Neoliberal Apolitizasyon ve Depolitizasyon – Melehat Kutun Gürgen

Türkiye'de Neoliberal Ekonomi Politikalarının Uygulanması Sürecinde Bir Yönetim Stratejisi Olarak Apolitizasyon ve Depolitizasyon - Melehat Kutun Gürgen


Kapitalist toplumsal formasyonun ekonomi-siyaset gibi temel kategorileri arasındaki ilişkilerin neoliberal yeniden yapılanma sürecinde aldığı biçim, tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de siyasal ve toplumsal çatışmalara neden olmaktadır. Bu çatışmaların ilk aşamada durdurulması sonra da çeşitli düzenlemelerle baskılanarak sürecin anayasal güvenceye kavuşturulması, sermayenin yeniden üretiminin sekteye uğramaması bakımından önemlidir. Nitekim Türkiye’de neoliberal ekonomi politikaları, emek örgütlerinden siyasal partilere ekonominin yönetimine müdahil olan bütün siyasal örgütlenmelerin ve faaliyetlerinin yasaklandığı 24 Ocak Kararlarını takip eden askeri müdahale sonrasında uygulamaya konulabilmiştir. Ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamı topyekûn bir yeniden yapılanmaya tabi tutan bu politikaların sürekliliği, “demokrasiye geçiş süreci”nde ve sonrasında “yönetsel kapasitesi güçlendirilmiş”, “yasa ve düzen” işlevi ön plana çıkartılmış devlette somuta büründü. “Demokratikleşme reformları”na sivil toplum bütününün önemli parçası olan sermaye örgütlerinden yoğun desteğin geldiği sonraki aşamalarda ise “devletin nötrlüğü” söylemi ile ekonominin yönetimi görünürde teknikleştirilerek siyasal karar alma süreçlerine yönelik müdahalelere kapatılmaya çalışıldı.

Bütün bunlar, politik özneler olarak toplumun belirli kesimlerinin bu süreçlerden dışlanması anlamında “apolitizasyon” ve neoliberal dönüşüm politikalarına ilişkin ekonomik karar alma süreçleri ve uygulamalarının siyaset dışıymış gibi gösterilmesi anlamında da “depolitizasyon” ile kavramsallaştırılabilir (1).

Bu anlamda 1980 sonrası tarihsel döneme denk düşen ve birbirleriyle örtüşen süreçler olarak apolitizasyon ve depolitizasyon, siyasal iktidarların yeni ekonomi politikalarını “başarılı” bir şekilde uygulamaları ve bunları yaparken de popülist olmayan politikaların sonuçlarından korunmaları noktasında işlev görür. Birbirlerine paralel olmakla birlikte tarihsel olarak farklı yoğunlukta uygulamaları ifade eden bu stratejilerden apolitizasyon ile toplumun belirli kesimlerinin faaliyetleri dar ekonomik çıkarlarla sınırlandırılabilecek; depolitizasyon ile de ekonominin yönetiminin sorumluları görünmez kılınabilecektir. Bunun yerel ve uluslararası niteliğine dikkat çeken Peter Burnham’a göre, yerel düzeyde demokratikleşme söyleminde meşruiyet bulan süreç daha geniş düzeyde uluslararası politik ekonominin kurallarının yerleşmesine yönelik düzenlemelerin gerçekleşmesi ile karakterizedir (2001: 129).

Başka bir ifadeyle neoliberal ekonomi politikaları bir yandan ekonomik istikrar, sivil toplum ve demokratikleşme söylemleri ile piyasa normlarını zorunlu kılarken, diğer yandan toplumsal düzeyde evrensel burjuva demokratik değerleri olarak sunulmaktadır. Gerçekliğin üzerini örten bir söyleme dayanması anlamında bu politikalar, ideolojik mobilizasyonun etkili bir biçimi olarak da işlev görmektedir.

Devlet tartışması bağlamında önemli sonuçları bulunan bu sürecin meşruiyetini, politize olmuş bir toplumda devletin toplumsal sınıflar üzerinde var olduğu iddia edilen nesnel/tarafsız konumunun ortadan kalkabileceği, bu nedenle de özerkliğini koruması gerektiği yönündeki hâkim liberal söylem (2) oluşturmaktadır. Kamu politikalarının oluşum sürecinde devlet merkezli kalkınma (3) yaklaşımına eleştirel- muhalif konumlanan bu kuramsal çerçeve (4), toplumsal gerçekliğe ilişkin devlet- toplum gibi kategoriler arasındaki yapay ikiliklerin derinleşmesini, bu ilişkilerin yeniden yapılanmasında zaruri görmektedir.

