Sosyolojinin Türkiye’ye girişinde etkili olan temel faktör, Osmanlı’nın nasıl kurtarılabileceği sorunsalına Osmanlı ve Batı çıkarları adına birlikte cevap aramaktı. Osmanlı Batı karşısında, kendi çıkarları adına siyaset üretme ve sürdürebilme olanaklarını yitirip, Batı içi çatışmalardan yararlanarak bölgedeki varlığını Batılı dengelere göre ayarlamak zorunda kaldığı süreçte, Batılı ülkelerde Osmanlı’nın egemen olduğu coğrafyada çıkarlarını daha da kazançlı hale getirmek adına, yöneticileri kendi yanlarına çekerek, Osmanlı içerisinde Batı’ya, Batı’nın bilim ve uygarlığına hayran, Batı yanlısı siyasetlerin sözcülüğünü yapan/yapacak yandaş ekipler oluşturmaya başlamışlardı. Osmanlı’daki Batı yanlısı bu ekipler, zamanla taraf oldukları Batılı ülkelerin siyasal yapılarının Osmanlı’ya aktarılması ile mevcut sorunların daha kolay çözülebileceği anlayışının da ateşli savunucuları haline gelmişlerdi. Örneğin Yeni Osmanlılar ve İttihatçılar için çözümün temel kaynağı, meşruti bir rejim kurmaktı. Yeni Osmanlılar’dan İttihatçılar’a kadar siyasal, toplumsal ve düşünsel anlayışın bir hayli değişmesi sonucu, Osmanlı’nın geleneksel zihniyetine sahip muhafazakar bilim anlayışı, Batı tipi eğitim olanaklarının artışı ile değişikliğe uğramıştı. Batı tipi okullarla etkili olan biyolojik-materyalist ve pozitivist bilim anlayışı, eğitimin ve öğretimin temel felsefesini oluşturuyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kuran tıbbiyeliler ve örgütü geliştiren subaylar da bu “bilimsel zihniyetle” yetiştirilmişti.
Biyolojik-materyalist ve pozitivist bilim anlayışı, sadece fen bilimlerinde değil, sosyal bilimlerde de egemendi. Batı sosyolojisine hakim olan pozitivist ve materyalist anlayışlar Türkiye’ye sosyolojiden önce, 19. yüzyılda aktarılmıştı. Gerek İttihatçı liderler, gerekse aynı örgüt içerisinde yetişerek Osmanlı siyaset ve bilim dürıyasının en üst kademelerine gelen ekipler, pozitivizme dayalı eğitim-bilim anlayışına bağlı bir zihniyet içerisinde dünyayı algılıyorlardı. Sosyolojide de bu bilim anlayışı geçerliydi. Sosyologlar ve Batı’dan aktarılan sosyoloji ekolleri biyolojik materyalist ve özellikle pozitivist anlayışla donatılmışlardı. Bu bağlamda sosyolojiyi Osmanlı’ya aktaran tüm ekoller ve isimler, pozitivist sosyoloji anlayışına sıkı sıkıya bağlıydı. Sosyolojinin Türkiye’deki öncü isimlerinden Ahmet Rıza, Prens Sabahattin, Ziya Gökalp pozitivist sosyolojiyi temsil ederken, Ahmet Şuayıp biyolojik sosyoloji okulunun görüşlerini savunuyordu. Dolayısıyla İttihatçı oluşumdan başlayarak, II. Meşrutiyet dönemi sosyologları; Batıcı, pozitivist, materyalist ve evrimci bir bilim anlayışını benimsemişlerdi. Bu anlayışı “müspet” bilim şeklinde tanımlayan sosyologlar sosyolojiyi, Batı’da olduğu gibi, “sosyal fizik” olarak görmüşlerdi. Bu bilim anlayışı üzerine kurulan sosyoloji, kısmi değişmeler dışında, aynı çizgiyi Cumhuriyet tarihi boyunca da sürdürmüştür.
Batı’da sosyolojinin ortaya çıkışı ve yerine getirdiği görevler daha çok siyasal içeriklidir. Bir başka anlatımla, Batı sosyolojisinin ortaya çıkışı, burjuva toplum düzenini korumayı, kollamayı ve sürdürmeyi amaçlar. Türkiye’nin sorunlarını çözmek adına Batı’dan uyarlanan ve sosyologların elinde yeniden biçimlenen veya Batı’dan aynen aktarılan sosyolojinin Türkiye’de siyasal bir yaklaşımın dışında kalmasını beklemek mümkün değildir. Sosyologlarımız, Osmanlı’nın siyaseten kurtuluşunu uluslararası ilişkiler dengesinde hangi ülke ile işbirliğinde görmüş ve siyaseten o ülkeye eğilim göstermişlerse, sosyolojiyi de o ülkede geçerli olan bilim anlayışı çerçevesinde biçimlendirmişler; ilgili ülkede var olan sosyoloji ekollerinden birini tercih ederek, tavırlarını açıkça ortaya koymuşlardır. Dış kaynaklı böyle bir tercih, sosyologların siyaset ve bilim anlayışlarını da beraberinde getirmiştir.
Toplumsal sorunlarla ilgilenme ve bu sorunları giderme çabası içerisinde olmak, ancak siyasetle mümkün olduğundan ve sosyolojinin de böyle bir durumda doğrudan işe dahil olmasından dolayı, siyasal ortama giren ve siyasal çatışmalara katılanlar, aynı zamanda sosyolojiye de yakınlık duymuşlar ve “sosyolog” olmuşlardır. Bir başka anlatımla, siyaset aracılığı ile topluma yön verme çabasında olan sosyologlarımız önce kendilerince geçerli gördükleri Batılı bir ülkenin siyasetine bağlanmışlar ve oradan bu siyasete uygun sosyoloji ekolünü, dolayısıyla bilim anlayışını almışlardır. Bu bağlamda, sosyolojideki ekoller ve bu ekollerin seçimi, Batılı bir ülkenin siyaseten tercihi anlamına da gelmektedir. Bunun nedeni, “karşılaştığımız sorunların çözümünün Batı içinde bazı devletlerle yapılacak ittifaklarla çözüleceği görüşü ve inancının yaygın bir eğilim olması”dır. (1)
Sosyologların bilimi/sosyolojiyi kavrayışları, Türk sosyoloji tarihi boyunca genellikle siyasal içerikli ve ideolojik boyutlu olmuştur. Toplumsal ve uluslararası olayların siyasal açıdan kavranılması, ideolojileri de içerdiği için, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ndeki problemleri siyasal merkezli sorunlar olarak değerlendiren sosyoloji ekolleri, bu sorunların çözümünün de siyasal içerikli olduğu önsel kabulünden hareketle, siyasetin bir gereği olarak, “bilimsellik” adı altında, sosyolojiyi kullanmışlardır. Bu bağlamda, Türk sosyologlarının devleti, dolayısıyla toplumu kurtarma adına üretmeye çalıştıkları reçeteler siyasal merkezlidir. Batı’dan aktarılan ve uygulanmaya konulmak istenilen bu reçetelerde sorunlar, Batı yanlısı bir siyasal tercihle, uluslararası dengeler gözetilerek çözülmek istenmiştir. Aktarma ve uyarlama temelli bu yaklaşımlar sonuçta, Batı siyasetinin bir parçasına veya tamamına teslim olmak gibi birbirine bağlı iki genel eğilimi beraberinde getirmiş; bu anlayış, aynı zamanda Türk sosyolojisinin sınırlarını da belirlemiştir.
Batı’da geçerli olan siyasal dengelere göre biçimlenen ve bu dengelerden hareketle Türkiye’nin sorunlarına talip olup, bu doğrultuda siyaset ve bilim üreten sosyologlarımız, sosyolojideki yöntem ve bilim yaklaşımlarını siyaseten tercih ettikleri ülkelerin egemen bilim anlayışları doğrultusunda kabullenerek, bu anlayışları Türkiye’de de etkin hale getirme mücadelesi vermişlerdir. Bu bağlamda, Türkiye’nin toplumsal sorunlarına çözüm bulmak adına hangi ülke öne çıkarılmış veya çıkmışsa, o ülkede geçerli olan bilim anlayışı ve o anlayışı temsil eden sosyologlar Türkiye’de egemen olmuşlardır. Bir diğer anlatımla, sosyologların toplum anlayışlarındaki farklılıklar, onların bilimsel bakış açılarına da doğrudan yansımıştır. Bu yaklaşım sonucu Türkiye’de siyasi partilerle sosyoloji ekolleri eşleştirilmiştir.
Örneğin İngiltere; Prens Sabahattin, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Science Sociale ekolü, Almanya; Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki Fırkası, Sosyolojizm ekolü şeklinde başlayan kutuplaşma Cumhuriyet yıllarında biçim değiştirerek, ama Batıdaki gelişmelere sıkı sıkıya bağlı kalarak sürmüştür. Karşıt siyasal sistemlerin savunuculuğunu üstlenen sosyologlar, savundukları ülkeleri ve o ülkelerde geçerli olan bilim anlayışlarını merkeze yerleştirmişler, siyaseten karşı çıktıkları ülkelerin Türkiye’de temsil edilen bilim anlayışlarını reddetmişlerdir.
