Hukuksuzluğa Biatın Dayanılmaz Hafifliği – Cem Alptekin

Hukuksuzluğa Biatın Dayanılmaz Hafifliği - Cem Alptekin


Böylece “beyin ölümü” gerçekleşen TBB, tarihinde ilk kez, başkanı ve yönetim kurulu görevinin başındayken, bu kurullarda fiili bir eksilme olmadan yani “işlevsel olarak başkanlık makamının boşalması” suretiyle başsız kalmıştır.

Türkiye’nin en büyük hukuk kurumu olan Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu, kamuoyuna açıklanan son Yargı Reformu Strateji Belgesine ilişkin, “Sayın Cumhurbaşkanı’nın Türkiye ittifakı söyleminin de altını dolduran bir husus. Bugün açıklanan belgeyi sadece bir reform belgesi olarak görmüyorum, Türkiye’nin büyük kucaklaşmasının adı olarak nitelediğim Türkiye ittifakının yol haritası olarak görüyorum.” diyerek (1), rotasını iktidar politikalarından yana çevirdiğini açıkça beyan ettikten sonra; baroların ezici çoğunluğunun itirazlarına aldırmaksızın, kanunla tanımlanmış görevlerine, kendisinin ve TBB’nin (kayıtlara geçmiş) ilkesel duruşuna aykırı olarak, 2 Eylül’de Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yapılan Adli Yıl Açılış Törenine katılmış ve burada savaşa giden bir komutan edasıyla yaptığı konuşmada; “söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır!..” diyerek, iktidara biat yeminini de eda ettikten sonra, açılış töreninin esas gündemini bu tek cümle ile gayet vuzuh bir biçimde izah edivermiştir. Feyzioğlu bu çıkışıyla; bir yandan (iktidarın “yargı reformu” projesi üzerinden kurgulandığı anlaşılan) “beka” ve “Türkiye İttifakı” söyleminin TBB’nin tek gündemi olduğunu ilan ederken; diğer yandan da temsil ettiği en büyük hukuk kurumunun varlık nedeni olan, hukuk devleti, insan hakları ve savunma mesleği için mücadele görevini de “teferruat” parantezine alarak sıfırlamıştır. Böylece “beyin ölümü” gerçekleşen TBB, tarihinde ilk kez, başkanı ve yönetim kurulu görevinin başındayken, bu kurullarda fiili bir eksilme olmadan yani “işlevsel olarak başkanlık makamının boşalması” suretiyle başsız kalmıştır.

İşte bu nedenle, TBB’nin de coşkuyla katıldığı Adli Yıl Açılışında, (yargıya olan güvenin tarihinin en kötü seviyesinde olduğu) ülkemizde yaşanan adalet ve hukuk yetmezliğine değinen bir hukukçu çıkmamıştır.

Dolayısıyla; Cumhuriyetin ve parlamenter sistemin tasfiye projesinin baş mimarı, iktidarların gözdesi “Gülen Cemaati”nin (nam-ı diğer, “Hizmet Hareketi”nin), herkesin gözlerinin önünde devlet kadrolarına (özellikle TSK ve yargıya) nasıl “sızdığı” ve buralardan beslenerek devletin içinde bir “terör örgütüne nasıl dönüştüğünden de hiç söz edilmemiştir. Bunun gibi; Ergenekon ve 15 Temmuz darbesinin karanlıkta kalan yüzünden; demokrasilerin temel parametresi olan parlamenter sistemin ve kuvvetler ayrılığının, demokrasilerin vazgeçilmezi olan sandık marifetiyle nasıl tasfiye edildiğinden de söz edilmemiştir.