Ekonomik istikrarı siyasal sistemin istikrarına dayandıran liberal yaklaşımın bir yapı olarak gördüğü devleti siyasal işlevleri ile açıklaması ise sözkonusu ikilikle ulaşılacağı düşünülen “istikrar” nedeniyledir. Nitekim neoliberal politikaların uygulanması ve sürdürülmesindeki işlevi ile sözkonusu yaklaşım, siyasal istikrarın sürdürülmesinde ikili parti sisteminin daha etkin olacağı savunusuyla, Türkiye siyasal hayatında dönüm noktaları olarak ifade edilen Anavatan Partisi (ANAP) ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tek başlarına siyasal iktidara gelmelerinde de önemli rol oynamıştır.

Yukarıda ifade edilen politikaların uygulanma süreçlerine ilişkin bir değerlendirmenin amaçlandığı bu çalışmada temel alınan yaklaşım devleti hâkim/normatif bakış açılarının tersine (5) toplumsal sınıfların mücadele alanı olarak daha genel düzeyde üretim ilişkileri bütününün ayrılmaz bir parçası olarak kavrayan yaklaşımdır. Toplumsal bir ilişki biçimi olarak devlet kavrayışının, bu ilişkilerin ekonomi-politik/toplumsal ve ideolojik dolayımlarının birlikte analizine imkân vereceği düşünülmektedir.

Sözkonusu ilişkilerin bütünsel ve ilişkisel kavranması hem siyasal alanın özerkliği noktasında yoğunlaşan, hem de sınıf kavramını analizlerinde ikincil düzeye çeken ya da tamamen analiz dışına çıkaran çalışmaların sorunlu yanlarının ortaya konulmasını da kolaylaştıracaktır. Zira Türkiye’de 1980’lerden bu yana sürmekte olan dönüşüm politikalarının açıklanmasında yaygınlıkla kullanılan ikili kavramsallaştırmaların eleştirel bir değerlendirmesi, bu politikaların nasıl yönlendirildiğinin ve ilgili kavramsallaştırmaların bu politikaların meşruiyetinde nasıl bir ideolojik işlev üstlendiğinin anlaşılmasında son derece önemlidir.

Bu bağlamda çalışma, Türkiye’de 1980’lerden bu yana sürmekte olan neoliberal politikaların uygulanması sürecinde siyasal iktidarlara toplumun farklı ve çatışan sınıfları karşısında meşruiyet alanları açan stratejiler üzerine odaklanmaktadır. Çalışmada sivil toplum bütününün işçi sendikaları ve siyasal partiler gibi unsurlarının başlangıçta devlet zoruyla sonra da çeşitli yasal düzenlemelerle siyasetin dışında bırakılmasına karşın, “sivil toplum” söyleminin yüceltilerek burjuvaziyi temsil eden çıkar örgütlerinin artan “demokratikleşme” vurgusunun ne anlama geldiği üzerinde de duruldu.

Bu anlamda bu çıkar örgütlerinin, 1994 krizinden itibaren Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik sürecine ve “demokratikleşme” reformlarına; 2001 krizinden sonra da baskıcı ve otoriter devlet yapısını neoliberal-muhafazakâr ittifakla yeniden üreten AKP’ye verdikleri desteğin nedenleri anlaşılmaya çalışıldı. Böylelikle özellikle 1994 ve 2001 ekonomik krizlerinin ardından ekonomi-siyaset ikiliğine dayanarak ekonomiyi toplumsal süreçlerin dışında teknik bir süreç olarak kavramsallaştıran analizlerin iddialarının aksine ekonomik karar alma süreçlerinin siyasetten bağımsızlaştırılmasının bu politikaların meşruiyeti ve uygulanmasındaki işlevine dikkat çekilebildi.

