolu hareketinin önünü açacak olan emperyalistler arası çelişkileri de keskinleştiriyordu. Musul’u, Fransa’ya vaat eden Sykes-Picot Anlaşması için, 9 Aralık 1918’de İngiliz Genelkurmayı şu görüşü vurguluyordu: “Askerî açıdan, yabancı bir devletin Ortadoğu’daki durumumuzla ilgili iç hatlara yerleştirilmesini öngören 1916, Sykes-Picot Anlaşması’ndan daha zararlı bir şey olamaz.” (5)
Bu görüşe aynı zamanda, Dışişleri Bakanı Curzon da katılıyordu. Lord Curzon, Doğu Komitesi’nde şunları vurguluyordu: “Gelecekte en çok korkmamız gereken büyük devletin Fransa olacağından ciddi bir kuşku duymaktayım.”
Ortadoğu ve Osmanlı ganimetleri konusunda çelişkiler keskinleşirken, petro-politik tarihinin yetenekli ismi Winston Churchill’e, Lloyd George tarafından Savaş ve Havacılık Bakanlığı önerildi. 9 Ocak 1919’da yapılan teklifi Churchill, ertesi gün kabul etti. Lloyd George, Ortadoğu’da Osmanlı İmparatorluğunun yerine geçme plânları yapıyordu. (ABD’nin yeteneksiz Başkanı Bush, petrol şirketleri, silah tekelleri, finans kapital grupları desteğinde ve Avrasya’yı “satranç tahtası” olarak değerlendirecek kadar tarih duygusu, kültürel birikim ve ahlâktan yoksun imparatorluk havarisi Z. Brzezinski gibilerin teorileri ile 21. yüzyılda bu rolü oynama programını yürürlüğe koymuş görünüyor.) Lloyd George’a göre, İngiltere, Ortadoğu’da egemen olma hakkını elinde tutmalıydı. İki milyon beş yüz bin İngiliz askerinin gönderildiği bu bölgede, İngilizler ölü ve yaralı 250 bin kayıp verirken, Fransızların Gelibolu dışında verdikleri kayıp yoktu. Lloyd George, iddiasını, Osmanlı İmparatorluğu’nu işgal eden 1.084.000 İngiliz ve imparatorluk askerine dayandırdığını İngiltere, Fransa ile Mezopotamya petrolleri pazarlığını yürütürken, 1919 Ocak ayında Paris’te başlayan “Barış Konferansı”na başkanlık edecek olan Wilson’un petrole yönelik olası taleplerini kontrol etmek amacıyla ayrı bir plân hazırlamıştı. Bu plâna göre; İstanbul, Anadolu, Boğazlar ve Ermenistan’ı da içerecek tarzda Kafkasya, ABD’ye manda alanı olarak sunulacaktı. Böylece Ortadoğu’da ulaşılacak çözüme ABD de siyasî açıdan taraf olacak, İngiltere’nin yönlendirdiği koşullar çerçevesinde uygulamalara katılacaktı. İngiltere’nin, Osmanlı topraklarından kopardığı ve koparacağı alanların, olası bir Rus tehdidine karşı korunması açısından, ABD’nin manda bölgesinde oluşturacağı güvenlik mekanizması caydırıcı sayılıyordu. Savaştan önce, birçok ülkenin firmalarına açık bulunan Kafkasya petrollerini, ABD’ye bırakıyor görünümü altında, Mezopotamya petrollerinden bu ülkeyi uzak tutmak esastı.
Ancak, ABD de gelişmelere kayıtsız kalmadı ve Osmanlı topraklarındaki çıkarlarını güvenceye almak adına, Avrupa Donanması’nda görevli Amiral Bristol’ü 6 Ocak 1919 tarihinde İstanbul’a atadı. Amirale, “bölgedeki Amerikan çıkarlarını etkileyebilecek gelişmeleri yakından izleyerek, nerede ve ne zaman olursa olsun bu çıkarları gözetme ve kollama” talimatı verildi. Bristol, ABD Dışişleri Bakanlığı’nı, Türkiye üzerinde bütünüyle bir manda alma politikasına yönlendirmek doğrultusunda çalışmalara başladı. “Türk dostu” kabul edilen Amiral’in asıl amacı, İngiltere’nin Orta Doğu politikasına karşı ABD çıkarlarına dayalı bir denge oluşturmaktı. Bristol, bu konudaki görüşlerini şöyle vurguluyordu: “İngiltere, Mezopotamya petrolünü kendi tekeline almak, öteki devletleri bu bölgeden uzaklaştırmak için mümkün olan her tedbire başvurmaktadır. İngilizler, Rusların, ihtilâlden, Dünya Savaşı öncesine göre daha güçlü çıkacağına ve Ortadoğu’daki, İngiliz mevkileri için daha büyük bir tehdit teşkil edeceğine inanmaktadırlar. Bu nedenle, Kafkasya’da kendileri için dostluklar yaratma yolunda çok büyük çaba harcamaktadırlar. Amerika ile ilgili olarak izledikleri politikaya gelince, İngiltere, ABD’nin, Kafkasya ve Ermenistan üzerinde bir manda almasını cesaretlendirmektedir. Güttüğü amaç, Rusya’ya karşı, Türkiye yerine Amerika’nın bir tampon sağlamasıdır. Türkiye sorununun tek çözüm yolu, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamı üzerinde tek bir manda düzeninin kurulmasıdır.” (6)
Amiral’in tezine Mustafa Kemal de yakın durmaktadır. Olaylarla Türk Dış Politikası’nda yer alan bilgilere göre, “Amerika Birleşik Devletleri, Eylül 1919’da Anadolu’ya ve Kafkasya’ya General Harbord’un başkanlığında bir heyet göndermişti. Mustafa Kemal, 22 Eylül 1919’da General Harbord’a, Heyet-i Temsiliye Reisi olarak millî mücadelenin hedeflerini özetleyen bir memorandum vermiştir. Mustafa Kemal bu memorandumunda, General Harbord’a ‘tarafsız büyük bir devletin yardımını’ kabul edebileceğini ve amacının, ‘İmparatorluğunu tarafsız bir devletin, tercihen Amerika Birleşik Devletleri’nin mandası ile korumak’ olduğunu bildirmişti.” (7)
Mustafa Kemal’in ABD mandası ile ilgili görüşleri “taktik” gereği sayılmıştır. Ancak, dönemin aydınlarının önemli bir bölümü Amerikan mandasından yanadır ve bu durum basit bir kurtuluş reçetesi olmanın ötesinde anlamlar taşır. Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle; “Emperyalistlere karşı çıkmadan anti-emperyalist bir savaş” yürütülmektedir.
Batılılaşmaya sıkı sıkıya bağlı kadrolar açısından ABD mandası da, taktik bir uğrak olmaktan öte Batı medeniyeti ile uzlaşmanın akılcı yollarından başlıcasıydı. Söz konusu kadro, “Batı kültürü etkisiyle milliyetçilik ve burjuva toplumu” fikirlerini benimsemişlerdi. Ancak, Türkiye’deki modern eğitimin büyük bir kısmı, yabancı kültür propagandasına dayanıyor ve eğitim, çağdaş emperyalizm yöntemlerinin perde arkasından yürütülmesini sağlıyordu. XVIII. ve XIX. Yüzyıl’ın aydın ve liberal ideolojilerine doğru bu yüzeysel yöneliş, politik ekonomik çıkarlar gözeten emperyalist devletlerin etki alanlarındaki bağımsızlaşma hareketlerine karşı olmaları ile çelişkiye düşüyordu. Batı uygarlığını, Amerikan okulları, kitapları ve öğretmenleri aracılığıyla tanımış olan aydınların tutumunda, bu durum açık olarak görülür.