II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin önde gelen sosyologları aynı zamanda siyasetin de etkili aktörleri olmuşlardır. Prens Sabahattin, Fransız kaynaklı olmasına karşın İngiliz siyasal ve toplumsal anlayışını/yapısını öne çıkaran ve “eski rejime” yakın duran Science Social ekolünü Türkiye’ye getirmiştir. Bu ekol, İngiliz toplum yapısını, siyasal sistemini, dünya egemenliğini haklı gören bir sosyoloji anlayışını savunmaktadır. Diğer yandan, Ziya Gökalp de bir başka Fransız sosyoloji ekolü olan Sosyolojizm’i, Türkiye’ye aktarırken, Almanya ile işbirliğini esas alan bir siyasal yaklaşım içerisindedir. Cumhuriyet döneminde de aynı anlayışlar sürdürülmüştür. Zaman içerisindeki bazı değişimlere bağlı olarak, 1940’lardan itibaren Amerikan, 1990’larda ise yine Amerikan siyasetlerinin bir yansıması olan postmodern sosyoloji merkeze yerleştirilmiştir. Yine sosyologlar Cumhuriyet öncesinde İT ve AF-HİF; Cumhuriyet döneminde ise CHP, HP, DP, TİP, YDY gibi çeşitli partilerin merkezinde bulunmuşlar, mesleki olarak mutlaka Batılı bir ülkede gelişen sosyoloji anlayışlarına yakın durmuşlar ve o anlayışları savunurken, egemen sosyolojinin temsilcisi olarak, diğer sosyoloji anlayışlarını tartışma konusu bile yapmamışlardır.
II. Meşrutiyet döneminde tüm kurum ve kuruluşları ile sosyolojiyi Türkiye’de yerleştirmeye çalışan sosyologlar, topluma/devlete yön verme çabası içerisinde; kültür-uygarlık, din-devlet, kamucu-bireyci, merkeziyetçi-ademi merkeziyetçi gibi ayrımları temel sorun olarak alıp, bunları siyasal tercihlerinin merkezine yerleştirmişlerdir. Dönemin sosyologları, Batıcılaşmayı savunmak ve Batı yanlısı bir siyasetin tek geçerli çıkış yolu olduğunu göstermek için tüm siyasi argümanları kullanmışlardır. İngiltere, Reval’de Osmanlı’yı gözden çıkararak Rusya ile paylaştığından, II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı aydını için siyasal proje ve görüşleri ile Batı içerisinde tercih edilen ülke artık Almanya ve Alman yanlısı bir siyaset olmuş, bu nedenle Türkçü/milliyetçi siyasal yaklaşımlar ağırlık kazanmıştır.
Sosyoloji, II. Meşrutiyet döneminde Batı savunusu adına daha sistemli ve kurumsallaşmış bir biçimde Türkiye’ye girmiş ve dönemin iç-dış koşulları kapsamında şekillenmiştir. Bu şekillenişte uluslararası ilişkiler ve bu ilişkiler üzerinden siyaset üreten takımların belirleyici etkisi olmuştur. Türkiye’de sosyoloji aracılığı ile farklı Batı savunularına girişen takımların ezici çoğunluğu İttihat ve Terakki içerisinde gelişmiş ve daha sonra örgüte egemen olamayan gruplar oradan ayrılarak, savunuculuğunu yaptıkları ülkelerin siyasetlerine uygun oluşumlar gerçekleştirmek üzere yeni dernekler ve partiler kurmuşlardır. Daha önce başlayan ve II. Meşrutiyet’in ilanından bir süre sonra iki büyük blok şeklinde ayrışan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ana ekseni milliyetçilere kalırken, İngiliz yanlısı siyasetin savunucuları yeni oluşumlarını, yeni parti ve derneklerle somutlaştırmışlardır.
“Sosyoloji, toplumsal olgularla ilgili bilginin nesnel ve bilimsel dalı olma savı ile doğmuştur. Ancak, gerçekte belirli bir sınıf ideolojisi işlevi yerine getirmeye yazgılanmıştır. ” (2)
Sosyoloji Batıda sınıf merkezli bir toplum anlayışıyla, kapitalizme dayalı burjuvazi düzenini korumaya çalışırken, Türkiye’de devlet merkezli bir siyaset anlayışı benimseyerek, uluslararası ilişkilerle uyumlu, yeni bir siyasal çıkış arayışına girişmiştir. Artık bu çıkışı gerçekleştirecek olan kurtarıcı sosyolojidir. Batı merkezli sosyoloji ekolleri, bu amaca ulaşmak için, kendilerine göre pek çok çıkış/batış yolu göstermekle birlikte, bu yollardan ikisi daha fazla öne çıkmıştır. Bunlardan birincisi Ziya Gökalp’in temsil ettiği milliyetçi ve Alman yanlısı sosyoloji anlayışı, ikincisi ise Prens Sabahattin tarafından temsil edilen liberal-muhafazakar İngiliz yanlısı sosyoloji anlayışıdır. Organist sosyoloji, psiko-sosyoloji, Marksist sosyoloji gibi daha birçok sosyoloji anlayışı, devletin/toplumun kurtuluşu için Sosyolojizm ve Science Sociale ekolleri kadar geçerli siyasetler üretemedikleri için sesleri ve etkileri de, hiçbir zaman, bu iki ekol kadar duyulmamıştır.
II. Meşrutiyet dönemindeki siyasal mücadelelerin sonucu olarak Osmanlı’da ortaya çıkan egemen siyasal tercih, milliyetçiliktir. Bu tercihin arkasında yer alan sosyoloji anlayışı ise Sosyolojizm’dir. İç siyasal mücadelelerin galibi İttihat ve Terakki ve bu partinin ideolojisini oluşturan sosyoloji anlayışı, devlet içerisinde merkezi bir konuma sahiptir. İttihatçıların rakibi ise ademi merkeziyetçi-liberal bir tercihle siyaset yapan Hürriyet ve İtilafçılardır. Bu iki siyaset ve sosyoloji ekolünün temsilcileri olan Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin Batı sosyolojisinin bilim anlayışını aynen Türkiye’ye aktarmakla birlikte, savundukları siyaset ve sosyoloji ekolleri birbirine rakip toplum modelleri önermelerinden dolayı, farklı sosyoloji tekniklerini öne çıkarmışlardır. Başka bir deyişle, farklı sosyoloji ekollerinin ve siyasetlerinin savunulması, onların Batı merkezli yöntem ve bilim anlayışlarınıda farklılaştırmıştır.
Başlangıçtan bu yana sosyologlar, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerindeki tercihleri ile paralel yöneldikleri ülkelerin bilim anlayışlarını benimsedikleri için, ülke içerisinde de bu bilim anlayışını yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu çerçevede Türkiye’deki sosyologların bilim anlayışları özgünlük taşımadığı gibi, Batı dışı bir yaklaşımdan da hiçbir zaman uzak kalamamışlardır. Daha açık bir ifadeyle, Türk sosyologlarının siyasal içerikli çözüm önerileri gibi bilim anlayışları da çoğunlukla Batı merkezli, Batı’ya bağımlı ve Batı savunusuna hizmet etmeye kurgulanmış bir zihniyet dünyasını temsil etmektedir.
Batı kendi içerisinde tek merkezli değildir. Batı içerisinde de farklı merkezler ve bu merkezlere ait farklı bilim anlayışları bulunmaktadır. Bu bağlamda Batı’da iki genel merkez görülmektedir: Anglo-Sakson ve Kara Avrupa’sı merkezleri. Türkiye’deki sosyologların bağlı oldukları siyasal anlayışa göre bilim anlayışlarındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. İki ayrı merkezin temelde aynı bilim anlayışına, zihniyetine sahip sosyologlarının ayrıldıkları temel nokta, sadece bilimsel veriler adına kullanılan teknikler bazında ortaya çıkmaktadır.
Batı sosyoloj isinde ve bizde geçerli olan Ziya Gökalp’in bilim anlayışına göre, sosyoloji araştırmaları ile tüme, genele, bilinmeyen mutlağa ulaşmak ve böylece sosyal işleyişini gerçekleştiren toplumsal yasalara varmak mümkündür. Var olan, ancak bizim bilemediğimiz toplumsal yasalara ulaşmamız, sosyoloji ve sosyoloj i çalışmaları ile mümkündür. Sosyolojik yasalara giden yolun adı pozitivizme dayalı bilimselliktir. Pozitivist bilim anlayışı, Batı sosyolojisinden her zaman etkilenen ve beslenen Türk sosyologları için de, Batı’daki gibi, benimsenip savunulmaktadır. Örneğin Ziya Gökalp, pozitivizmin ve determinizmin etkisi ile topluma yön vermenin dahiler ve sosyologların elinde olduğunu; dahilerin sezerek, sosyologların ise toplumsal gerçekliğe bağlı olan kanunları bularak ve bilerek bir ulusun evriminde etkili olabileceklerini belirtir.