2010 ve 2017 referandumları ile Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükümlerinin nasıl baypas edildiğinden; Anayasanın kendi içinde çelişen hükümleriyle anayasal düzene aykırı hale sokulurken; “meclis hükümetleri” sisteminden, “tek adam”a bağlı “hükümet meclisleri” sistemine nasıl geçildiğinden de söz edilmemiştir. Olağanüstü Hal uygulaması ve OHAL KHK’lerinin yol açtığı insanlık dramlarından; Anayasa, insan hakları ve mülkiyet hakkı ihlallerinden; iktidarın kontrolüne giren yargının ve avukatlığın içine düşürüldüğü durumdan, sırf savunma görevi yaptığı için sanık sandalyesine oturtulan, tutuklanan, mahkum edilen, itilip kakılan, Cumhurbaşkanlığı korumalarınca derdest edilip dövülen avukatlardan söz edilmemiştir. Adalet ve hukuk yetmezliğinin yanı sıra ekonomik kriz içindeki toplumun içler acısı halinden (ki; TÜİK’in ağustos verilerine göre, işsizlik oranı %14’le, son 15 yılın en yüksek seviyesine yükselmiş; ilk on aydaki bütçe açığı ise 100 milyar TL.’yi geçmiştir.); ekonomiyle adalet arasında, birleşik kaplar misali, birbirini tetikleyen illiyet bağından hiç kimse söz etmemiştir.

Böylece; hem “Devlet Başkanı sıfatıyla, Türkiye Cumhuriyetinin ve Türk Milletinin birliğini temsil eden” ve hem de (bu nasıl oluyorsa) partili olan yürütmenin başı Cumhurbaşkanının huzurunda, yürütmenin “koruyucu şemsiyesi” altına giren yargı ile birlikte yeni Adli Yıla, mutluluk ve huzur içinde girilmiştir!.. Açılışın en uyumlu figürü olan TBB ise; bir süredir “adalet savaşçısı” kimliğinden tamamen soyunarak, “iktidar sözcüsü” kimliğine bürünen başkanı Feyzioğlu aracılığı ile metamorfozunu bihakkın tamamlamıştır.

Başlangıçta, yalnızca Feyzioğlu’nun (dolayısı ile TBB’nin), Adli Yıl Açılışına katılacak olmasına itiraz eden barolar, Başkanın yargı reformunu yere göğe sığdıramadığı konuşmasında, hukuk devleti ve meslek adına verilen mücadeleyi sıfırlamasının yanı sıra; iktidar cenahından barolara yönelen ağır ithamlara ve operasyon sinyaline de hiç tepki vermemesi nedeniyle; tarihlerinde ilk kez TBB’yi seçimli olağanüstü genel kurula çağırmışlardır. Ancak Feyzioğlu’nun, “Onların eleştirileri başımın tacıdır” dediği avukatların (%72’sini temsil eden 12 baronun) çoğunluk iradesi ile ortaya koydukları meşru ve haklı çağrısı, TBB’nin önce “bürokratik”, sonra “ideolojik” duvarına çarparak gerisin geri dönecektir. Barolar, ilk çağrılarında “şekli eksiklik gerekçesi” ile önlerine çıkarılan bürokrasi duvarını, o “eksikliği” hızla gidererek aşsalar da ideoloji duvarını aşamayacaklardır. Hukuk devleti için mücadelede TBB adına taahhütlerini, temsil ettiği avukatlara karşı görev ve sorumluluklarını bir yana bırakarak; sırtını iktidara yaslayan, buna itiraz eden barolarınsa kriminal suç örgütü gibi yaftalanmasma (hiç sesini çıkarmayarak) zımni onay veren TBB yönetimi; bu ideolojik tercihinin gereği olarak, olağanüstü genel kurul çağrısının reddine de (oy çokluğuyla) karar verecektir. Minareye kılıf uydurmanın zorluğu ve telaşıyla hazırlandığı anlaşılan; Avukatlık Kanununun lafzına ve ruhuna kökten aykırı bu hukuk dışı kararın gerekçeleri de -üstünde ayrıca durmayı gerektirecek kadar- dikkat çekicidir (2):

Kararda aynen şöyle denmektedir;

“… Türkiye Barolar Birliği ve Barolarımız, kamu kurumu niteliğinde meslek örgütleridir. Siyasi parti siyaseti yapamazlar. Meslek siyaseti yapabilirler. Hukuk devletinin ve insan haklarının korunması ve geliştirilmesi de bu meslek siyaseti tanımı içerisinde Barolara ve Türkiye Barolar Birliği’ne verilmiş bir görevdir. Türkiye Barolar Birliği yönetimi herhangi siyasi bir ideolojinin veya siyasi bir partinin temsilcisi olmamıştır, olmamalıdır.” (md.7)

Şecaat arzederken merd-i kıptı sirkatin söylermiş!.. TBB de burada, asli görevini barolara hatırlatırken, aslında kendi ayıbını söylemektedir. Zira bu hususu, aynı noktadan kendisini eleştiren ve sürekli asli görevlerini yapmaya davet eden baroların değil, o ayıbı ısrarla işlemeye devam eden TBB’nin hatırlaması gerekmektedir.