Bu grubun öncüsü, özellikle kadın haklarını savunan yazar Halide Edib Adıvar’dır. Amerikan mandasını benimsemiştir. Oysa Washington Hükümeti (özellikle Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurma çabalarıyla) Türkiye’nin parçalanmasına kendi çıkarları nedeniyle taraftardı. Halide Edib ise, o dönemde Amerikalılar’ın manda kuvveti olarak özel bir çıkar gözetmediklerini ve Türkiye’ye gerçek ekonomi ve düşünce bağımsızlığını getireceklerini ve yalnız Avrupalılara, Amerika’nın ne ölçüde iyi bir yönetici olduğunu göstermeyi amaç edindiklerini ileri sürüyordu.” (8)
Manda konusunda geniş bir mutabakat mevcuttur. İsmet İnönü ve Saffet Arıkan ve onlarla yakın işbirliği yapan Ahmed İzzet paşa, Sivas Kongresi’nde Amerikan mandasının kabulü için çaba göstermişlerdir. Bu amaçla Ahmed İzzet Paşa, bir tasarı hazırlamıştır. Tasarı, İsmet Paşa’nın “Yaşamak için tek uygun çare Amerikan mandasıdır” yolunda Kâzım Karabekir’e yazdığı bir mektupla birlikte, Saffet Arıkan tarafından Erzurum’a getirilir. Saffet Arıkan, “Amerikan mandasından başka çare bulunmadığını, İstanbul’da aklı başında bütün namuslu kişilerin bu fikirde olduklarını” söyler ve İzzet Paşa tasarısını Karabekir’e verir. Tasarıda, büyük malî sıkıntı belirtilerek, “Manda sözüyle anlatılan yardım ve denetim olmaksızın, devlet hayatının sağlanamayacağını her sağlam düşünce sahibinin kabul ettiği” ileri sürülür ve Sivas Kongresi’nin Amerikan mandasını istemesi önerilir. İsmet Paşa bu tasarının kabulü yolunda ısrarlı çaba gösterir.” (9)
Sivas Kongresi’nde, manda sorununu inceleyen King-Crane Komisyonu’nun iki başkanından biri olan Charles R. Crane’in özel temsilcisi Louis E. Brown da hazır bulundu. Sivas Kongresi’nde hazır bulunan “tek Hıristiyan” Amerikalı Mr. Brown’dur. Manda görüşmeleri sırasında, İstanbul’da bulunan II. Adam İsmet (İnönü), Amiral Bristol ile yakın ilişkileri olan Ahmed İzzet Paşa’nın siyasetini destekliyordu. Amiral Bristol un yönlendirdiği Ahmed İzzet Paşa, İsmet (İnönü) aracılığıyla Sivas Kongresi’nde, manda talebinin kabulü doğrultusunda faaliyet gösteriyordu. Amiral Bristol ise ısrarını şu gerekçelere dayandırıyordu: “Türkiye’de hizmet gördüğüm yıllar boyunca, ihtiyar Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan bütün ırklar ve milletler üzerindeki eski Türk yönetiminin kaldırılması gereğini daima büyük güç ve şiddetle savundum. Türkler, hem kendilerini, hem de başkalarını yönetmede yeteneksizdirler. Türk yönetiminin herhangi bir yerde kurulması bir cinayet olacaktır. ABD böyle bir eyleme katılırsa, aynı işe karışan devletler kadar cinayete ortak olacaktır.” (10)
Amiral Bristol tanınmış bir Türk dostudur! 1927 yılına kadar Türkiye’de kalmış, daha sonra, Türk-Amerikan dostluk derneklerinin başkanlığını yapmıştır. Sivas Kongresi manda talebi ile sona erdi. Amiral Bristol, 12 Eylül 1919’da Washington’a şu telgrafı çekiyordu: “Sivas Kongresi oy birliği ile Amerikan mandası istedi; fakat müttefikler, Kongre’nin hiç bir manda istemediği, Amerika’dan herhangi bir teşvik görmediği ve manda isteğinde bulunursa ABD’nin bunu kabul edeceği yolunda bir garanti elde edemediği için Erzurum kararlarını benimsediği söylentisini yayıyorlar. Eğer Amerika, Türkiye mandasını kabul edeceğini belirtirse, Sivas Kongresi, Türkiye’nin bir yardım olmaksızın tek başına ilerleme gücünde bulunmadığını ve Kongre’nin yardım için Amerika’ya başvurduğunu bir bildiriyle bütün ülkeye ilan edecekti.” (11)
ABD’nin manda konusundaki ilk çalışmaları “King-Crane Komisyonu”nun kurulmasıyla başladı. Başkan Wilson tarafından, Oberlin Koleji Rektörü Henry C. King ile özel sektörde çalışan Charles Crane’in yönetimlerinde kurulan komisyon, Türkiye’ye gönderildi. “The American Section of The International Commission on Mandates Turkey” (Türkiye Mandaları Komisyonu Amerika Şubesi) resmî adını taşıyan heyet, 1919 yılı Temmuz ve Ağustos aylarında, Suriye ve Filistin’de incelemelerde bulunmak amacıyla, 3 Haziran’da İstanbul’a geldi. “King-Crane Komisyonu’nun İstanbul’a gelişinden önce, 1 Haziran’da İsmet Paşa, Kâzım Karabekir’e yazdığı mektubunda, Karabekir’i heyetin gelişinden haberdar etmekte ve İstanbul’daki durumu anlatmaktaydı. İsmet Paşa, heyetin manda konusunda kamuoyu yoklaması yapacağını, İstanbul’da da tartışmaların İngiliz mi yoksa Amerikan mandası mı olunmalı konusunda sürdüğünü anlatmaktadır. Kendi çevresindekilerin Amerikan mandasını, parçalanmamış bir Türkiye sağlayacağı kanısıyla yeğlediğini, bu meyanda Alemdar ve Türkçe İstanbul gazetelerinin İngiliz; hükümetin de İngiliz-Fransız karışımı bir manda yanlısı olduğunu yazmaktaydı.” (12)
Amerikan mandası taraftarları ile İngiliz yanlıları iki gruba bölünmüştü. Bu arada “İngiliz Muhibleri Cemiyeti”, General Harbord heyetinin Türkiye’ye gelişinin ertesi günü yayınladığı bildiride, “İngiliz Muhibleri Cemiyeti manda istemiyor” açıklamasını yapıyordu. Kendilerinin “İngiliz sever” oldukları, ancak, “değil İngiliz”, “istiklâle dokunacak en ufak bir müdahaleye taraftar” olmayacaklarını vurguluyorlardı. (13) Ancak aynı bildiride, İngilizlerin “kavm-i necîb” olduğu, ülkenin bütünlüğünün “İngiliz muaveneti” ile yürüyebileceği ileri sürülüyordu. Sivas Kongresi’nde, ABD’ye müracaat için oybirliği ile alınan karar, mandacılığın reddi olarak gösterilmiş ve resmî tarih kayıtlarına bu biçimde geçirilmiştir. Aslında, tarafsız bir ülkeden “yardım” istendiği, mandanın söz konusu olmadığı açıklanmıştır. Emperyalizmlerden emperyalizm beğenme prensibinin, antiemperyalist tavırlar ve tam bağımsızlık anlayışıyla ilgisi bulunmadığı açıktır. Fakat, dönemin kadrolarının yetiştiği koşullar, Batıcı, pozitivist anlayış temelinde, emperyalizmin yarı-sömürge bir ülkeye dayattığı tüm kültürel, ideolojik birikimi içerir. Bu birikim, “emperyalistlere karşı çıkmadan antiemperyalist bir savaşı” yürütmeyi mümkün kılmıştır!