Sosyologların öngördükleri toplum modellerinin farklılığı, onların toplum sorunlarına yaklaşımlarını da farklı kılmaktadır. Bu anlayış farklılıkları, sosyolojide kullanılan teknikleri de çeşitlendirmektedir. Deney, gözlem ve monografi teknikleri ağırlıklı olarak Prens Sabahattin’in temsil ettiği Science Sociale ekolü tarafından kullanılmıştır. Prens Sabahattin’in temsil ettiği Science Sociale’n yöntem anlayışı bu tekniklere dayanırken, rakip siyasal eğilime mensup sosyoloji ekolünü de sosyal felsefe yapmakla, sosyolojiden anlamamakla itham etmektedir. Aynı itham, bir başka dönemde, Ankara ekolü sosyologları tarafından, İstanbul ekolü sosyologlarına karşı yöneltilmiştir. Oysa, II. Meşrutiyetin iki ekolü ve 1940’ların Ankara ekolüde pozitivist ve determinist bir sosyoloji anlayışına sahiptir. Sadece kullandıkları teknikler farklıdır ve bu farklılığın kaynağı da siyaseten savunulan toplum modeline bağlıdır.
Prens Sabahattin’in sosyoloji anlayışında gözlem ve monografi teknikleri egemendir. Prens Sabahattin bilimin, deney ve gözlem yönteminden doğduğunu söylerken, Anglo-Sakson bilim anlayışını yine pozitivizme ve determinizme bağlı olarak ortaya koymaktadır. Prens Sabahattin’in Science Sociale’e ilgisi kendisine yaptığı siyasal seçimi savunabilme olanağı sağladığı içindir. Prens Sabahattin, İngiltere’ye Science Sociale aracılığı ile ilgi duymamış, tam tersine, İngiltere siyasal tercihi nedeniyle Science Sociale yönelmiştir. (3) Prens Sabahattin Science Sociale ekolünün yaklaşımını gerçek bilim sayarken, sosyolojiyi bir toplum felsefesi olarak değerlendirir. Dolayısı ile her ekol diğerinin sosyoloji anlayışını, toplumsal sorunlara çözüm bulabilme potansiyelini yetersiz bulmaktadır.
Her sosyolog, toplum yapısının ortaya çıkardığı sorunları, sosyolojinin pozitivizme dayalı teknikleriyle giderme yolunun, kendi siyaset anlayışı doğrultusunda bir toplumsal yapı değişikliğine gidilmesiyle gerçekleştirileceğini öne sürmektedir. Prens Sabahattin’in ademi merkeziyetçi, Ziya Gökalp’in ulusal yapının güçlendirilmesi yönündeki görüşlerini bu doğrultuda irdelemek gerekmektedir. 1940’larda Ankara ekolünün kentleşmeye, ekonomik ilişkileri biçimlendirmeye, sınıflı yapıyı ortaya çıkarmaya yönelik önerileri ile daha sonraki dönemlerin modernleşmeci ve postmodern anlayışlarını da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.
Prens Sabahattin, İngiliz yanlısı bir siyaset ve toplum modeli savunarak, buna uygun bir sosyoloji ekolünü temsil ederken, rakibi olan İttihat ve Terakki’nin düşün liderlerinden Ziya Gökalp, Alman eğilimli-milliyetçi bir sosyoloji ekolünün temsilcisi olarak Türkçü politikalara yönelmiştir. Bu bağlamda, Ziya Gökalp’in İttihat ve Terakki ile birlikte ve sosyoloji aracılığı ile gündeme getirdiği uluslaşma yolundaki politikalar, “bilim” gündeminin de başlıca konuları arasında yer almıştır. Ziya Gökalp, sosyoloji anlayışının ve toplumsal olan tüm konuların merkezine milliyetçiliği yerleştirmiştir.
Osmanlının temel siyaseti İttihatçı yönetimle birlikte milliyetçi bir çizgiye çekilirken; Batı sosyolojisinden destek alan Ziya Gökalp de bu partinin politikalarının belirlenmesinde akıl hocalığı yapmakta ve devletin Batı ile ilişkilerine milliyetçi söylem çerçevesinde yön vermektedir. Milliyetçi anlayış doğrultusunda, yeni söylemler, yeni politikalar ve yeni uygulamalar gündeme getirilmekte ve bunlar yeni yorumlara tabi tutulmaktadır. Devlet politikasına yön verenlerin konuları değerlendirme biçimleri, sorunlara bakış açıları değişmekte ve yeni eğilimler doğrultusunda politikalar belirlenerek uygulamaya konulmaktadır. Ziya Gökalp önderliğinde Batıcılık, milliyetçilik ve İslamcılık sentezlenerek yeniden yorumlanmakta ve devlet/toplum yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır. Ulusalcı toplum anlayışı doğrultusunda kurumsal yapılanmaya gidilmekte, Almanya ile Osmanlı çıkarları birlikte kotarılmaktadır.
Batıcılık yolunda milliyet ve İslamcılık birlikte değerlendirilirken milliyetçilik öne çıkarılmaktadır. Bu bakış açısı çerçevesinde bilim anlayışı da özellikle Almanya’dan gelen uzmanların askere verdiği eğitim, üniversiteye davet edilen hocalar ve daha da önemlisi çok sayıda öğrencinin eğitim için Almanya’ya gönderilmesi ile Alman bilim anlayışı Türkiye’ye yerleştirilmektedir. Artık Türkiye’de geçerli olan siyaset Alman çıkarlarını da birinci derecede hesaba katmakta, buna uygun ideolojilerle iş yapmakta ve ülkede Alman bilim anlayışı geçerli olmaktadır. Bu politikaların sosyolojideki yansıması, simgesi, Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” adlı eseridir.
Her şeyden önemlisi Almanya ile yürütülen siyaset doğrultusunda Osmanlı toplumu yeni kavramlarla, konularla, anlayışlarla karşılaşmakta ve devlet yönetimi bunlar doğrultusunda şekillenmektedir. İslamcılık, Batıcılık ve ulusalcılık Türkçülük başat faktörü çerçevesinde uzlaştırılmaktadır. Almanya ile birlikte yürütülen bu milliyetçi politikalar Orta Asya Türk toplumlarını da kapsayacak şekilde 1918’e kadar devam etmiş ve 1918’de iflasla sonuçlanmıştır. 1918’den sonra ise İngiltere ile ittifakı öne çıkaran bir yaklaşım Türkiye’de egemen olmaya başlamıştır. Ziya Gökalp’in savunuculuğunu yaptığı sosyoloji-bilim anlayışı tasfiye edilerek, Prens Sabahattin’in temsil ettiği ve İngiliz siyasetinin sözcülüğünü yapan Science Social ekolü ön plana geçirilmiştir. Artık gündeme egemen olan konular ve bilim anlayışı da değişmiştir.
1918’den itibaren İngiltere’nin, Osmanlı’da inisiyatifi ele alması ile yönetime de İngiliz siyasetini temsil eden ekip gelmiştir. İngiliz yanlısı yönetimin Osmanlı’da İngiliz siyasetine dayalı anlayışı ile gündemin başat konusu da İngiliz mandacılığının kabulü merkezinde olmuştur. Bu bağlamda Prens Sabahattinci görüşler merkeze yerleştirilmiştir.
Türkiye’nin toplumsal yapısının kamucu yapıdan bi reyci yapıya geçmesi ile sorunların da çözüleceği belirtilmektedir. Prens Sabahattin, 1913’te yazdığı “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?” adlı kitabını bu koşullarda, 1918’de yayımlanmıştır. Türkiye’de artık İngiltere, İngiliz çıkarları ve Anglo-Sakson bilim anlayışı egemendir. Bu anlayışın gündeme getirdiği konular ise liberal muhafazakarlık, İngiltere’ye bağlılık, İngiliz toplumuna benzeyen bir Türk toplum modeli oluşturmaktır. Başka bir anlatımla, İngiliz siyasal çıkarları ile işbirliğini merkeze alan Prens Sabahattin’in “bilim” gündeminde liberal-muhafazakar bir toplum modeli bulunmaktadır. Prens Sabahattin’e göre merkeziyetçiliğe devam ettikçe; fikir özgürlüğünün, ilerlemenin, gelişmenin ve toplumsal sorunlara çözüm bulmanın olanağı bulunmamaktadır.