Hatırlamak ne kelime, TBB devamla;

“Unutulmamalıdır ki, Barolar ile Türkiye Barolar Birliği ayrı tüzel kişiliklerdir. Ancak üzülerek izliyoruz ki, olağanüstü genel kurul talep eden Baro yönetimleri, Türkiye Barolar Birliğine kendi siyasi ideolojilerini dayatma ya da kabul ettirme yetkisini kendilerinde görebilmektedirler. Bunun kanuni bir dayanağı yoktur.” (md.12)

diyerek, mevzuyu iddialı bir biçimde tırmandırmakta kararlıdır!..

Oysa kanuni dayanak çok açıktır:

Avukatlık Kanunu md. 109’a göre;

“Türkiye Barolar Birliği, bütün baroların katılmasıyla oluşan bir kuruluştur.”

Avukatlık Kanunu md. 110’a göre ise;

“Türkiye Barolar Birliğinin görevleri şunlardır:
1. Baroları ilgilendiren konularda her baronun görüşünü öğrenip, ortaklaşa görüşmeler sonunda çoğunluğun düşünce ve görüşünü belirtmek,
2. Baroların çalışmalarını ortak amaca ulaşacak şekilde tasarlayıp mesleğin gelişmesini sağlamak,
3. Baro mensuplarının genel menfaatlerini ve mesleğin ahlak, düzen ve geleneklerini korumak…”

Buradan da görüleceği üzere, aslında barolar yoksa TBB de yoktur. Yani TBB ayrı bir tüzel kişilik olsa da, kanunla belirlenmiş yetki ve görevleri uyarınca barolardan bağımsız hareket etme imkanı bulunmayan bir çatı örgütüdür. Dolayısıyla o çatıyı ayakta tutan yapı olmadığı sürece TBB’nin ayakta kalma şansı olmadığı gibi, o tüzel kişiliğin tek başına hiç bir anlamı da yoktur. O nedenle barolar, kanundan kaynaklanan hak ve yetkilerini kullanarak; çoğunluğun düşüncesini yansıtmayan, ortak bir amaca yönelmeyen, mesleğin ahlâk, düzen ve geleneklerini korumayan, hukuk devletini savunmak yerine, ısrarla iktidarın siyasi/ideolojik hattını savunan TBB yönetimine karşı, -şekil şartını da yerine getirerek- olağanüstü genel kurul çağrısında bulunmuşlardır. TBB nin hiçbir mülahazayla, bunun gereğini yapmaktan kaçınma hakkı ve lüksü yoktur.

Hal böyleyken; herkesin gözlerinin içine baka baka, hukuk devleti ve insan haklarını koruma görevi (meslek siyaseti) yapmaktan imtina edip (parti siyasetine ve parti temsilciliğine soyunarak), kendi ideolojisini 125 bin avukata dayatan TBB; bu da yetmezmiş gibi, kendisine (Av.K.md.109 uyarınca) “konumunu” ve (Av.K.md.110 uyarınca) “asli görevini” hatırlatarak itiraz eden baroları da, “kendi siyasi ideolojilerini dayatmakla” suçlayabilmiştir. Oysa TBBnin barolara dayattığı “biat özgürlüğü” ideolojisinin karşılığında, baroların TBBye dayattığı bir ideoloji varsa; o da, olsa olsa, dayanağını Anayasadan alan “özgürlükçü demokrasi” ideolojisidir.