9.9.1919 tarihinde, “Birleşik Amerika Devletleri, Âyân Meclisi Reisliği’ne” gönderilen telgrafın altında, “Sivas Millî Kongresi adına Reis Mustafa Kemal, İkinci Reis Vekili Em. General İsmail Fâzıl, Reis Vekili Hüseyin Rauf Bey, Kâtib İsmail Hami” imzaları bulunuyordu. Telgrafta şu talep vurgulanıyordu: “Sivas Millî Kongresi, Birleşik Amerika, Âyân Meclisi’ne şu ricada bulunmayı, bugün yine ittifakla kararlaştırmıştır. Azânızdan mürekkep bir komiteyi Osmanlı İmparatorluğu’nun her köşesine göndermenizi diliyoruz.” (14)
Sivas Kongresi öncesinde, ABD’nin Türkiye’ye gönderdiği heyetin amacı Ermeni sorununu incelemekti. ABD Başkanı Wilson, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından yanaydı ve bu ülkenin Ermenilere yönelik misyoner faaliyetleri kapsamında geliştirdiği uzun zamana yayılan bir politikası vardı. 3 Temmuz 1919’da ABD Dışişleri’nden John Foster Dulles ile Herbert Hoover, Wilson’a telgraf çekerek General Harbord başkanlığında bir heyetin acilen bölgeye gönderilmesini istediler. Heyet başkanı James G. Harbord, tümgeneral rütbesindeydi. Kırk altı kişilik bu toplulukta, Tuğgeneral Frank R. McCoy, Tuğgeneral George V. Horn Moseley, levâzım, İstihkamcı, askeri yargıç, piyade, deniz kuvvetleri sınıflarından subayla ile ABD Genelkurmayı’nı temsilen Binbaşı Lawrence Martin bulunuyordu. Harbord, Filipinler Güvenlik Kuvvetleri’ni komuta etmişti. Parlak bir asker olan Harbord, 1921-1922 yılları arasında Genelkurmay Başkanı Yardımcılığı görevinde de bulundu. ABD Savaş Bakanı Newton D. Baker tarafından, General Pershing’in başkomutanlıktan ayrılması durumunda yerine Harbord’u en uygun aday olarak saptamış olması dikkate değer. ABD ordusunun en gözde komutanlarından olan Harbord’a, Ticaret Bakanlığı Danışmanı Elliot Grinnel Mears, ABD Barış Görüşmeleri Komisyonu Malî Danışmanı Prof. W. W. Cumberland gibi sivil uzmanlar da eşlik ediyordu. Heyetin Ermenice çevirmenleri, Binbaşı Şekerjian ve Teğmen Kachadoruan adlı Ermeni kökenli ABD subaylarıydı. Türk tercüman ise, Robert Kolej’in Türk müdürü Hüseyin (Pektaş) Bey’di. (15)
General Harbord’a verilen talimat şöyleydi: “Vakit geçirmeden, İstanbul, Batum ve Ermenistan’ın çeşitli bölgelerine, Rus Transkafkasya’sına ve Suriye’ye gitmek üzere, daha önce görüşülmüş olan talimatlara ilişkin incelemeler yapmak üzere yola çıkılacaktır. Bu bölgelerde Amerika’nın siyasî, askerî, coğrafî, idari ve ekonomik açıdan karşılaşabileceği sorumluluk ve yarar sağlayabileceği hususlar üzerine araştırma yapıp rapor vermeniz istenmektedir.” (16)
General Harbord heyetinin ABD’ye dönüşte hazırladığı raporda, bölgede bir ABD mandasının olumlu ve olumsuz yönlerini karşılaştıran kapsamlı siyasal, ekonomik, sosyal değerlendirmelere yer verildi. Manda lehine belirtilen gerekçeler şu tespitlerde vurgulandı: “Beş yılı geçmeyecek bir başlangıç döneminden sonra manda kendi malî sorumluluklarını yüklenecektir. Tren yolları yapımı, sermayemize yeni olanaklar yaratacaktır. Ayrıca, yalnız manda bölgesinde değil, yakınlığı dolayısıyla Rusya ve Romanya ile de ticaret çıkarları sağlayacaktır. Amerika, Küba ve Panama’da yaptığı gibi bu mikrop ve kir yatağını da temizleyecektir. Hareket, Amerika’nın yurt dışında kuvvet ve prestijini artıracak, anayurtta da Ortadoğu’nun yeniden kurulmasına duyulan ilgi alevlenecektir. Amerika, misyonerlerimiz ve kolejlerimiz dolayısıyla bölgeye duygusal bağlarla da bağlıdır. Tarihin başlangıcından beri dünyanın kavşak noktası olan bu bölge, savaş tohumlarının atıldığı yöredir. Amerika bu bölgede sorumluluk yüklenmezse, Türklerin kötü yönetimini sürdürmelerine neden olacaktır.” (17)
ABD emperyalizmi, Ortadoğu’ya giriş konusunda kararlı olmakla birlikte bunu en uygun koşullarda ve misyonerlik siyasetinin “insancıl” kurgusu temelinde gerçekleştirmek, “duygusal” sömürgecilik yapmak, ticarî, ekonomik çıkarlarını bölge halklarının adalet talebinin ardına gizlemek peşindeydi. Harbord raporu, “Mutlaka Ermeni ve öteki Hristiyan unsurların katliamını durduracak ve Türklere, Kürtlere, Yunanlılara ve geri kalan halklara adalet getirilecektir” diyordu.
Heyette bulunan General Moseley’in, Ermenistan’ın sınırlarını İncil’e dayandırmasına, Yunan işgaline, İngiliz, Fransız, İtalyan birliklerinin Osmanlı topraklarında bulunmasına, Ermeni lejyonlarının intikam eylemlerine bakıldığında; “katliam”lardan ne kastedildiği muğlaktır. Tıpkı nasıl durdurulacağı sorusunun cevabında olduğu gibi. Ayrıca raporda; “Bu müdahale, halkımıza bir tür eğitim olacak, dünya siyasetini tanıtacak, yeni ruh ve dinamizm getirecek iyi bir örnek sunacaktır.” tespiti yapılıyordu. (18)
ABD halkının emperyalist görgü kazanmasında ve “dünya siyaseti”ni öğrenmesinde Ortadoğu’nun önemi vurgulanıyordu. “Amerika, Ermenilerin tek ümididir” denilen raporda, “Küba, Porto Riko, Filipinler ve Hawai’de” halkın gelişimine ABD katkısından söz ediliyordu. 1919’da Paris’te toplanan konferansa, Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal ile birlikte katılan, İngilizlerin efsanevî casusu Albay Lawrence; ABD’nin bazı yetkililerine, Türkler, Ermeniler, Ortadoğu sorunu ve petrol yatakları konusunda bilgi verir. 19 Kasım 1919 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı’na Paris’ten gönderilen raporda; Türkiye, Arabistan, Yahudiler ve Siyonist hareketi üzerine Lawrence’ın gözlemleri aktarılır. Ve onun, “Mezopotamya’da petrol sınırsız gibidir” tespitine yer verilir. (19)
Lawrence, Suriye’de bir Amerikan mandasını savunmaktadır. Bu nedenle, Faysal, İngiltere ve Lawrence tarafından Fransa’ya karşı ABD’nin ve Siyonistlerin desteğini sağlamaya itilir. Siyonist lider Weizmann ve Faysal, 3 Ocak 1919’da bir dostluk anlaşması imzalarlar. Buna göre Faysal, Filistin’de bir millî Yahudi yurdu kurulmasını kabul eder. Buna karşılık Siyonistler, Faysal’ın, daha doğrusu İngiltere’nin Arap plânını destekleyecekler, Wilson’u Arap davasına kazanacaklardır. Wilson, Türklerin, Avrupa’da varlığını zararlı saymakta, İstanbul’dan çıkarılmalarını ve halifeliğin Vatikan statüsünde olması gerektiğini savunmaktadır. ABD uzunca bir süre “Konstantinople Devleti” kurulması görüşünü ileri sürmüştür. 1919 Mart ve Nisan aylarında, “Konstantinople Devleti” plânları hazırlanmıştır. Buna göre, söz konusu devlet Marmara ve Boğazları çevreleyen arazide kurulacaktı. Türklere, Anadolu’da New Mexico büyüklüğünde bir toprak parçası bırakılacaktı.
