“Kent-devlet” dediğimiz zaman, biz bunun hukuki varlığının bilinen klasik şema içerisinde Birleşmiş Milletlere üye, ulus-devletten çıkış, federal olması ya da olmaması biçiminde değerlendirmiyoruz. “Kent-devlet” bir sınıfsal olgudur. “Kent-devlet” yargısı, “milli güvenlik ideolojisi” kabuğunun içerisindeki ulus devletten farklıdır. Ülkenin başkentinde kurulu yüksek yargıçlardan oluşan merkezi, üniter bir yargı vardır ve bu yargı ülkesel boyutta bir yargıdır. Bu ülkesel boyuttaki yargının “kalkınma-planlama dinamiğine bağlanmış geçmişteki devlet anlayışı”na ait olduğunu çok fazla vurguluyorlar ve bunun “geride kaldığını” söylüyorlar. Bu yargı anlayışı, ülkesel çerçeve içerisindeki merkezi yetkileri temsil eder.
Yapısal uyarlama süreçleri içerisinde devlette paralel bürokrasiler yaratıldığını söyledik. Bunun dünya bankasıyla ilişkisini kurduk. Artık o süreç tamamlandı. Yargı ve ordu doğal olarak bu sürece geç katıldılar. Çünkü bunlar aynı zamanda bir iç savaş, “düşük yoğunluklu” bir savaş çerçevesi içerisinde işlevleri olan yargı ve orduydu. Böyle bir gecikme, emperyalist merkezler tarafından verilen vizeyle mümkün olabilir. Yani, “siz geç kalabilirsiniz, sizin kendi içinizde ‘karşı ayaklanma’ uygulamanız var; bunun bizim açımızdan global sonuçları da var, bu global sonuçları elde edelim, elde ettikten sonra bir geçiş yaşanacak ve bu elbette sancılı bir geçiş olacak” yaklaşımı vardı. Bu biçimiyle bir uzlaşma vardı.
Bu üniter –pek sevmediğim yabancı bir tarif, ama kullanmak zorundayım-, “teritoryal” ölçekteki ordu gibi yeni bir çerçeve içerisinde oluşturuluyor. Yeni bir kurumlaşma söz konusu. Burada, artık merkezde duran, merkezi yetkilere sahip yargılamaya ihtiyaç yok. Bakın zihnimize ne güzel yerleşti artık; Beşiktaş yargısı, Erzincan yargısı, Erzurum yargısı… Artık müthiş bir yerelleşme var. Bu yargı düzeneklerinin; hem savcı, hem hakim, hem istinaf mahkemesi, hem temyiz mahkemesi ve bunların üzerinden merkezi yargının ne kadar yetkilerinin içinin boş olduğu, artık ne kadar önemini yitirdiği bütün topluma gösterildi.
Kapitalist Politikadan Adalet Beklemek İnsanlık Suçudur
Bunları bir partinin kendi çıkarları ve yargılanması üzerinden değerlendirmemek lazımdır. Türkiye’de bir gelenek vardır: devr-i sadık yaratılmaz. Hepsi birbirinin işlerini bildiği için, ben onları yolsuzlukla nitelendirmem. Onlar iştir. Çünkü sistemin çarkının dönüşünde dişliler öyle yağlanır. Bu anlamda bir parti diğerinden daha fazla erdemlerle bezenmiş değildir. Dolayısıyla, hiç bir parti lideri Türkiye’de aklanmayacağı kaygısını taşımaz. Türkiye’nin geleneğinde vardır. Aklanma Türkiye’nin yazısız yasasıdır. Eğer o aklanmayı, Türkiye’deki sistem bazı dengelerden dolayı veya dengesizliklerden dolayı gerçekleştiremezse, zaten dışarısı müdahale edip, o aklanmayı gerçekleştirir. O sistem Pinoche’yi bile akladı. Bu sistem pek çok diktatörü aldı ve himaye etti. Sistemde böyle çatlaklara müsaade edilmez.