Yurt dışında İngiliz çıkarları adına Abdülhamit’e karşı siyasal bir mücadele yürüten, İngiliz çıkarları doğrultusunda ülkenin geleceğini planlamaya çalışan Prens Sabahattin’in karşısında, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkiye’ye döndüğünde, Almanlara daha yakın duran İttihatçıların bulunması, onun için kabul edilemez bir durum olmuştur. Prens Sabahattin Türkiye için İngiliz yanlısı bir siyaseti hayata geçirmek istemekte, bu siyasi yaklaşıma, Ziya Gökalp ve bağlı bulunduğu parti karşı çıkmaktaydı. Prens Sabahattin, Abdülhamit devrilene kadar içinde ve yakınında bulunduğu İttihatçılara karşı oluşturulan tüm siyasal faaliyetlerde lider olarak etkin rol oynamış ve yürütülen her türlü karşı devrim, darbe ve eylemin merkezinde yer almıştır.
Prens Sabahattin, yönetim biçimi değiştirilmeden yöneticilerin değiştirilmesi ile toplumsal sorunların çözülmeyeceğini belirtiyordu. Toplumsal yapı kamucu örgütlenme biçiminden bireyci örgütlenme biçimine doğru dönüştürülmeli, değiştirilmeliydi. Sorunların kaynağı Batı’ya benzemeyen toplumsal yapının derinliklerinde yatmaktaydı. Osmanlı toplum yapısını mutlaka İngiliz toplum yapısına benzetmek gerekmekteydi. İşte gün gelmiş ve İngilizler Osmanlı yönetimini ekipleriyle ele geçirmişlerdi. Artık toplumsal değişme adına Science Social ekolü doğ rultusunda sosyoloji çalışmaları yapılabilirdi.
Prens Sabahattin 1918’de, İngiltere’nin Osmanlı’yı işgali ile siyasal düşünceleri doğrultusundaki “bilimsel” programını uygulama olanağına kavuşmuştur. Onun siyasal tercihi baştan beri, Osmanlı’yı İngiltere’ye bağlamak ve İngiliz mandası yapmaktır. Sadece siyaseten İngiltere’ye bağlanmak da, Prens Sabahattin’in sosyoloji anlayışında, sorunları çözmeye yetmemektedir. Onun toplumsal yapıdan kaynaklı olarak gördüğü sorunlar konusunda öne sürdüğü radikal çözüm önerisi, toplumsal yapıyı İngiliz toplum yapısına benzetmekten geçmektedir. İngiltere üstünlüğünün gündeme gelişi siyasi tartışmaların ötesinde, belirli bir toplum modelinin övgüsüne dayanmaktadır. (4)
Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde pek çok sosyolog, Osmanlı ve Türk toplumunun geçmişini, mevcut durumunu ve geleceğini pozitivist yaklaşımla ve kuramsal anlayışla çözümlemeye çalışmıştır. Sosyolojide teorik yaklaşımın dışında, çözüm önerme adına, uygulamalı çalışmalar yapan ilk isim Science Sociale ekolünden ve Prens Sabahattin’in öğrencilerinden Mehmet Ali Şevki Bey olmuştur. Mehmet Ali Şevki Bey’in 1920’li yıllarda başlattığı uygulamalı çalışmalar, 1940’lı yıllarda Ankara ekolü sosyologları tarafından sürdürülmüştür. Bu devamlılığı, Anglo-Sakson sosyoloji anlayışının Amerikan sosyoloji anlayışına etkisi ve daha sonraki yıllarda oradan Ankara ekolü sosyologları tarafından Türkiye’ye aktarılması şeklinde değerlendirmek gerekir.
Mustafa Kemal’in önderliğinde yürütülen Kurtuluş Savaşı ile birlikte İngiliz ler adına savaşan Yunanistan ile İngiliz sömürgeci yönetim anlayışının temsilcisi Osmanlı yönetimine sahip siyasi çevreler yenilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetleri ve Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin kurulması sonucu Batı ile çeşitli konularda uzlaşma sağlanarak, bağımsız bir dış politika anlayışı hayata geçirilmiş, İngiltere’ye bağlı siyasal ekipler ve Anglo-Sakson bilim anlayışı, bu ekiplerin yurt dışına sürgüne gönderilmesi ile tasfiye edilmiştir. Cumhuriyet’in ilanı ile yeni yönetim, bilim anlayışını daha bağımsız bir çizgiye oturtmuştur. Cumhuriyet hükümetleri bu bağımsız dış politikayı 1940’lara kadar devam ettirmiştir. Türkiye’nin siyasal sorunları belli bir çözüme kavuşturunca sosyolojinin temel işlevi de değişmiştir. Türkiye, siyaseten daha bağımsız bir dış politika izlediğinden, bilimsel tercihlerini de bu doğrultuda gerçekleştirmiş ve Almanya, Fransa, İngiltere ile bilimsel işbirliğini çok yönlü olarak sürdürmüştür.
Bilime, bilimsel konulara ve toplumsal sorunlara daha bir bağımsız çizgide, Türkiye’nin çıkarları açısından yaklaşılmıştır. Türkiye bu dönemde bilim anlayışını ulusalcı bir temel üzerine yerleştirmiş; Türk dilini ve Türk tarihini milliyetçi bir yaklaşımla inceleyecek kurumlar oluşturmuştur. Yeni bir bilim ve siyaset anlayışı geliştirilirken, parti- devlet bütünleşmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Milliyetçilik ve halkçılık, kitlelere ulaşma politikası olarak gündeme getirilmiş ve bu doğrultuda çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Ulusalcılıktan uzak bilim çevreleri kısmen de olsa 1933 üniversite reformu ile tasfiye edilmiştir. Bu yıllarda Alman bilim adamlarından azami ölçüde yararlanılmıştır. Hatta sosyal bilimler alanındaki yurt dışı doktora eğitiminde özellikle Almanya ve ardından Fransa ve ABD tercih edilmiştir.
1940’lara gelindiğinde “göreceli bağımsızlık” politikalarından II. Dünya Savaşı koşullarında vazgeçildiği görülmektedir. Türkiye’nin dış politikası II. Dünya Savaşı boyunca gelgitlere sahne olmuş ve savaşın sona ermesi ile 19. yüzyılda yürütülen bağımlı dış politikaya geri dönülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti 1945’ten itibaren, tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi Batılı büyük bir devlete dayanarak ve o devlet veya devletler topluluğunun Orta Doğu’daki çıkarlarını SSCB’ne karşı koruyarak ayakta kalma politikası izlemeyi tercih etmiştir. Bu politikanın ortaya çıkmasında Şubat 1945’te toplanan Yalta ve Temmuz- Ağustos 1945’te toplanan Potsdam konferanslarının etkisi büyüktür. Bu konferanslarla dünya ABD, SSCB ve İngiltere’nin önderliğinde kapitalist ve komünist bloklar şeklinde iki büyük çıkar alanına ayrılmış; SSCB’nin itmesi, Batı bloğunun çekmesi de Türkiye’yi hızlı bir şekilde Batı bloğuna yaklaştırmıştır.
Bu gelişmeler sonucu Türkiye’nin dış politikası, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’ya sıkı sıkıya bağımlı hale getirilmiştir. Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde yardım yapılmaya başlanmış, Türkiye Batı bloğuna tamamen katılabilmek için Kore’ye asker göndermiş ve bunun sonucunda 1952’de NATO’ya alınmıştır. Siyasal kurumlar II. Dünya Savaşı sonrasında yeniden biçimlendirilmiş; 1950- 1960 döneminde DP iktidarı Türkiye’yi “küçük Amerika” yapmak adına, dış politikada her türlü tavizi vermiş, ülkeyi ABD’nin Orta Doğu’daki ileri karakolu haline getirmiştir. Bu süreç sonunda, Türkiye’nin yeri artık siyasal, ekonomik ve askeri örgütleri ile bütünleştiği Batı dünyasının ve ABD’nin yanında, Batı çıkarlarının savunucusu pozisyonundadır.
Türkiye’de II. Dünya Savaşı sırasında bazı dönüşümler gerçekleşirken, ABD’de doktora yapan sosyologlar da ülkeye dönmeye başlamışlardır. Bu sosyologların Türkiye’ye dönüşü ve üniversitelerde görev almaları ile Türkiye’nin dış politika değişiklikleri hemen hemen aynı tarihlere rastlamaktadır. Ve ABD ile ilişkiler yoğunlaştıkça Türkiye’nin de siyasal ve bilimsel tercihleri, bilim anlayışı yeniden değişmeye, şekillenmeye başlamıştır. Klasik anlamda sosyologlarımız bu dönemde de pozitivist, determinist bilim anlayışına dayanmaktadırlar. Örneğin H. Ziya Ülken, söz konusu yıllarda, bilimde tarafsızlık ve gayri şahsilik istenmektedir.