Crane, Amerikan mandası için (II. Adam İsmet [İnönü] başta olmak üzere büyük çaba sarf edilirken) ortağı King ile raporunu tamamlayıp Paris’te bulunan ABD delegasyonuna sunmuştu bile. King-Crane Komisyonu Raporu, şu sonuçları içeriyordu: Kilikya dışarıda bırakılmak üzere bir Ermenistan mandası kurulmalıdır. Türkiye’den ayrı, manda yönetiminde milletlerarası bir Konstantinople Devleti olmalıdır. Anadolu’daki ayrı bir Türk devleti de manda altına alınmalıdır. Ermenistan ile Konstantinople devleti ve Türk devleti için tek bir genel manda olmalıdır. Bu genel mandayı ABD almalıdır. Müttefiklerarası Manda Komisyonu’nun ABD kolu, Türkiye’yi üçe bölmekte ve bu üç parçayı Amerikan mandasına almayı önermektedir. Sivas’ta “millici” çoğunluk ise, Amerikan mandasının ülke bütünlüğünü koruyacağını savunmaktadır. Başkan Wilson, bir Ermeni devleti kurulması doğrultusundaki ısrarını sürdürür.
21 Ocak 1919 tarihli bir ABD Dışişleri Bakamlığı raporunda, Ermenistan’la ilgili olarak şu önerilere yer verilir: “Kafkasya devletinin Ermenileri, Ermenistan’la birleşmelidir. Azerbaycan Tatarlarına ve Gürcistan’a geçici bağımsızlık tanınmalıdır. Milletler Cemiyeti mandası altında Ermenistan ayrı bir devlet olmalıdır. Bu devletin sınırları Kilikya’nın Adana bölgesi, Kars ve Erivan’ı kapsamalıdır. Karadeniz’de bir liman olarak Trabzon verilmelidir. Adana ve Trabzon’u kapsayan bir Ermeni devleti, bölgenin nüfus bileşimi düşünüldüğünde; ancak Müslümanlara yönelik bir “temizlik”le mümkün hale gelebilirdi. ABD mandasını fiilî bir durum haline getirmek için “Ermenistan’ın yani Türkiye’nin doğu vilayetlerinin işgali planlanmıştır. 7 Ağustos 1919’da, ABD’nin İstanbul’da bulunan “komiseri” Ravndal tarafından Paris’te bulunan Amerika Elçiliğine gönderilen raporda, Türklerin, “müttefik girişimlerine meydan okuyarak Müslümanlarla çevrili Türk ve Rus Ermenistan’ındaki Ermenileri temizlemek” kararında oldukları belirtilir. (20)
Barış Konferansı’nın bu bölgelerin statüsünü bir an önce belirlemesi istenir. İç bölgelerde bulunan “Hıristiyanların katledilmesine” yol açacak gelişmelerden söz edilir. ABD Komiseri Ravndal da “üç manda” yanlısıdır. 5 Ağustos 1919 tarihinde Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda Ravndal, “Bulgaristan’dan İran’a ve Kars’ın kuzeyinden İskenderun’a uzanarak, İstanbul’da, Anadolu’da ve Ermenistan’da olmak üzere üç manda düşünülebilir.” diyordu. (21)
Amerikan Komiseri Ravndal’a göre: “Türkler ne başkalarını yönetebilirler ne de kendilerini, ama ıslah edilmeye değerdirler.” Karadeniz ve Akdeniz’de Ermenilere birer liman verilmesini savunan Ravndal, “Birleşik Devletler açısından iyi bir sonuç almak için” Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerin de Amerikan denetimine alınmasının zorunlu olduğunu vurguluyordu. Ravndal’ın raporu üzerine Başkan Wilson, 24 Ağustos’ta tehditlerle dolu bir mesajı İstanbul Hükümeti’ne gönderir. Buna göre eğer; “Türk Hükümeti, Kafkasya ve öteki yerlerde Ermeni kırımını önlemek amacıyla derhal etkin tedbirler almaz ise…” bunun sonucu “barış koşullarının tamamen değişmesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun kesinlikle son bulması” olabilirdi. (22)
Başkan Wilson tehditle de yetinmez. Sivas Kongresi’nde, ABD mandası veya yardımı görüşülür. Bölgeye “heyet” gönderilmesi oy birliği ile talep edilirken, Türkiye’ye, Amerikan askeri şevki için Başkan’a yetki tanıyan bir karar taslağını Senato’ya sunar. Amerikan askerinin böyle bir maceraya atılmasına Senato Dışişleri Komisyonu karşı çıkar ve asker şevkinden vazgeçilir. Bunun yerine, Amerika’daki Ermenilerin, Ermeni ordusuna katılabilmelerini sağlamak amacıyla, yabancı ordular için Amerika’da gönüllü toplanmasını yasaklayan hükümlerin ertelenmesi yoluna gidilir. (23)
Diğer yandan Barış Konferansı Komisyonu, ABD’nin denizden Ermenistan’a kadar olan yolun kontrolünü elinde bulunduracağını ve yolu, gönüllülerin Ermenistan’a gidişine açık tutacağını belirtir. O günlerde başkan Wilson, Amerikan kamuoyunu Ermenistan işgaline ve mandasına hazırlıyordu. 23 Eylül 1919’da Başkan, “zavallı Ermenistan halkı için ABD’nin sempatisi” söylevini verir. Ermeni “davası” gibi Yunan “davası” da ABD’de güçlüdür.
17 Mayıs 1920 tarihinde ABD Senatosu, Senatör Henry Cabot Lodge’un sunduğu tasarıyı onaylar. Buna göre “Senato, Kuzey Epir’in, Koritza’nın, Ege’deki On İki Adalar’ın ve Anadolu’nun batı kıyılarının Barış Konferansı’nca Yunanistan’a verilmesi gerektiğini kabul eder. Senato ayrıca, 21 Ocak 1920’de Trakya’nın da Yunanistan’a bağlanması kararını alır. Yunan Başbakanı Venizelos ile görüşen Başkan Wilson, ondan oldukça etkilenir. Paris’te bir araya gelen Wilson ve Venizelos görüşmesinde Başkan, ‘Yunanistan’ın millî istekleri hakkında iyi niyetime güvenebilirsiniz’ mesajını verir. Uzayan görüşme neticesinde Venizelos, İzmir’in işgali konusunda ABD’nin desteğini alır.” (24)
Başkan Wilson ile İngiltere Başbakanı Lloyd George, 1919 Mayıs’ında, Anadolu’daki İtalyanlara karşı Yunanlıları öne sürmeye karar verirler. Başkan Wilson, Anadolu’daki Yunan toprak taleplerini desteklerken zaman zaman Lloyd George’dan daha “Venizelosçu” kesilecektir. Venizelos’un, Yüksek Konsey’de, 3 Şubat 1919 tarihli konuşmasından sonra İzmir’in Yunanistan’a verilmesi kararlaştırılır. Ancak Wilson, 13 Mayıs 1919’da Dörtler Konseyi’nde yaptığı konuşmalarda, “İtalya’ya, Anadolu’nun güneyinde bir bölge veriyoruz. Yunanistan da, On İki Adalar ve uzmanlarımızın üzerinde anlaşmaya vardıkları topraklarla birlikte, İzmir’in bütününü alacaktır. Aydın’ın geri kalan kısmını ise, Milletler Cemiyeti adına Yunanistan’ın yönetimine bırakmayı öneriyorum.” der.