Burada arka plandaki stratejik durumu ve geçişi görmek gerekiyor. Bu geçiş sürecinin tamamlanması için yargının da yeni bir anayasal veçhe içerisinde, mekanizmalar bütünlüğünde yerli yerine oturması gerekiyor. Bunu, bu hükümet yapmazsa, bundan sonraki gelen hükümetin ilk işi bu olacaktır. Açıkçası, bu programı alıp farklı bir çerçeve içerisinde uygulamaya koyacaklardır. Yani bundan sonra Türkiye’nin bütün kılcal damarlarından hüküm icra eden üniter, merkezi, teritoryal yargı olmayacaktır. Bundan sonrası kent-devlet yargısıdır.
Bu kent-devlet yargısı, ağırlıklı olarak ulus-ötesi şirketlerin bir takım yerel çıkar çatışmaları söz konusu olduğunda, adı konmamış bir “tahkim” görevini yerine getirecek ve artık ana hücresi çok uluslu şirket olan Türkiye’deki sosyal ilişkilerin mantığında kararlar verecek bir yargı olacaktır. Yani yeni rejim düzenlemesine, uygun bir yargıya geçiş yapılacak.
Serbest Pazar Diktatörlüğü
Bu 12 Eylül’le birlikte Türkiye’ye sadece neo-liberal ideolojinin değil, neo-liberal aygıtın yerleştirilmesi sürecidir. 12 Eylül’ü böyle algılamak lazım. 12 Eylül’ün finans, maliye, diğer alanlardaki bütün kazanımları korunmaktadır. 12 Eylül’ün ilk 3 yılında çıkartılan 1000’den fazla kanun var. Kanunları tartışan herkes 12 Eylül’ün sorumlusu olarak Kenan Evren’i yargılama peşinde. 12 Eylül’le ilgili bir sorumluluk listesi hazırlansa, en son sıraya Kenan Evren’i yazmak gerekir. En baş sıraya da işbirlikçi rejimin temsilcileri olan kapitalistleri yazmak gerekir. Flaubert “erdemin ilk ilkesi burjuvalardan nefret etmektir” diye söze başlar. Burjuvalar anayasa yaparsa, o anayasa insanı hiçleştiren, insanı çöpsülleştiren bir yapının anayasası olur. Yani 80 maddesini de değiştirseniz, 100 maddesini de değiştirseniz bu süreklilik kazanır. Şunu söylemeye çalışıyorum; yazılı metinlerin zaten çok fazla değeri yoktur. Bu sistemin yazısız bir anayasası vardır. Kâr ve mülkiyet üzerine kurulu bir anayasadır bu. Onun kurumlarında hiç bir değişiklik olmaz. Ama şu olacaktır: Bazı noktalarda, özellikle 60’lı yıllardaki hukuk, kamuoyu mücadelesiyle, tahakküm hukukuna kendi hukuk teknikleriyle karşı durmaya çalışan geniş ölçekli öğrenci ve işçi hareketine dayalı bir mücadele. Bugün o kazanımları da ortadan kaldırmaya yönelik bir çabaları var.
Sermaye birikiminin önünde engel oluşturacak, sermaye birikiminin dünya ölçeğinde önünde tıkanıklık oluşturulacak her türlü kararı ortadan kaldıracak yeni bir düzenlemeye ihtiyaç var. Bugün “hukukun üstünlüğü” denildiği zaman, bu küresel pazar “hukukunun üstünlüğü” anlamına gelmektedir. Adını net koyacak olursak; serbest pazar diktatörlüğünün üstünlüğüdür. Çünkü “serbest pazar” dedikleri, aslında düzenlenmiş, ağırlıklı olarak 500 çok uluslu şirket tarafından yönetilen bir dünyadır. Böyle değerlendirildiğinde; “hukukun üstünlüğü” de burada sınıfsal arka planıyla meydana çıkmaktadır.
25. 03. 2010 tarihindeki “Neo – Gladio” adlı söyleşimizden alıntıdır.