TBB tam burada, baroların “dayatmasını”

“…her birey gibi Anayasadaki düşüncesini açıklama özgürlüğünden yararlanan TBB Başkanı’nın bu özgürlüğünü yok sayar nitelikte…” (md.ll)

bularak, “saraya şenlik” bir hukuk dersi de vermiştir!.. Ama bu “ders” aslında ciddi bir itiraf niteliğindedir. Bu itiraftan anlaşıldığına göre; Feyzioğlu’nun, TBB Başkanı sıfatıyla açıkladığı görüşler (ve girişimler) aslında kuruma değil, kendisine aitmiş!.. Yani tüm ülke onu TBB Başkanı sıfatıyla kaale alıp, dinlerken; meğer o, “her birey gibi, Anayasadaki düşüncesini açıklama özgürlüğünden” yararlanıyormuş!.. Gerçekten şaka gibi bir olay!.. Ama şaka değil, TBB ciddi ciddi böyle söylüyor!.. Oysa, bir kurumun sözcüsü, kişisel görüşü olduğunu açıkça belirtmediği sürece, her sözü temsil ettiği kurum adınadır ve o kurumu bağlar. TBB’nin bu en sıradan gerçekliği bilmemesi mümkün müdür? Bu mümkün değilse, avukatların en üst kurumunun seçkin temsilcilerinin kaleminden çıkan bu sözlerin anlamı nedir? Bizce bu sözlerin işaret ettiği -yine itiraf niteliğinde- tek bir gerçek vardır; o da, Feyzioğlunun kendi kişisel görüşü olan siyasi ideolojisini TBB’ye ve barolara dayattığı gerçeğidir.

Bu gerçekle birlikte ortaya çıkan tablo şudur: Feyzioğlunun açıklamaları ve girişimleri -ret kararında itiraf edildiği gibi- baroların ve avukatların iradesini yansıtmadığı için tamamen kişisel düşünce ve girişimleridir. Ancak bunlar, TBB adına yapıldığı ve tüm avukatları bağladığı için de kurumsaldır. Bu nedenle, Feyzioğlunun açıklamaları kesinlikle “düşünceyi açıklama özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirilemez. Kamusal alandaki tüm girişimleri ise kurumu bağlar. Gerçek bu denli ortadayken; bırakalım hukukçuları bir yana, aklı başında hiçbir yurttaş minareye kılıf niteliğindeki böyle bir gerekçeyi ciddiye de almaz.

Ancak, 125 bin avukatı temsil eden TBB ciddiye alınması gereken bir kurum olmalıdır. Kaldı ki, avukatlar, diğer tüm temel haklar ve özgürlükler gibi, herkesin düşünce ve kanaatlerini açıklama özgürlüğünü de sonuna kadar savunmak zorundadırlar. Bu onların mesleki görev ve sorumluluğudur. Doğal olarak, TBB Başkanı da kişisel düşüncelerini ve kanaatlerini her zaman özgürce açıklayabilir (tabii, bunların kişisel düşünceleri olduğunu da açıklamak şartıyla). Ama hiç kimse, kişisel düşüncelerini ve siyasi/ideolojik tercihlerini temsil ettiği kurumun düşünce ve tercihleriymiş gibi ortaya koyamaz. Koyarsa, bu durum bir görevin bilfiil ortadan kaldırılmasından başka bir şey olmaz. Feyzioğlu’nun yaptığı tam da budur. TBB’nin ret kararı ise, bu hukuksuzluğun tevil yollu ikrarından başka bir şey değildir.

Keyfiyette sınır tanımayan TBB, ret kararının bir başka gerekçesinde de;

“1136 sayılı Avukatlık Kanununa ve yerleşik içtihatlara göre (bunlar her ne ise), olağanüstü genel kurulun seçimli yapılabilmesi, sadece başkanlık makamının boşalması durumunda olabilir. Dolayısıyla seçim talepleri hukuka aykırıdır” (md.4)

diyebilmiştir. Bu gerekçedeki dayanaksız “içtihat” vurgusu bir yana; burada “başkanlık makamının boşalması”na yüklenen anlam da tamamen keyfidir: Evet, Kanunda hangi şartlarda seçimli olağanüstü genel kurul yapılacağına dair tadadi bir sıralama yoktur. Kanun Koyucunun amacına, Kanunun lafzına ve ruhuna bakıldığında, olmasına da gerek yoktur. Zira burada “olağanüstü” durum şartın kendisidir.