13 Mayıs 1919’da, Paris Barış Görüşmeleri’nde bulunan Başkan Wilson: “İzmir’le civarının, Yunan-Arnavut Komisyonu raporunda teklif edildiği gibi, Yunanistan’ın mutlak hakimiyeti altında birleştirilmesi; ayrıca Mösyö Venizelos’un istediği toprakların da Yunanistan mandasına terk edilmesi… dağların batı sathı maili dahil olduğu halde… bütün bu havalinin Yunan mandasına bırakılması” fikrinde olduğunu söyledi. (25)
15 Mayıs 1919’da Yunan askerleri İzmir’i işgal ederken, ABD savaş gemileri onlara destek amacıyla limanda demirli bulunuyordu. Amerikan zırhlısı Arizona ile Dyer, Gregory, Luce ve Manley destroyerleri, 21 Mayıs’ta İzmir’dedirler. Bu arada USS Arizona’nın Komutanı J. H. Dayton, “Amerika, Britanya, Fransa ve İtalya işgal kuvvetlerinin, şehri teslim almalarını ve Yunan kıtalarına teslim etmelerini…” önerdi. (26)
ABD emperyalizminin, Ermeni mandası, Türkiye topraklarında bir Ermenistan kurulması, İstanbul’a asker çıkarılması, misyoner politikasının yıllara yayılan etkileri, Yunan işgaline verdiği destek gibi strateji, program ve uygulamalarına rağmen bir tepki ortaya çıkmamıştır. “Geleneksel” dostluk kavramı temelinde, bu politikaların ortaya çıkarılmasının doğuracağı sakıncalar önlenmiştir. Başkan Wilson, 1919 Ağustos ayında, “Ermeni kırımı”na hazırlanıldığına dair raporun kendisine ulaşması üzerine, “Türkiye’yi parça parça ederim” tehdidini savurup Senato’dan asker gönderme yetkisi isterken; Sivas Kongresi, Amerika’dan “heyet” talebinde bulunuyordu. Ekonomik bağımsızlık olmadan siyasî bağımsızlık olabilirmiş gibi, “tarafsız” bir ülkeden “istiklâline halel gelmeden” yardım isteyen “Kongre”, ABD Senatosu’na oy birliği ile müracaat ediyordu. Türklerin, Avrupa’daki varlığını “zararlı” bulan Wilson’a göre, “ABD hükümeti inanır ki, Türkleri, İstanbul’da bırakmak lehine olan kanıtlardan, onları Avrupa’dan çıkartmak lehine olan kanıtlar daha güçlüdür.” (27)
Wilson, Paris Barış Anlaşması’nın imzasını beklemeden, Türkiye’den koparılacak toprakların hemen denetim altına alınmasını savunur. ABD Başkanı, bu arazinin Mezopotamya, Suriye ve Ermenistan’ı kapsadığını söyler. Bu kadar yoğun bir düşmanlık ve tarihsel sürecin kanıtladığı ciddi bir emperyalist hazırlık olmasına rağmen, ABD’nin, Orta Doğuya yönelik açılımlarının Osmanlı’nın parçalanmasına ilişkin ayrıntıları örtülmüştür. Bu temelde, Nutuk, “Sivas’tan, Washington’da Senato Başkanı’na bir araştırma misyonu gönderilmesini isteyen bir telgrafın gerçekten gönderilmesi olayını örtülü geçer. Telgrafın metni daha sonra Washington’da yayınlanmıştır.” (28)
ABD’ye yönelik olumlayıcı tutumun ilginç örneklerinden biri de Yunus (Nadi) Bey’in, 7 Mayıs 1920’de, Amiral Bristol’a (Birleşik Devletler Yüksek Komiseri) teslim ettiği ve Başkan Wilson’a hitaben yazılan mektubudur. Bristol, mektubu ABD Dışişleri Bakanlığı’na, “Bu mektup özel bir değeri olduğu için değil, ilginç olduğu için gönderilmiştir” notu ile iletmiştir. İngilizce yazılan mektupta şu satırlar dikkat çekicidir: “Bir şey beklemediğimiz Amerika, büyük savaşta bize başka bir biçimde göründü. Ayrıca ülkeniz, acılı uğraş yıllarında ve sizin cumhurbaşkanlığınız altında, bizim ülkemizde barışı yöneten değil, barışın hakemi olmak istediği ilk defa… Evreni yöneten ilksiz ve sonsuz güç, her peygamberin kendi çağının gereksinimlerini görmesi ve ona göre milletini seçmesi kuralını koymuştur. Ve siz çağımızın peygamberisiniz… Siz yalnız bir cumhurbaşkanı değilsiniz; ayrıca erdeminizin yüceliği sizi bu mevkiye getirmiştir. Dolayısıyla bir cumhurbaşkanından daha büyüksünüz ve insanların içinde en yücelerinden ve iyilerinden birisiniz. Hükümetin denetimini sizin kutsal ve namuslu ellerinize bırakan, size iktidar veren milletin üstünlüğüne ve kavrayışına saygılar olsun… Şimdi biliyoruz ki, sizin barışa ve savaşa müdahaleniz bizim için gökyüzünden inmiş bir yardımdı. Sizin koruyuculuğunuz ortadan kalktıktan sonra çektiklerimizi size anlatamayız; ama eminim ki bunları duymuş ya da okumuşsunuzdur. Avrupalılar bizi yok etmek ve adımızı haritadan silmek istiyorlar. Nasıl olur da siz ve temsil ettiğiniz büyük Amerikan milleti buna izin verir? Zayıfa yardım etmek için savaşa girmiş olan Amerikan milleti, bize yardım etme gücü varken, nasıl olur da tarafsız kalır…” (29)
Emperyalistler arası çelişkilerden yararlanma adına ABD’den “insaflı” bir barış anlaşması bekleme, dönemin yaygın politik tavrıydı. Bu amaçla, İstanbul’da birçok “mandacı” örgüt kurulmuştu. Bunlar arasında bulunan ve ABD mandasını savunan “Wilson Prensipleri Derneği”nin üyeleri, Kemalist hareketin önder kadrolarını oluşturacak asker ve sivil aydınlardan teşekkül ediyordu. (Halide Edib [Adıvar], Miralay Kara Vasıf, Refet [Bele], Bekir Sami [Kunduh], Ahmed Emin [Yalman], Yunus [Nadi]).
Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi günlerinde berraklaşan siyasî görüşleri temelinde yaklaşımı şöyleydi: “Türk ulusu Batı uygarlığına yönelecekti.” (30) İstanbul’da bulunan “İngiliz Genelkurmay Başkanlığı Gizli İstihbarat” raporuna göre, “O sıralarda Osmanlı İmparatorluğu’nda bir halk oyuna başvurulsa, halkın çoğunluğu Amerikan güdümünü isteyecekti.” (31)
Ayrıca, “Wilson Prensipleri Derneği’nin destekçileri arasında Robert Kolej Müdürü Dr. Gates de bulunuyordu. Petro-politik ekseninde gelişen dinamikler, tarihsel akışın siyasal, sosyal, İktisadî ve diplomatik birikimlerinin kesişme alanında kavranabilir. Bu bakımdan Ortadoğu’nun geleceğinde önemli roller oynayacak ABD’nin, Osmanlı’nın tasfiye sürecindeki politikaları ve buna yönelik asker-sivil kadroların tepkileri tarihin akış çizgisinde kalıcı etkiler bıraktı. Dönemin istihbarat raporlarına yansıyan tablo şöyledir: “İstanbul’daki Türkler bir güdüm (manda) için hazırlanırken, muhtemel mandaterler de hareketsiz kalmıyor, Türk piyasasını ele geçirmek için çaba harcıyorlardı. 1919 Haziranı sonlarına doğru Türkiye’de ayrıcalık avı başlamış bulunuyordu. Ayrıcalık peşinde ilk koşmaya başlayanlar, Türkiye’nin her yanında “hayır dernekleri” bulunan Amerikalılar olmuştu. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’un 2 Haziran’da Lord Curzon’a bildirdiğine göre, “Amerikan yardım kurullarının faaliyet gösterdiği Türkiye’nin sıkıntı içindeki bölgelerinde bile bu yardım kurullarından bazıları, Amerika’ya ekonomik alanda çıkar sağlamak için ticarî delegasyon görevini görüyorlardı. Güçlü Amerikan malî ve ticarî kuruluşları, Türkiye’nin ticaretinden pay koparmak için büyük hazırlıklar içindeydiler. Bu nedenle, Türkiye’deki Amerikan yetkilileri ve işadamları, tüm ülkeyi kapsayacak bir Amerikan güdümü kurulmasından yanaydılar.” (32)
Bu arada İngiliz İstihbaratının, Amerikan mandacıları ile mason locaları arasındaki bağlantılara ilişkin raporları dikkate değer. Buna göre, 16 Aralık 1918 tarihli telgrafta (Selânik Genel Karargâhı kaynaklı ve I. 4063 sayılı kapalı telyazı) “Mason localarının… Fransa ve İngiltere’den sağlanabilecek koşullardan daha iyi şartlar elde etmek için Amerika’ya başvurulacağını gösteren kimi kanıtlar vardır.” deniliyordu. (33)
Mütarekeden sonra, bazı grup ve partilerin mason localarında yaptıkları toplantılar, İngiliz İstihbaratı tarafından izleniyordu. “Bu localar, 28 Kasım’dan beri her gece toplanıyor, sonuçta şu iki kararı alıyorlardı:
a) Türkiye’yi güdümüne alması için Amerika’ya başvurmak…
b) Basını gizlice denetlemek…
Her dernekten iki üye, ulusun temsilcisi sıfatını takınarak İstanbul’daki Amerikan Basın Temsilcisi M. Barry’ye yanaşacak… O’na, Türkiye’nin diriltilmesi için Amerika’nın destek, sempati ve yardımını halkın memnunlukla karşılayacağını bildirecekti. İngiliz istihbarat raporuna göre, söz konusu delegeler Barry ile görüşüyor; bu Amerikalı basın temsilcisi, onların dileklerini Amerika’da ilgili kişilere duyurmayı memnunlukla kabulleniyordu. Delegeler ayrıca, Sadârete, bakanlıklara, polis gümrük ve içişleriyle uğraşan yetkililere Amerikalı danışmanlar atanmasını kabule hazır olduklarını da Barry’ye açıklamışlardı.” (34)
Özellikle, “madencilik” alanında ABD’ye imtiyazlar sağlanmasının “Türkiye’nin bölünmesini” önleyeceği inancı hâkimdi. Amerikan mandasının “bağımsızlık ve bütünlüğün” güvencesi sayılması, Erzurum Kongresi günlerinde Mustafa Kemal tarafından, “(…) şu Amerikalılar manda mıdır, nedir, bir an evvel kabul etseler de memleket de millet de bu herc-ü merçten kurtulsa…” yaklaşımı ile dile getiriyordu. (35) Mustafa Kemal’in mandacılara karşı çıktığı veya taktik gerekçelerle taraftar olduğu hep vurgulanır. Ancak, “gene de emperyalist çıkarlar peşinde koşmayan herhangi bir büyük devletin yardımına sığınmaktan başka çare olmadığını biliyordu” tespiti de bu tür vurgulara eklenir. (36)
Oysa, mandacılığa hele ABD mandasına açık tutum alan ve karşı çıkan halktır. “Erzurum Kongresi günlerinde, özellikle Erzurum halkı, Amerika’ya dostluk duyguları beslemiyordu; çünkü onların gözünde Amerika, Türkiye’nin doğu illerinden bir büyük Ermenistan yaratmak çabalarıyla ilgiliydi. Hatta Kongre’nin bir oturumunda Mustafa Kemal, Türkiye üzerinde toprak emelleri olmayan bir büyük devletin teknik, iktisadî ve sınaî yardımının gereğini belirten bir madde önerince; temsilcilerden biri ayağa kalkarak, bu maddenin bir güdümün kabul edileceği anlamına gelip gelmediğini; eğer kabul edilecekse bu devletin adının açıklanmasını istemişti. Halide Edip’in anlattığına göre: ‘Muktedir bir politikacı olarak Mustafa Kemal, her türlü Amerikan nüfuzuna karşı Doğu Anadolu’nun tepkisini derhal sezmiş ve bu devletin ismini açıklamaktan kaçınmamıştı.” (37)
Başlangıçta, Erzurum Kongresi bildirisinin 7. Maddesi’nde belirtilen “bir büyük devletin” sözcüklerinin sonradan “herhangi bir devletin” şeklinde değiştirilmesi anlamlıdır. Mandadan neyin kastedildiği ise, 5 Aralık 1918’de “ABD Başkanı Wilson’a gönderilen Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin muhtırasında bulunan taleplerde şöyle vurgulanmaktadır:
a) Maliye, tarım, sanayi, ticaret, bayındırlık ve eğitim bakanlıklarının her birine uzman yardımcıları ile birlikte bir Amerikan baş müsteşarı atanacak ve bu müsteşardan Amerikan Komisyonu yeni ilkeler çerçevesinde memleketin mutluluğunu ve maddî gelişmesini sağlayacak reformları yapacak, yeni metotları memlekete getirecek ve öte yandan memleketimizdeki çeşitli siyasî akımlar yüzünden hiçbir zaman düzenli biçimde yerine getiremeyeceğimiz toplumsal refah ve öğretimle ilgili bütün işleri düzenleyerek bütünüyle yönetecektir.
b) Adliyede reform için yürürlükteki hukuk sisteminin köhneleşmiş kurallarını ortadan kaldırmak amacıyla, Amerikan baş müsteşarının uygun göreceği memleket ve milletlerden seçilecek uzmanlardan bir kurul yapılacaktır. Bu kurul, Türk kanunlarını bütün Osmanlılara adalet ve eşitlik sağlayacak biçimde yenileştirecektir.
c) Jandarma ve polis işleri bir Amerikan genel müfettişine ve onun seçeceği memurlara bırakılacaktır. Hali hazırdaki hapishanelerin ilkel idaresi zamanın en iyi fikirlerine göre, bir Amerikan uzmanlar heyeti tarafından ıslah edilecektir.