1940’larda, daha önceki çalışmalarımızda Ankara ekolü olarak nitelendirdiğimiz gruba mensup sosyologlardan özellikle Behice Boran, insan-insan ve insan doğa ilişkilerinden söz eden Marksist bir yaklaşımı, Amerikan sosyoloji ekolü ile birlikte Türk sosyolojisine taşımıştır. Ankara ekolü sosyologlarının kendi adlarına belki de en büyük şansları, Türkiye’nin değişim doğrultusu ile temsil ettikleri sosyoloji anlayışının üst üste gelmesidir. 1940’larda, dış siyasal gelişmelere bağlı olarak, Türk sosyolojinde Amerikan sosyolojisi Ankara ekolü sosyologlarıyla öne çıkmaya başlamıştır. Köy ve kent çalışmaları belirli bir ivme kazanmıştır. Behice Boran’ın Toplumsal Yapı Araştırmaları ve Niyazi Berkes’in Bazı Ankara Köyleri Üzerine Bir Araştırma adlı çalışmaları, bu dönemde sosyoloji adına örnek verilen eserlerdir.
1940’lı yıllarda Anglo-Sakson bilim anlayışının öncülüğünü sosyologların yanı sıra, birçok sosyal bilimci de yapmaktadır. Bu sosyal bilimciler arasında iktisatçılar, sosyal psikologlar ve antropologlar önde gelmektedir. Behice Boran, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, İbrahim Yasa, Muzaffer Şerif Başoğlu, Mümtaz Turhan gibi sosyal bilimcileri bu anlayış içerisinde saymak mümkündür. Aynı yıllarda sosyolojinin yanı sıra antropoloji de önem kazanmış ve sosyoloji araştırmaları üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Antropolojinin Türkiye’deki önemi ve sosyologlar üzerindeki etkisi, 1950 ve 1960’lı yıllarda belirgin şekilde artmıştır. Bu etkinin en bariz yansımaları, 1960’ların en fazla kabul gören iki sosyoloğu, Mübeccel Belik Kıray (5) ve Şerif Mardin’de açık bir şekilde görülmektedir. Diğer yandan Amerikan sosyoloji anlayışının 1940’lar Türkiye’sindeki öncü isimleri; siyasal tercihleri açısından farklı bir çizgide durmakla birlikte, 1950’lerden itibaren etkinliğini artıracak olan Anglo-Sakson bilim anlayışının önde gelen savunucuları olarak, yetiştirdikleri öğrencileri ile, 1960’lar Türkiye’sinde yapısal- işlevselci sosyoloji anlayışının yerleşmesine de katkı sağlamışlardır.
Amerika’da doktora yapan ve 1940’lar Türkiye’sinde oluşan Ankara ekolü, pozitivizme ve determinizme sıkı sıkıya bağlıdır. Bu dönemde de sosyolojinin olmazsa olmaz temel anlayışı, pozitivizm ve determinizmdir. Diğer yandan, Ankara ekolü, yapısal- işlevselcilik ile Marksizm’i yeniden biçimlendiren bir anlayışı da temsil etmektedir. Yapısal- işlevselci ve Marksizm karışımı bir yöntem anlayışına sahip olan Ankara Ekolü, 1940’ların tam da netleşmeyen ortamının ürünüdür. 1940’ların ilerleyen yıllarında dünya siyasetinin karmaşık görüntüsü, iki kutup şeklinde netleştikçe, Amerikan sosyoloji anlayışına dayalı sosyoloji yapma biçimi öne çıkarılırken, Ankara ekolüne mensup sosyologlar sola ve Marksizme dayalı dünya görüşleri nedeniyle üniversiteden uzaklaştırılırlar. Bir başka anlatımla, Ankara ekolü sosyologlarının 1940’larda öne çıkması ve Türk sosyoloji tarihinde etkin bir yere sahip olmaları, Amerikan sosyoloji anlayışını Türkiye’ye taşımalarından ve yapısal-işlevselci sosyoloji anlayışı adına yapmış oldukları öncülükten kaynaklanmaktadır.
Aslında Ankara Ekolü sosyologlarından Behice Boran da sosyolojiyi “burjuvazinin köpeği” olarak kabul etmekte ama yine de Amerikan sosyoloji anlayışı doğrultusunda çalışmalar üretmekteydi. Bu ikilem, Amerikan sosyoloji anlayışının temsilcisi ve savunucusu konumundaki Behice Boran’ın temel çelişkisidir. Boran’ın Amerikan sosyolojisine dair getirdiği açıklamalar geçerli olmasa da, sosyoloji anlayışını ortaya koyması bakımından önemlidir:
”Amerika’da değişik toplumsal koşullar farklı bir ideolojik durum ile ifadesini bulmuştur. Feodal bir geçmişin yokluğu, hızla genişleyen ekonomi, toplumsal sınıfların akışkanlığı, burjuva demokratik toplumsal düzenin toplumsal değerlerini Avrupa’ya göre, Amerika’da gerçek olmaya daha yakınlaştırmıştır ve hem eylem hem de ideoloji düzeylerinde sınıf çatışması Amerika’da, Avrupa’daki kadar keskin değildir. Bundan dolayı, genel olarak sosyalizm, özel olarak Marxizm Amerikalı düşünürler arasında Avrupalılarda görülen aynı etkileri oluşturmamıştır. Ancak, bu, sosyolojinin Amerika’da bir sınıfkarakteri taşımadığı anlamına gelmez. Çünkü taşıyordu. Sosyoloji, tam anlamıyla başarıya ulaşmış, iyimser burjuvazinin bilimiydi. Amerikan sosyologları kendi kültürel sistemlerinin toplumsal yapısını, Marxist-sosyalist hareket biçiminde güçlü bir muhalefet ya da eleştiri olmadığından, verili olarak aldılar ve dikkatlerini toplumsal sistemin işleyişinin ayrıntıları üzerinde odaklaştırdılar.” (6)
Boran’a göre, Amerikan sosyolojisi tarih felsefesi engelini atlamış ve kendisini ondan tümüyle kurtarmıştır. (7) Gerçekte bu sav, sosyolojiye yüklenen “ideoloji yapma” gerçeğinin suçlamaya dönüşmesinden kaçmak ve/veya bundan gizlenmek için uygulamalı sosyolojiyi öne çıkarma çabasından farklı bir şey değildir.
Bu yıllarda, dünya siyasetine Soğuk Savaş koşulları egemendir. İlişkiler geliştikçe, Türkiye ABD’ye bağımlı hale gelmektedir. Anglo-Sakson bilim anlayışının ilk temsilcileri, dünya görüşleri nedeniyle, üniversiteden uzaklaştırılırken onların yerine yine aynı bilim anlayışını savunan milliyetçi-muhafazakar bilim insanları getirilmektedir. (8) Bu gelişmeler sonucu, Anglo-Sakson bilim anlayışı, 1950’lerde Türk bilim dünyasına egemen olur. Aynı doğrultuda ODTÜ ve Atatürk Üniversiteleri kurulmuş; diğer üniversite ve fakültelerin bilim anlayışları değişmiştir. Şerif Mardin’in aşağıdaki cümleleri bu konuyu aydınlatmak açısından oldukça önemlidir. Mardin, 1950’lerdeki bilimsel zihniyet dönüşümüyle ilgili olarak şöyle bir örnek vermektedir:
Asistanlığım sırasında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde siyaset biliminin hukukla ilgisinden yola çıkan Fransız kaynaklı bir siyaset bilimi yöntemi üzerinde durulurdu. Bizim kuşağımız bu öğretiyi yerinden oynattı. Amerikan siyaset bilimini getirdi. Hukuk-siyaset geleneğinin gelişmesine engel olduk denebilir. Halbuki hukuk-siyaset ilişkisi kendi başına Türkiye için önemli bir konuydu, zamanla derinleşilebilirdi. (9)
Bir dönem öne çıkan bir sosyolog başka bir dönemde geriye düşebilmekte-düşürülmektedir. 1950’lerde daha önceki dönemin önde gelen birçok sosyal bilimcisi geri plana itilirken, muhafazakar bilim insanları öne çıkarılmıştır. 1950’lerin Anglo- Sakson bilim anlayışını temsil eden muhafazakar-milliyetçi bilim insanları ise 1960’ların siyasal gelişmelerine bağlı olarak geri plana itilerek daha merkezde, hatta sosyal demokrat çizgide yer alan bilim insanları, bu dönem, Anglo-Sakson bilim anlayışının temsilcisi olarak, yine ABD siyasetine yakın çizgileriyle, sosyoloji alanında yerlerini alırlar. 1960’larda özellikle Ereğli (10) çalışması ile Mübeccel Belik Kıray başta olmak üzere Şerif Mardin, Ruşen Keleş, Cevat Geray, Ergun Özbudun, Oğuz Arı, Deniz Baykal, Çiğdem Kağıtçıbaşı, Emre Kongar ve benzeri isimler öne çıkarlar. Yapısal-işlevselci anlayış çerçevesinde Kıray’ın gerçekleştirdiği Ereğli: “Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası” adlı çalışma ve Sosyal Bilimler Derneği mensuplarının yine aynı anlayışla gerçekleştirdikleri İzmir Araştırmaları, tüm sosyal bilimcilere örnek olarak sunulur.