Kaldı ki, Avukatlık Kanunu, “olağanüstü genel kurul” kavramına, “olağan genel kurulu” düzenleyen bölüm başlığı altında (md.ll5’de) yer vermiştir. Dolayısıyla, şekil şartı olarak “en az 10 baronun yazılı talebi” olmak kaydıyla, (takdiri, çoğunluğun iradesine bırakılan) “olağanüstü” bir durumda, seçim de dahil olmak üzere, “olağanüstü genel kurul”da; “olağan genel kurulun” görev alanına giren (md. 117) her işi yapmakla mükelleftir.

Örneğin, “başkanlık makamının boşalması” olağanüstü bir durumdur. Ancak bundan yalnızca istifa veya vefat gibi fiziki bir boşalmanın kastedildiği sonucu çıkarmaksa zorlama bir çabadır. Nitekim, başkanlık makamının asli görevlerini yapmaması, o görevi bilfiil kaldırması, çoğunluk iradesine aykırı davranması, “parti siyaseti” yapması veya kendi mensuplarının ezici çoğunluğu tarafından bu yönlerden itiraza uğraması da “olağanüstü” bir durum olup, “işlevsel anlamda başkanlık makamının boşalması” demektir.

Somut olayımızda ise bu halin aynen gerçekleştiği; tüm kurulları yerli yerinde dursa da, “beyin ölümü” ile birlikte motor fonksiyonlarını kaybeden TBB’nin bundan böyle kanunun öngördüğü işlevlerini yerine getiremeyeceği ortadadır. Tüm görevleri kanunla belirlenen, tüm kurulları seçimle gelip, seçimle giden ve her faaliyetinde üyelerinin iradesini esas almak zorunda olan bir kurumda, yönetimin bu zarurete aykırı davrandığının (bırakın ortaya çıkmasını) iddia edilmesi bile, (o yönetimin, en azından mensuplarıyla yüzleşmesini ve güven tazelemesini gerektiren), şuyuu vukuundan beter bir olaydır. Kaldı ki, bu iddialar kuvveden fiile taşınmıştır bile: Kanunun aradığı, en az 10 baronun yazılı çağrı şartı, (12 baro ile) tamamlanarak; TBB, seçimli olağanüstü genel kurula çağırılmış ve çağrıcı barolar da TBB yönetimine “Siz artık bizi temsil etmiyorsunuz” diyerek kırmızı kart göstermişlerdir.

Usule ve esasa uygun olarak yerine getirilen bu açık çağrı karşısında, olağanüstü genel kurulun toplanması yasal bir zorunluluk iken ret kararı veren TBB, resmen yetki gaspında bulunarak topu taca atmakla kalmamış; kendi mensupları huzurunda, hakkındaki tüm iddiaları yanıtlayıp, çürüterek, söylem ve icraatlarını temize çekme şansını da kaybetmiştir.

Anlaşılan odur ki; bir daha yönetim yüzü göremeyeceklerini bilen ret kararının imzacıları, seçimlere kadar kalan 1,5 yıllık süreyi de, siyasi ideolojileri doğrultusunda değerlendirerek, sonuna kadar kullanacaklardır. Onların bu niyetlerini; hukuku, yasayı ve somut gerçekleri alenen tersyüz ettikleri ret kararındaki bir başka paragrafta açıkça görmek mümkündür:

“…soyut gerekçelerle toplanacak bir olağanüstü genel kurul bu kazanımların korunmasına ve geliştirilmesine zarar verecektir. Nitekim genel kurulun olağan toplantı zamanına 1,5 yıl kadar kısa bir süre kalmışken toplanmasında fayda görmeyen Barolarımızın da kaygıları ağırlıklı olarak bu yöndedir.” (md.10)

Görüleceği üzere, TBB yönetimi niyetini açıkça ortaya koyma hususunda da çok samimidir!.. Burada sözü edilen “soyut gerekçelerin” (!) olağanüstü genel kurul isteyen barolara ait olduğu; “Korunmazsa zarar görecek olan kazanımlarınsa” hükümetle kurulan siyasi ve ideolojik işbirliği olduğu anlaşılmaktadır. Ret kararının 13. ve 14. maddesinde ise, TBB’nin barolara mealen demek istediği şudur (Koyu renkli bölümler ilgili maddelerden alıntıdır.):