d) Türkiye’nin her ilinde, işi yöresel yönetimde reform yapmak olan bir Amerikan başmüfettişi ve ona bağlı uzmanlar bulunacaktır.
e) Bu yöresel yönetim, her ilin özel olarak ve en iyi biçimde gelişmesini sağlamak için Amerikan yardımı ile yürütülecektir.
f) Muhtıraya uygun olarak Amerikan yönetimi ve askerî önderliği 15 sene, en fazla 25 sene devam edecektir.” (38)
ABD Başkanı Wilson’a, bu muhtırayı imzalayanlar arasında bazı gazete “patronları” ve “başyazarların” bulunması bir geleneği işaret ediyor. Bu isimler, şöyle sıralanıyor: Halide Edip, Yunus Nadi (Yenigün), Ahmed Emin (Vakit), Velid Ebuzziya (Tasvîr-ı Efkâr) Ali Kemal (Sabah), Celal Nuri (İkdam), Necmeddin Sadık (Akşam), Mahmud Sadık (Yeni Gazete), M. Cemal (Zaman), Dr. Celâl Muhtar (Eski nazır). Bu isimlerden Yunus Nadi, Kemalizmin öncü ideolog kadrolarındandır; o ve Necmeddin Sadık, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü dönemleri boyunca milletvekilliğine de tayin edildiler. Necmeddin Sadık, Dışişleri Bakanlığı da yaptı. Ancak bu tutum, İstanbul’un aydın çevreleri ile sınırlı değildir. Tekrar Erzurum Kongresi’ne dönersek, Kongre’ye, Trabzon-Sürmene delegesi Ömer Fevzi ve arkadaşlarının sunduğu program taslağında: “… Türk ırkının fıtraten en kolay kabul edebileceği Anglo-Sakson medeniyetinin rehberleri olan Amerika ve İngiliz milletlerinden herhangi birinin ilmî, iktisadî, medenî olan irşad ve muavenetini kabul eder” görüşü yer alıyordu. (39)
Bu arada ABD’nin Orta Doğu’da atak bir siyaset izleyeceğinin ilk belirtilerinden olan Amerikan “Yakın Doğu Yardım Komisyonu Başkanı” Binbaşı M. Arnold’un, Sultan Vahîdeddîn’i ziyareti not edilmelidir. Böylece, İtilaf cephesinden Padişah’ı alenen ziyaret eden ilk resmî kişi ABD’li bir asker oluyordu. Mustafa Kemal’in Sivas Kongresi’ndeki tutumu ise, Kemalist bilim adamları tarafından da net bir tutum kabul edilmiyor (Prof. Dr. Sina Akşin). Mustafa Kemal’in mandacılara karşı “coşkun söylevler vermesine” rağmen, “esaslı bir çıkışta bulunmaması” ve mandacıları, “zamanla kendi görüşüne kazanmak umuduyla onları karşısına almak ya da gücendirmekten çekinmek” gibi gerekçeler inandırıcı bulunmuyor. Devam edilirse, “M. Kemal, düşüncesini açık açık söylemekten hoşlanan bir kimse olduğuna ve ayrıca bu gerekçe onun bu denli edilgen kalmasını açıklayamayacağına göre, daha esaslı bir neden bulmak gerekiyor. Kaldı ki, açıklanması belki daha da zor bir olay daha var. Hoover’in isteği üzerine Wilson, Ermenistan mandası açısından Türkiye’nin durumunu incelemek üzere, Tümgeneral James G. Harbord başkanlığında kalabalık bir inceleme heyeti gönderdi. 20 Eylül’de Sivas’a varan Harbord, yanında iki diğer general olduğu halde, M. Kemal, Bekir Sami, Rauf, Rüstem beylerle 3-4 saat süren bir görüşme yaptı. M. Kemal, ertesi gün Karabekir’e bir tel çekti ve yaptığı görüşmeyi bildirdi. Bu tele göre, Sivas Kongresi beyannamesinin birinci maddesine uymak üzere, (Mondros sınırları içinde bölünmez ülke ve ulus) ‘Bitaraf ve kuvvetli bir devletin yardımına ihtiyaç olduğunu ve memnunlukla kabul edileceğini General’e söylemiş’, o da bunu pek olumlu karşılamıştı.
Oysa, Harbord’un kendi raporundan öğrendiğimize göre, M. Kemal, amacının, Osmanlı devletinin bütünlüğünü tarafsız bir devletin ve tercihen Amerika’nın mandası altında korumak olduğunu söylemiştir. Mandaya karşı olduğunu bildiğimiz M. Kemal, gerçekten böyle demiş midir? Görüşmede başka Amerikalılar ve bir de tercüman bulunmuş olduğuna göre, Harbord’un yanılmış olması güçlü bir ihtimal sayılamaz.
24 Eylül 1919 tarihinde Harbord’a verilmek üzere hazırladığı muhtırada ancak ‘kudretli ve bîtaraf bir yabancı milletin yardımının’ çok değerli olacağını söylemiştir. ABD telsiz bülteninde (15.10.1919), M. Kemal’in ağzından verilen demeçte ise, “Bütün deneyimlerimizden sonra bize yardım edebilecek tek ülkenin Amerika olduğunu biliyoruz” dediği haber verilmiştir.” (40)
Sivas Kongresi’nde, “kürsünün hemen hemen tamamen mandacılara terk edilmesinden, Brown ve Harbord’a gösterilen olağanüstü önem”, bir “taktik” olarak yorumlanmaktadır. Ayrıca, “22 Eylül’de Damat Ferit kabinesinin düşürülmesi için yazılan telgrafın bir suretinin Harbord’a gönderilmesi çok anlamlıdır. Aynı biçimde, Eylül sonunda Deli Fuat Paşa’nın Vahîdeddîn’in huzuruna çıkıp, Damat Ferit’in düşürülmesini sağlayan girişimi, L.E. Brown’un Sivas’tan getirdiği mektup üzerine olmuştur. Nutuk’ta Atatürk, Kongre’nin, ABD Senatosu’na yazılmasını kararlaştırdığı mektuba önem vermemiş olduğunu ve gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamadığını söylüyorsa da, mektubun yazıldığı, başta M. Kemal olmak üzere Kongre yöneticilerince imza edilip yerine ulaştırılmak üzere Brown’a verildiğini ve onun da bu görevi yerine getirdiğini biliyoruz.” (41)
Bu arada, Brown’un nitelikleri üzerine şu notu düşmekte yarar var: Brown, ABD Deniz Akademisi’nde okudu, savaş muhabirliği yaptı; 1918 yılına kadar Rusya’da kaldı ve ihtilâli izledi. Daha sonra, ABD Yedek Deniz Kuvvetleri’nde görev aldı. Chicago Daily News muhabiri olarak mütareke yıllarında Türkiye’de dolaştı. Bir ara ABD Yüksek Komiserliği’nde kâtiplik yaptı. İlginç bir nokta da, Brown’un daha sonra ABD ordusunun, “Millî Savunma Askerî İstihbarat Bölümü”nün Sovyet Şubesi’nde görev almış olmasıdır.