1960’lardaki bilim anlayışını kavramak için yine Şerif Mardin’e bakmak gerekmektedir. Mardin, bir çalışmasının önsözünde, davranışsallığın kendi üzerindeki etkisini şöyle ifade etmektedir:
Davranışsallığa 1960’larda ne kadar önem verdiğimi şimdi hayretle izliyorum. 1960’larda fikirlerim üzerinde davranışsallığın böylesine yer etmesi, o yıllarda Türkiye’deki “normatif” düşüncenin ezici hakimiyetinden kaynaklanıyordu. (11)
1960’lı yıllarda sosyolojiye yapısal-işlevselci ve davranışçı anlayışlar egemen olsa da, bu ekollerin karşısında güçlü bir Marksist sosyoloji ve zayıf bir Weberci sosyoloji anlayışı da bulunmaktaydı. Ancak yapısal-işlevselci, davranışçı ve Marksist sosyoloji anlayışları güçlü bir pozitivist alt yapıya sahiptiler. 1960’larda Amerikan sosyoloji anlayışı yanında Marksist sosyoloji anlayışının da belirgin şekilde öne çıkması yumuşama politikalarına ve dönemin dünya konjonktürüne bağlıdır. Diğer yandan yeni açılan sosyoloji bölümlerine yapısal-işlevselcilik egemen olmuş ve bu yeni bölümlerde çalışan sosyologların bir kısmı Marksist dünya görüşünü benimsemelerine karşın, 1940’lardaki gibi, Amerikan sosyoloji anlayışını temsil etmişlerdir. Yerli ve yabancı araştırma fonları ile desteklenen alan araştırmaları da bu sosyologları yapısal-işlevselciliğe doğru itmiştir. Sosyoloji eşittir alan çalışması, güçlü bir şekilde destek bulmuş; Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığına koşut olarak, yapısal-işlevselci yaklaşım Türk sosyologlarının en önemli anlayışı haline getirilmiştir.
Türkiye’nin uluslararası ilişkilerindeki konumu doğrultusunda, 1960 sonrası artan ABD etkinliği ile Anglo-Sakson bilim anlayışı, yapısal-işlevselci sosyoloji ekolü 1 960-1980 döneminde egemen olmuştur. Türkiye’nin ABD’ye bağımlı politikaları ile bağlantılı olarak, Mübeccel Belik Kıray ve Şerif Mardin’in araştırmaları dönemin örnek çalışmaları olarak sunulmuştur. Ancak bu çalışmalardaki açıklamaların geçerliliği ve meşruluğu büyük bir özenle tartışma dışı bırakılmıştır. Türk sosyolojisinde, modernizme bağlı olarak, yapısal-işlevsel anlayış Batı düzeninin devamına hizmet ederken, 1990’larda Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesiyle Batı, tarihin sonlandığını, zıtlıkların ortadan kalktığını ilan etmiştir. Artık dünyadaki her şeyin tek hakimi ve karar vericisi ABD’dir. ABD önderliğinde küresel bir dünya oluşturulmuş buna uymaktan, ABD’nin direktiflerini yerine getirmekten başka çıkış yolu olmadığı belirtilmiştir. Bu gelişmelere paralel olarak, Batılı sosyologlar, küresel dünya ile birlikte, postmodern teoriler aracılığı ile ara geçiş formlarından, griliklerden bahsetmeye başlamışlardır.
1990’larda Soğuk Savaş Dönemi sona erdirilmiş; dünyaya çeşitli belirsizlikler, bölünmeler, çatışmalar egemen olmaya başlamış ve bu karmaşayı ancak tek güç olarak ABD’nin istediği gibi kontrol altına alabileceği fikri empoze edilmeye çalışılmıştır. Emperyalist çevreler, dünya toplumlarının ve aydınlarının kafalarını bir kez daha, ama esaslı bir şekilde karıştırmışlardır. Bu dönemin Türkiye’ye yansıması; “terörizm’: “anarşizm” veya hedefleri belli olmayan çok seslilik olmuştur. Postmodernizmin etkisiyle bölücülük öne çıkarılmış, mikro milliyetçilik ve yükselen İslamcılık Batılı çevrelerden büyük destek görmüştür. Postmodern görüşleri sahiplenen ve savunan İslamcılar, mikro milliyetçiler, neo-muhafazakar liberaller ve “piyasa ekonomisini kutsallaştırıp vurgunculuk yapan klasik Batıcı liberaller, bu gelişmelerden oldukça memnun olmuşlardır. Batı, postmodernist teorilerle dünyaya yeni bir biçim vermeye çalışırken, farklılıkları; milliyetçilik, etnik temizlik, faşizm, bölücülük şeklinde sürdürerek bu karmaşadan olabildiğince yararlanılmıştır.
Soğuk Savaş Dönemi’nin bittiği 1990’larda, dünyada postmodern teoriler bilinçli bir şekilde öne çıkarılmış, Türk sosyologları da postmodern teorilere uyum sağlamak adına hızlı bir dönüşüm geçirmişlerdir. Modernist teorilerden vazgeçilerek, Batı’daki yeni gelişmeler, postmodern tezler aracılığı ile Türkiye’ye aktarılmış, postmodernizmin ne olup olmadığı, neye hizmet adına piyasaya sürüldüğü tam olarak anlaşılmadan sözcülüğüne soyunulmuştur. Önceki dönemlerin birbirine zıt ve keskin yargıları giderilmeye, yok sayılmaya, reddedilmeye; griliklerden, ara tonlardan, uzlaşmadan dem vurulmaya; Batı’daki gelişmelerin dünyada uzlaşma ve yumuşama ortamı sağladığı yönünde övücü yazılar yayınlanmaya başlanmıştır. Türkiye’de geçerli ve egemen siyasetten pay alamayan kesimler, özellikle devlet tarafından merkezden uzak tutulan çevreler, adeta postmodernizmin en keskin savunucuları olmuşlardır.
Türk sosyologlarının Batı’yı yakından izleme geleneği, 1990’larda yoğun bir şekilde ortaya çıkan postmodernizm tartışmalarında da görülmektedir. 1990’larda Batı’da yoğunlaşan postmodernizm tartışmaları yakından takip edilmiş ve bu konuda iki yaklaşım sergilenmiştir. Bu yaklaşımların ilkinde, postmodernizmin ne olup olmadığını anlamak, kamuoyuna tanıtmak ve bilgilendirmek üzere Batı’da ileri sürülen tezler Türkçeye aktarılmıştır. Yaklaşımların ikincisinde ise, postmodern teorilerin öngördüğü bir Türkiye’nin yapılanması yönünde çaba sarf edilmiş, bu amaçla postmodern teorilerin övgüsü yapılmış, postmodernist yapılar uygulamaya konulmaya çalışılmıştır.
Batı’nın Yenidünya Düzeni tartışmalarını başlattığı bir dönemde postmodernizmin ne olduğunu Türk okuyucusuna tanıtmak ve postmodern teori üzerinde yorum yapmak üzere Sezgin Kızılçelik’in kaleme aldığı Postmodernizm Dedikleri adlı kitap; postmodernizmin ortak özelliklerinin bulunmadığını, içerisinde belirsizlikleri barındırdığını ve karmaşık yapısı ile kafaları karıştırdığını; bu nedenle de onun pozitivizm, idealizm veya materyalizm gibi bir “izm”, bir felsefi teori olarak kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. (12)
“Postmodernizmi, modernliğin temel parametrelerine, eş deyişle, bilimsel bilginin üstünlüğüne, pozitif bilimlere, doğrusal gelişmeye, ulusal-devlet anlayışına, endüstriyalizme, kapitalizme, demokrasiye, laikliğe, insan haklarına, teknolojiye, bürokrasi ve uzmanlaşmaya karşı gelen ve onları sorgulayan, buna karşın belirsizliğe, parçalılığa, farklılığa, etnikliğe, alt-kültürlere, kültürel çoğulculuğa, bilgiye yönelik çoğulcu bakış açısına, yerel bilgiye, yerelliğe, özgürlük ve özgüllüklere ayrıcalık tanıyan bir hareket olarak kavramlaştırabiliriz.” (13)
Pek çok postmodern sosyolog gelişmiş ileri Batı toplumlarındaki düzenin (modernliğin) dönüşüm eşiğinde bulunduğunu ve/veya bittiğini, modernlikten bir kırılma ya da kopuşun olduğunu, dolayısıyla yeni bir dönemin ortaya çıktığını vurgulamaktadırlar. (14)
“Postmodernizm aydınlanma hareketi ve bu hareketin şekillendirdiği modernlik projesine karşı-çıkış ve/veya başkaldırı hareketidir. Modernlik düşünü, doğrusal gelişmeye, endüstriyalizme, kapitalizme, demokrasiye, laikliğe, teknolojiye, pozitif bilimlere/pozitivizme, akılcı/aşma ve öznelleşmeye vurgu yaparken postmodernizm belirsizliğe, parçalılığa, eklektizme, heterojenliğe, dine geri dönüşe, politikanın çöküşüne, toplumsalın sonuna, çoğul kültürcülüğe, yerelliğe ve anlatısal bilgiye önem verir.” (15)
Yukarıda çok kısa bir şekilde özetlenen postmodern görüşler, 1990’lar konjonktüründe, Türkiye’de bazı siyasal çevrelerin hedeflerini gerçekleştirmek açısından “bilimsel”, ideolojik ve siyasal bir zemin oluşturmuştur. Bu zemini oluşturan asıl büyük güç, bölgeyi yeniden biçimlendirerek, enerji kaynaklarını tamamen Batı’nın kontrolü altına almak isteyen emperyalist ülkelerdir.