“Şunun şurasında, olağan toplantı zamanına 1,5 yıl kadar kısa bir süre kalmışken olağanüstü genel kurulun toplanmasına ne gerek vardır?.. ‘Baro Başkanları Toplantıları ile mahalli toplantılar veya Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde…’ soru-cevap yöntemi neyinize yetmiyor?.. Dağ gibi birikmiş sorunların çözümü için (azami birlik ve beraberlik zorunluyken), TBB, bu süreci asgari birlik ve beraberlikle (bu nasıl oluyorsa) … verimli şekilde değerlendirmek arzusundadır.”

TBB, ret kararında;

“Türkiye’nin ve meslektaşlarımızın bu kadar güncel ve ağır sorunları çözüm beklerken gündemimiz, meslektaş kamuoyunun büyük çoğunluğunu da esasen ilgilendirmeyen olağanüstü genel kurulun toplanıp toplanmayacağı olmamalıdır.” (md.15)

dahi diyebilmiştir. Bu yorumdan sonra ve bundan böyle, Türkiye’nin ve savunma mesleğinin güncel ve ağır sorunlarının çözümünün önünde, en önemli engel olarak; alenen görev ve yetki gaspında bulunan, bunu yaparken de en basit gerçekleri tereddüt etmeden çarpıtan bu anlayışın bulunduğu da görülmelidir. Yargıya güvenin yerlerde gezindiği, toplumun adalete hasret kaldiğı bir zamanda, hukukun son kalesi en büyük darbeyi hiç beklemediği yerden, içeriden yemiş; balık baştan kokmuştur. Bundan böyle, bu zihniyetin bir parçası olmamakla birlikte, TBB kurullarında görev yapmaya devam eden avukatlar, eğer bu kokuya biraz daha dayanabilirlerse; bu kokunun onların üstüne sinmesi de an meselesidir.

Bu büyük kokuşmanın ortasında, Türkiye’nin en büyük hukuk kurumunun başkanı, teferruat olarak gördüğü hukuku parantez içine alarak, kendisi yüksek diplomasi ile meşgul olurken; farklı mesleklerden farklı kişiler (iktisatçılar, ekonomistler, gazeteciler) ise hukuktan, hukukun ekonomiye olan etkisinden, hukuk yetmezliğinden ve gerçek bir hukukçunun nasıl olması gerektiğinden söz ediyorlar…

Örneğin;

İktisat Profesörü Dr. Aziz Konukman bakın neler söylüyor:

“…Türkiye’de tabii ki problemler daha ağır. Bizim daha ciddi sorunlarımız var. Bir kapitalist sistem ülkesiyiz. Ama kapitalist sistemin bile bir burjuva hukuku vardır. Bu hukuk bile şu an ayaklar altına alınmış durumda. Mülkiyet hakkı en vazgeçilmez olmazsa olmazlardan biridir. O bile güvencede değil. Niye? Bir uluslararası sermaye bir yatırım yapmaya kalksa ya da sermaye piyasasına girse bir suçlamayla karşı karşıya gelebilir. Bunun bir güvencesi yok. Nitekim reyting kuruluşlarının Türkiye’nin notunu sürekli aşağı çekmesinde bu faktörün çok önemli bir rolü var. Çöp seviyesinin altındayız kredi notu olarak. Birinci neden bu. Burjuva hukukunun olmazsa olmaz dediği mülkiyet hakkıyla ilgili bir güvencenin bile bizim sistemimizde olmaması. Bu söylediğim yanlış anlaşılmasın: Uluslararası sermaye için diğer hukuki güvence unsurları çok önemli değil. Mesela emeğin, iş gücünün haklarının gasp edilmesi, iş gücü piyasalarının esnekleştirilmesi gibi. Tam tersine çalışma hayatında geçmişin kazanılmış hakları ne kadar gasp edilirse reyting notunuz o kadar artar.. .” (3)

Yine bir İktisat Profesörü ve Ekonomist olan Korkut Boratav da diyor ki:

“Türkiye’de iktidar, 2017’de seçim ekonomisi ölçüsüzlüğüne savruldu; Mayıs-Ağustos 2018’de ‘aykırı’ söylem ve eylemlerle bir döviz krizi tetikledi; sonraki aylarda ekonominin tümünün bunalıma sürüklenmesi karşısında çaresiz kaldı. Krizin ekonomik öyküsü budur. Kaynağında AKP’nin Türkiye ekonomisini sürüklediği ağır ve giderek yoğunlaşan dış bağımlılık var. Kendi eserleri olan bu bozukluğu, “dış komplolar” suçlamasına dönüştürme çabası çaresizliklerini yansıtıyor. Öte yandan, Anayasa değişikliği sonrasında hukuk sisteminin yaşadığı ağır sarsıntı, krizin oluşmasını ve yönetimini etkilemiştir, etkilemektedir. 1980 sonrasında kronikleşen yolsuzluk olgusu, AKP döneminde daha da yoğunlaştı. Bu yozlaşmanın kriz yönetiminde daha da ağırlaşmasını frenleyecek hukukî ve kurumsal güvenceler ayrıca zafiyet içindedir. Vahim bir meşruiyet bunalımı gündemdedir.” (4)

Gazeteci Oktay Ekşi ise diyor ki;

“… gerçek bir hukukçu, her hal ve koşulda ‘hukukun üstünlüğünü’ savunan kimsedir. Yani bir insanın gerçek bir hukukçu olması için, işine gelmeyince hukuk faciasını görmeyip işine geldiği zaman gerçek bir hukukçu gibi konuşan kişi olmaması temel koşuldur. Bu tip insanlara “politikacı” diyebilirsiniz, “.Profesör” yahut “Doçent” sıfatı taşıyorsa “Hocam” diyebilirsiniz ama “HUKUKÇU” diyemezsiniz.” (5)

Oktay Ekşi bu sözleri, kendisi de bir hukukçu olan Bülent Arınç’a atfen söylüyor ama, değerlendirmesi tüm hukukçular için adeta bir turnusol kağıdı niteliğinde. Dolayısıyla, bu çok isabetli değerlendirmeyi baz alarak kime hukukçu deyip demeyeceğinizi de kolaylıkla test edebilirsiniz. Bu arada, Oktay Ekşi’nin Aydınlık Gazetesi’nde yaptığı bu değerlendirme, TBB Başkanı’nın son icraatlarını yalnızca “Türkiye İttifakı” zaviyesinden görüp, onu her alanda tereddütsüz olumlamaya meyyal olanlar için de kaynağı gayet sağlam bir test aracı olmalıdır. Tabii anlayana!..

İşte böyle…

Konusunun uzmanı, sözlerinin özgül ağırlığı olan farklı mesleklerden, farklı insanlar bile meselelerini hukuk üzerinden anlatmaya ve ülkedeki hukuk yetmezliğine dikkat çekmeye çabalarken; asli görevi olan hukuk mücadelesinden koparak, parti siyasetine soyunan en büyük hukuk kurumumuzun ve adalet dağıtmakla görevli sair kurumlarımızın hali içler acısıdır. Bu yaşanansa ülkemizdeki “düşük yoğunluklu hukuk anlayışının sefaleti”nden başka bir şey değildir. (6)


Notlar
(1). “Feyzioğlu’ndan tam destek: Cumhurbaşkanının açıkladığı sadece bir reform değil Türkiye ittifakının yol haritası”
(2). “TBB Basın Açıklaması”
(3). “Neoliberal politikalar totaliter bir rejim olmadan uygulanamaz”
(4). “İktisat Notları: Prof. Dr. Korkut Boratav ile Türkiye’nin Ekonomik Durumu Üzerine ( 17.08.2019)”
(5). “Arınç’ın sözlerinin beş paralık değeri yok”
(6). a) “Düşük Yoğunluklu Hukuk Anlayışının Sefaleti”
b) “Düşük Yoğunluklu Hukuk Anlayışının Sefaleti”


Hukuk Defterleri, Sayı: 22, Kasım-Aralık, 2019.