Yine bu yıllarda Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İngiliz mandasını tercih ediyordu. Bu arada Refi Cevat (Ulunay), Damat Ferit, Rıza Tevfik, Said Molla ve daha sonra bakan olan (bir ara ABD mandası taraftarı) Ali Kemal’in kurucuları arasında yer aldığı “İngiliz Muhibleri Cemiyeti” de İngiliz mandası istiyordu. Padişah Vahîdeddîn ile Sadrazam da, İngilizci parti ile ortak yaklaşıma sahipti. Damat Ferit ile İngilizler arasında yapılan 12 Eylül 1919 tarihli anlaşmanın temel maddeleri şöyledir:
1) İngiltere Hükümeti kendi mandası altında Osmanlı devletinin bütünlüğünü, bağımsızlığını garanti eder.
2) Osmanlı devleti bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı durmayacaktır.
3) İstanbul hilâfet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar, İngiltere’nin denetimi altında tutulacaktır.
4) Bunlara karşı Osmanlı devleti, İngiltere’nin Suriye ve el- Cezîre’deki egemenliğini tanır. Gereğinde fiilî yardımlarda bulunarak, hilâfet kurumundaki manevî kudret ve selâhiyeti kullanarak, gerek bu alanlarda, gerekse Müslümanların çoğunlukta bulunduğu öteki alanlarda, İngiliz çıkarlarını gözetir.
5) Millî cereyanların önüne geçebilmek için yarı meşrutî idareye karşı oluşacak başkaldırıları önlemek için İngiltere Hükümeti bir zabıta kuvveti ayıracaktır.
6) Osmanlı Devleti Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün hukukundan vazgeçecektir. Osmanlı Hükümeti konferansta bunu dile getirecek, İngiltere de her iki ülke üzerindeki Osmanlı haklarını devralacağını bildirecektir.
7) Barış koşulları iyice ortaya çıktıktan sonra Osmanlı padişahı, 4. Madde’de sözü edilen hususları düzeltmek için İngiltere Hükümeti ile yeni bir anlaşma imzalayacaktır. Bu anlaşmanın hükümleri gizli tutulacaktır.” (42)
Ülkenin önde gelen sivil, asker kadroları, Amerikancı ve İngilizci çizgilerde bölünmüştür. Sahip oldukları birikim, sınıfsal dayanakları, Avrupa merkezci ve koyu Batıcı dünya görüşleri, emperyalizmi algılamalarında, Amerikan generali Smedly D. Butler kadar bile berraklığı mümkün kılmıyordu. Oysa Butler, emperyalizmin sermaye, ordu, savaş bağlantısını çarpıcı biçimde açıklıyordu: “1914’te Meksika’nın, ABD petrol çıkarları için güvenlikli bir yer olmasına yardım ettim. Sonra Haiti ve Küba’nın National City Bankası’nın adamları bakımından rahatlıkla gelir toplanacak güvenilir bir kaynak olmasını sağladım. Sonra Brown Brothers milletlerarası banka işleri adına Nikaragua’yı temizledim… 1916’da Amerika’nın şeker çıkarları için Dominik Cumhuriyeti’nde çalıştım. 1913’te Amerikan meyve şirketleri adına Honduras’ı doğru yola getirdim. Şimdi geriye bakıp bütün bunları hatırlarken, ünlü gangster Al Capone’a bazı ipuçları vermiş olabileceğimi de düşünüyorum.” (Newsweek, 10 Nisan 1972, Aktaran: 18 Nisan 1972, Milliyet)
NOTLAR
(1) Uluğbay, Hikmet, Petro-Politik, Turkish Daily News Yayınları, 1995, Ankara.
(2) I. Dünya Harbi, Harp Hatıralarım, General Ali İhsan Sabis, Nehir Yayınları, İst. 1991, s. 303.
(3) Musul Meselesi Kronolojisi (1918 -1926), Mim Kemal Öke, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1987, S. 23.
(4) Cangızbay, Kadir, Komprador Rejimin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2000.
(5) Fromkin, David, Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı, Çev: Mehmet Harmancı, Sabah Kitapları, İstanbul, 1994.
(6) Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1974.
(7) Olaylarla Türk Dış Politikası, Cilt 1, 1919 – 1939 Dönemi, Mehmet Gönlübol – Cern Sar, A. Ü. S. B. F. Yayınları, 1974, Ankara, S. 19.
(8) Atatürk Devrimi Sosyolojisi, Kurt Steinhaus, S. 77 – 124.
(9) Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1974.
(10) Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1974.
(11) Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1974.
(12) Akgün, Dr. Seçil, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, Dr. Seçil Akgün, Tercüman Tarih Yay., İstanbul, 1981, S. 59.
(13) Akgün, Dr. Seçil, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, Dr. Seçil Akgün, Tercüman Tarih Yay., İstanbul, 1981, S. 81.
(14) Akgün, Dr. Seçil, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, Dr. Seçil Akgün, Tercüman Tarih Yay., İstanbul, 1981, S. 99.
(15) Yalman, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Cilt II, İstanbul, 1970, S. 41.
(16) Akgün, Dr. Seçil, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, Dr. Seçil Akgün, Tercüman Tarih Yay., İstanbul, 1981, S. 65.
(17) Akgün, Dr. Seçil, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, Dr. Seçil Akgün, Tercüman Tarih Yay., İstanbul, 1981, S. 138-139.
(18) Akgün, Dr. Seçil, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, Dr. Seçil Akgün, Tercüman Tarih Yay., İstanbul, 1981, S. 139.
(19) Duru, Orhan, Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1978, S. 61.
(20) Duru, Orhan, Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1978, S. 37.
(21) Duru, Orhan, Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1978, S. 35.
(22) Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1974, s. 325.
(23) Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1974, s. 325.
(24) Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1974, s. 332.
(25) Gotthard, Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çev: Cemal Köprülü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991, S. 82.
(26) Gotthard, Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çev: Cemal Köprülü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991, S. 74.
(27) Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1974, S. 317.
(28) Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev: Prof. Dr. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, S. 249.
(29) Duru, Orhan, Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1978, S. 90-91-92.
(30) Sonyel, Dr. Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. 1, TTK Basımevi, Ankara, 1987, S. 99.
(31) Sonyel, Dr. Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. 1, TTK Basımevi, Ankara, 1987, S. 100.
(32) Sonyel, Dr. Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. 1, TTK Basımevi, Ankara, 1987, S. 101.
(33) Sonyel, Dr. Salahi R., Kurtuluş Savaşı Gnlerinde İngiliz İstihbarat Servisinin Türkiye’deki Eylemleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995, S. 4.
(34) Sonyel, Dr. Salahi R., Kurtuluş Savaşı Gnlerinde İngiliz İstihbarat Servisinin Türkiye’deki Eylemleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995, S. 5.
(35) Sonyel, Dr. Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. 1, TTK Basımevi, Ankara, 1987, S. 103.
(36) Sonyel, Dr. Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. 1, TTK Basımevi, Ankara, 1987, S. 103.
(37) Sonyel, Dr. Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. 1, TTK Basımevi, Ankara, 1987, S. 103.
(38) Erol, Mine, Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson’a Gönderdiği Bir Muhtıra, Tarih Araştırmaları Dergisi, DTCF Yayını, 1965, S.4-5, S. 237-245.
(39) Goloğlu, Mahmut, Erzurum Kongresi, Nüve Matbaası, Ankara, 1968, S. 198.
(40) Akşin, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Mutlakiyete Dönüş (1918 – 1919), Cem Yayınevi, İstanbul, 1992, S. 533.
(41) Akşin, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Mutlakiyete Dönüş (1918 – 1919), Cem Yayınevi, İstanbul, 1992, S. 533.
(42) Karabekir, Kazım, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınları, İstanbul, 1969, S. 384.
Suat Parlar, “Barbarlığın Kaynağı Petrol”, Anka Yay., İstanbul-2003.
İlk yorum yapan olun