Batı’nın izni ve teşviki ile Türkiye’de gerçekleştirilen 12 Eylül askeri darbesi ve bu darbe sürecinde yaşanılanlar, sosyologları belirli konuları çalışmaktan uzaklaştırmıştır. Diğer yandan postmodern sürecin getirdiği çok boyutlu değerlendirmeler, analizler ve yeni yaklaşımlar, Türkiye’de sosyolojiyi farklı bir merkeze doğru itmiştir. 1990’larda Türk sosyolojisine yaygın bir biçimde yöneltilen “doğuşundan itibaren siyasi-ideolojik açıklamalarla sosyolojik açıklamaların iç içe geçtiği” (16) eleştirisi ile de postmodern tezlere zemin hazırlanmıştır. Böylesi bir dönemde ve postmodern görüşlerin egemen olduğu bir ortamda, Türk sosyologları örgütlenme gereği duymuşlar ve 1990’da Sosyoloji Derneği çatısı altında biraraya gelmişlerdir. Derneğin kurucu kadrosuna göre; yeni gelişmeler karşısında hazırlıklı olmak gerekmektedir. Zira yeni dönemde örgütlü olmak ve Batı’dan gelecek projeleri bir çatı altından yürütmek, kuruculara göre zorunludur. (17) Dolayısı ile dernek, kuruluş amacına uygun olarak, Amerikan siyasetine yakın ve postmodern eğilimlere açık isimlerin yönetiminde, Türkiye’deki sosyolojiyi denetlemek ve bazı ilişkileri elinde tutmayı amaçlamıştır.
Batı modernitesinin bir ürünü olan sosyoloji ve onun sadık bir izleyicisi, yakın takipçisi konumunda olan Türk sosyolojisinin bilim anlayışı da, Batı ile benzerlik göstermektedir. Batı’daki gelişmelerin bir sonucu olarak biçimlenen sosyolojinin 1990’larda postmodern görüşlerin etkinliği altına girmesinin yansımaları aynı yıllarda, hemen Türk sosyolojinde de görülmektedir. Dolayısıyla 1990’larda Türk sosyolojisi postmodern bir bilim anlayışının etkisi altındadır.
Benzer bir şekilde söylersek, Türkiye’de sosyologların bilim anlayışları, Batılı ülkelerdeki gelişmelere, egemen olan bilim anlayışlarına göre biçimlenmektedir. Türk sosyolojisi, Batı’ya bağımlılığını tarihsel süreç de dahil olmak üzere bozmamış ve 1990’larda, Batı’yı izleyerek ve onunla eş zamanlı olarak postmodernizm tartışmalarına katılmıştır. Konuyla ilgili başlıkları içeren telif ve tercüme eserler Türkiye’de de postmodern bir bilim anlayışını başat olarak ortaya çıkarmıştır. Bir başka anlatımla, 1910’lar ve 1920’lerde milliyetçilik, 1940’larda kentleşme, 1960’larda modernleşme ve 1990’lardaki postmodernizm tartışmaları Türk sosyolojisine egemen olmuş, Türk sosyolojisinin bilim anlayışı Batı’da öne çıkan eğilimleri vakit kaybetmeden aktarıp sahiplenmiştir.
Türk bilim anlayışının Batı’ya bağımlı olma geleneği, 1990’larda Sosyoloji Derneği’nin gerçekleştirdiği I. Ulusal Sosyoloji Kongresi ile sürmüştür. 1990’lar konjonktüründe kurulan Sosyoloji Derneği, 1993 yılında, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü ile birlikte, I. Ulusal Sosyoloji Kongresi’ni gerçekleştirmiştir. Tam da bu noktada, kongreye postmodern bir görüntü ve bilim anlayışı egemen olmuştur. Kongrede postmodernizm konusu da ayrıntılı bir şekilde ele alınmış ve sonuçta 1990’lardaki gelişmelere paralel olarak, Batı sosyolojisi ile uyumlu yeni konular ve yorumlar Türk sosyolojisinin merkezine yerleştirilmiş; postmodernizm tartışmaları ana konulardan biri haline getirilmiştir. Diğer bir deyişle, kongrede sunulan tebliğlerin önemli bir kısmı, dönemin Batı ile bağlantılı özelliklerini yansıtmıştır. Kongre, postmodern yaklaşımın tüm izlerini taşımıştır. Sosyolojinin hemen hemen her alanına ait bildiriler, sosyolojide farklı eğilimlere, ekollere mensup sosyologlar tarafından tebliğ olarak sunulmuş, birinin doğruladığı bir tezi veya görüşü, diğeri reddetmiştir. Sosyolojide yöntem ve teknikler, kuramsal sorunlar, Türk toplumunda değişen aile yapısı, geleneksel dayanışma özellikleri ve gecekondu aileleri arasındaki dayanışma biçimleri, gecekondu ailesi, toplumsal yapıda kadın ve kadın sorunları, toplumsal değişme, ayrıca, tam da postmodern topluma özgü bir konu olarak kent ve boş zamanlar, kentleşme, kırsal yapı sorunları, kırsal kesimin kentleşme sorunları, sosyal tabakalar, (18) ekonomi ve sanayi sosyolojisi, modernizm, postmodernizm, çevre sorunları, suç, GAP, din, dinsel görüntülerin artışı, din ve toplumsal değişme, ahlak, ulus, siyaset, eğitim vb. konular kongrenin temel tartışma temaları arasında yer almıştır. Bu konularla ilgili hiçbir belirleme yapılmadan, herkes istediği alanda ve başlıkta söyleyeceklerini ifade etmiştir. Bu kadar çok ve farklı konunun birarada sunulması ancak postmodern bir anlayışla mümkün olabilmiştir.
Bu kongredeki postmodern yansımanın en iyi örneklerden birisi, Ziynet Bahadır’ın Paul Feyerabend ile ilgili tebliğidir. Yönteme hayır anlayışının önde gelen savunucularında biri olan ve bilimsel bilgi üretme süreçlerini tartışan ve mevcut anlayışlara karşı görüşler geliştiren Feyerabend’in bir tebliğ konusu olarak seçilmesi, Sosyoloji Derneği’nin ve Türk sosyologlarının önemli sayıda bir kesiminin postmodern gelişmeleri yakından izlediklerini ve bu anlayışı Türkiye’ye aktardıklarının en önemli göstergelerinden biridir.
Tebliğe göre, Feyerabend, yönteme hayır derken, dünyayı, evreni, ihtiyaçlarımızı anlamaya yardımcı olacak bir yöntemin sanıldığı gibi var olmadığını tartışmakta, bilimin inançlarımızdan, kültürümüzden, görüşlerimizden bağımsız; metafiziğe ve mizaha yer vermediğini belirtmektedir. Bilime karşı kuşku ile yaklaşan Feyerabend, bilimsel bilgi yanında başka bilgilerin de göz önüne alınması gerektiği görüşündedir. Ona göre tek ilke ve aynı zamanda postmodernizmin temel ilkesi; ne olsa gider ya da her şey mümkündür. (19)
Kongrenin anlayışına ve postmodern yansımaya en uygun oturum başlığı: Postmodernizm ve Sosyoloji’dir. Bu bağlamda, 1990’larla ilgili olarak, oturumda, postmodern toplum, bilgi toplumu, enformasyon toplumu gibi kavramlar ele alınıp işlenmiştir. Yine bu kavramlar farklı ve iç içe geçmiş anlamlarıyla birlikte kullanılmıştır. Aynı oturumda, postmodernizm ve postmodern toplumun özellikleri ortaya konulmuştur. Bu bağlamda Vehbi Bayhan’ın “Enformatik Kültür” başlıklı tebliği, yeni ortaya çıkmaya başlayan ve postmodern özellikler gösteren/içeren enformasyon toplumlarının, yeni bir epistemoloji ve etiki de zorunlu kıldığından söz etmektedir. Modern-sanayi çağının bunalımlarını, sorunlarını sorguladığı belirtilen postmodernizmin, aynı zamanda, sürekli bir arayış içerisinde olduğu tebliğde yer almış ve sonuçta postmodernizmin pek çok geçmiş ve geleneksel kuralı yeniden canlandırdığı vurgulanmıştır. Aynı tebliğde, postmodernizmin anlam zenginliğine sahip bulunduğu, biri ya da öteki yerine, ikisini de kabul eden, ironik, tabuları yıkan bir duruma karşılık geldiği ifade edilmiştir. (20) Yine kongrenin yapısına uygun olarak sunulan bazı tebliğlerde yerel sosyoloji ve İslami sosyoloji anlayışlarının postmodern bir durum olduğuna dair eleştirel söylemler de dile getirilmiştir. (21)
Postmodernist çerçevede ele alınan çalışmalar artık gri tonlardadır. Sınırlama, sınırlandırma, belli bir bakış açısı, belirli bir yaklaşımla konulara yönelmeye gerek yoktur. Ne yazarsan, ne çalışırsan o kabul görmektedir. Bir de globalleşen Batı’nın emperyal çıkarlarına malzeme sağlayabiliyorsan en önemli sosyologlardan birisin artık. Herkes tanımlayamadığı, ne olduğunu bilemediği yeni oluşumlar/oluşmamışlıklar peşindedir. Postmodernizmi ihraç eden ülkelerin başında ise ABD ve onun uzantıları bulunmaktadır.
Tekrarlarsak, Türkiye’de sosyologlar aynı zamanda siyasal fikir akımlarının ve ülkenin uluslararası ilişkileri çerçevesinde, Batılı bir ülkenin siyasetine yakın olmak veya Batı’ya bağlanma tercihinin önde gelen savunucuları durumundadırlar. Bu eğilimin arkasındaki temel faktör, sosyologların amaçladıkları toplumsal yapıya ulaşma yöntemi olarak tercih ettikleri siyasetle ve bu siyasetin tercih edilen Batılı ülke ile gerçekleşeceğini kabullenmelerinden kaynaklanmaktadır. Sosyologlar Türkiye’de baştan beri, devlete siyasal açıdan egemen olunmadan istenilen değişikliklerin yapılamayacağı anlayışındadırlar. Toplumu değil devleti merkeze koyan bu anlayış, Batılı teorilerle ve pratiklerle çelişse de, Türkiye’de Batı adına cephe tutan sosyologlar, Doğu toplumlarının “devletçi” özelliklerine de sıkı sıkıya bağlı kalarak hareket etmektedirler.
Bu çalışmada, örneklerle, Türk sosyolojisindeki temel-bilimsel eğilimin ne olduğunu, sosyologların en azından bu “bilimsel” eğilimin öngördüğü düşünce, yapılanma, paradigma boyutunda nasıl uyduğunu; Türk sosyologlarının bilim anlayışlarının Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerinin Batılı ülkelerle olan başat siyaset ilişkileri ile nasıl biçimlendiğini göstermeye çalıştık. Bu çerçevede, Batılı bir ülke ile siyaseten geliştirilen ilişkilere göre o ülkenin sosyoloji anlayışının toplumsal yapı dikkate alınmadan Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısına uyarlandığını, ülkemizde hemen yer ve temsilci bulduğunu belirttik.
Kısaca, Fransız sosyolojisine, pozitivizme, determinizme ve siyasal açıdan Alman eğilimli milliyetçiliğe dayalı bilim anlayışı Türkiye’de, 1920’lere, hatta 1940’lara kadar sürmüştür. 1910’ların uluslararası ve 1920’lerin ulusal çizgilerle biçimlendirilmiş milliyetçi bilim anlayışı, 1940’lardan 1980’lere kadar Anglo Sakson, modernist, Batıcı ve karşısında zaman zaman Marksist bilim anlayışına dayalı olarak devam etmiştir. 1990’larda ise Batı’nın küresel dünya projesinin Batı dışı yansıması olan postmodern açılımlar, siyasetler ve bilim anlayışları, Türk sosyolojisinin oluşumunu yakından belirlemiştir. Türkiye’de sosyoloji ve sosyologların bilim ve siyaset anlayışları, ülkenin tercih ettiği uluslararası politikalara bağlı olarak değiştiği için 1990’larda egemen sosyoloji anlayışında da bazı farklılaşmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Türkiye’de sosyologlar Batı ile aynı bilim anlayışı doğrultusundaki konuları gündeme getirmiş, yayınlar yapmış ve kitaplar yayınlamışlardır. Ülkenin izlediği siyasetle birlikte bu siyasetin sözcülüğünü yapan sosyologlar ve onların eserleri simge çalışmalar olarak, Türk sosyoloji tarihinde öne çıkarılmışlardır. Bu sosyologlar ve onların eserleri dönemlerinin eğilimlerini ve değişimlerini “bilimsel” anlayış açısından temsil eden isimler olmuş, kitapları, siyasal dönüm noktalarında, yeni konular ve yorumlar ile gündemin merkezine yerleştirilmişlerdir.
NOTLAR
(1) Ertan Eğribel, “Türk Sosyolojisi ve Coğrafya: Prens Sabahattin ve Anglo-Saksonların Üstünlüğü Savunuculuğu” Sosyoloji Yıllığı 15: Sosyoloji ve Coğrafya, Kızılelma Yayınları, İstanbul, 2006, s. 237.
(2) Behice Boran, “Geriye Dönüp Baktığımızda Sosyoloji”, Bilim ve Sanat, Sayı: 83, Kasım 1987, s. 30.
(3) Baykan Sezer, “Türk Sosyologları ve Eserleri I: Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi- 1. Sayı, İstanbul, 1989. s. 61.
(4) Eğribel, a.g.m., s. 246.
(5) Kıray, “İngiliz devleti antropolog kullanıyor, memur olarak. Bir vali olarak tayin ediyor, ama onun yanında hep bir antropolog müşavir var. Örneğin önce Kenya’ya gönderiyor, beş sene sonra Kenya’dan alıyor Mısır’a gönderiyor. Beş sene sonra Mısır’dan alıp Avustralya’ya gönderiyor. Peki bu antropolog ne yapacak? İster istemez bunları kıyaslıyor. Kıyasladığı zaman, çok temelde bir evrim meselesi olduğu ortaya çıkıyor” (Bakınız; Hiç Arkama Bakmadım, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2002, s. 125).
(6) Boran, a.g.m., s. 33.
(7) A.g.m., s. 33.
(8) Bu grupta sayabileceğimiz sosyal bilimciler arasında Mümtaz Turhan, Ali Fuat Başgil, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hilmi Ziya Ülken gibi isimler bulunmaktadır.
(9) Ahmet Çiğdem ve arkadaşları, “Şerif Mardin’le Merkez-Çevre Analizi Üzerine” Toplum ve Bilim, Sayı. 105, (2006), s. 10.
(10) Kıray, anılarında, Ereğli çalışmasını ABD’li bir “memurun” isteği üzerine yaptığını belirtmektedir. Bakınız; Mübeccel Belik Kıray, Hiç Arkama Bakmadım, Bağlam Yayınları, lstanbul, 2002, s. 136.
(11) Şerif Mardin, Din ve ideoloji, İletişim Yayınları, lstanbul, 1983, s. 11.
(12) Sezgin Kızılçelik, Postmodernizm Dedikleri , Saray Kitapları, lzmir, 1996. , s. 27.
(13) A.g.e., s. 28.
(14) A.g.e., s. 28-29.
(15) A.g.e., s. 96.
(16) Osman Konuk, “Türk Sosyolojisinin Bazı Epistemolojik Problemleri” Dünyada ve Türkiye’de Güncel Sosyolojik Gelişmeler, Sosyoloji Derneği Yayınları, Ankara, 1994, s. 71.
(17) Gerçekten de ilerleyen yıllarda, dernek, belirli kişilerin yönetiminde, yöneticilerinin ulusal projelerinin yürütüldüğü, uluslararası projelerde Türkiye temsilciliğinin yapıldığı bir “bilim-ticaret-gelir” merkezine dönüşmüştür.
(18) Kongrede sunulan metinlere bir başka örnek de aynı bildiride, sınıf ve tabaka kavramlarının birlikte kullanılması gösterilebilir.
(19) Ziynet Bahadır, “Yôntembilim Açısından Feyerabend”; Dünyada ve Türkiye’de Güncel Sosyolojik Gelişmeler, Sosyoloji Derneği Yayınları, Ankara, 1994.
(20) Vehbi Bayhan, “Postmodernizm ve Sosyoloji; Dünya’da ve Türkiye’de Güncel Sosyolojik Gelişmeler”, Sosyoloji Derneği Yayınları, Ankara, 1994, s. 433-445.
(21) Yakın Erkürk’ün “Evrenselcilikten Göreliliğe: Geri Kalmışlığın Yeni Tuzağı” ve Ali Yaşar Sarıbay’ın “İslami Sosyoloji Postmodern Bir Sosyoloji mi?” başlıklı tebliğleri bu doğrultuda değerlendirilebilir.
Bu yazı, Sosyoloji Yıllığı ı6: Bilim Sosyolojisi: Bilim Tarihi ve Yöntem, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2007’de yayınlanmıştır.