Apolitizasyon Stratejisi: “Siyaseti Baskılama Sanatı”

Liberal anlayışın devlet-toplum ikiliğini demokratikleşmenin ön şartı olarak görmesi, bilindiği üzere devletin toplumsal ilişkilerin üzerinde ve onlara özerk olduğu savunusu ile ilgilidir. Devletin toplumsal güçlerden özerkliği meselesi onun bu güçlerin hedefi ve muhatabı olmaktan da çıkarılması anlamına geldiğinden siyasal iktidarların bir yönetim stratejisi olarak apolitizasyon ve depolitizasyona başvurmalarının nedeni, önemli ekonomi politikaları ve toplumsal süreçler üzerinde hâkimiyet kurmaları ve bunu sürdürmek istemeleridir. Siyasal alan üzerinde artan emek ve sermaye mücadelelerinin neden olduğu sınıf çelişkileri sürerken, siyasal iktidara “başarılı” olduğu görünümü verecek popülist desteğin sürdürülmesinin bu stratejilerle gerçekleşeceğinin öngörülmesidir. Başka bir ifadeyle, siyasal iktidarların yerel siyasal meşruiyetin altını oymaksızın sermayenin tercihlerine göre davranabilme becerileri, bir yönetim stratejisi olarak apolitizasyon ve depolitizasyon stratejilerinde bulunmaktadır (Rogers, 2009: 636).

Jim Buller ve Matthew Flinders, bu stratejilerin “tarafsızlık” ve “nesnellik” iddiasındaki siyasal iktidarlar için hem piyasa aktörlerini, hem de diğer toplumsal kesimleri kapsayan iki temel faydasının olduğunu belirtir. Buna göre, ekonomi politikası oluşturmanın güvenirliliği konusunda bir yandan piyasa beklentileri olumlu yönde karşılanırken, diğer yandan politikacıların kapasitelerine ilişkin kamuoyunun güveni artabilecektir (2005: 526).

Böylece siyasal iktidarın politik başarısızlıklarının olumsuz sonuçlarından kendilerini kurtarmaları, yani seçim desteğini kaybetme olasılığına rağmen, popülist olmayan politikalar konusunda sorumluluk yüklenmemeleri ve emek ve sermaye ilişkileri üzerinde finansal disiplini sağlayabilmeleri mümkün olacaktır (Burnham, 2001: 137).

Ancak kuramsal açıdan apolitizasyon ve depolitizasyon kavramları, biçimsel anlamlarında belirtildiği gibi “siyasetin siyasal süreçlerden dışlanmasını”, yani “ekonomik ve toplumsal alanlardan siyasetin doğrudan çekilmesini temsil etmez” (Burnham, 2001: 136). Bunun tersine oldukça güçlü siyasal yönetim stratejileri olmaları anlamında (Kettell, 2008: 631), ideolojik mobilizasyonun özgül biçimleri olarak işlev görürler (Burnham 2001: 129). Pierre Bourdeiu’nun da belirttiği gibi (2002: 31), “özgürlük” sözcüğü ile ifade edilen liberalizmin önündeki bütün engellerin kaldırılması adına siyasal bir kategori olarak vatandaşların, ekonomik bir kategori olarak da emekçilerin kontrol altına alınmasıdır.

Siyasetin Faillerinden Ayrılışı ya da Siyasal Süreçlerin Dışında Tutulması

12 Eylül askeri müdahalesi sonrası Anayasa ve ona bağlı düzenlemelerle “zayıf” siyasal ve toplumsal sistemin tümden yeniden yapılanmasını amaçlayan askeri rejim ve onu izleyen sivil yönetimler önceki dönemin “aksaklıklarını” ortadan kaldırmak için “daha durağan”, “daha az kutuplu” ve “daha az siyasal” olan bir düzen kurmayı amaçladılar (Barkey, 1990: 187).

Müdahale öncesi sözkonusu toplumun devletin otoriter kontrollerinden “göreli özgürleşmesine” dayalı yapısının neden olduğu politizasyonunun ekonomik istikrarsızlığa neden olduğu görüşü, sonrasında dernek kurma, gösteri, toplantı, yürüyüş ve siyasal katılım gibi temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasıyla ekonominin yönetimine toplumsal süreçlerden gelebilecek olası dirençlerin engellenmesini, Feroz Ahmad’ın ifadesiyle (1985: 214) “siyasetin siyasetçilerden ayrılışı”nı gerektirmekteydi.

Başka bir ifadeyle, müdahale öncesi politize olmuş dönemin siyasal parti ve emek örgütlerinin popülist politikalar için yürüttükleri mücadelenin “aşırı” siyasal amaçlarla karakterize olması yüzünden genişleyen bürokratik kamu sektörünün etkili ve etkin yönetimi için devletin toplumla olan ilişkisinin yeniden yapılanması öngörülmekteydi (Kettell, 2008: 632).

Siyasetin çeşitli siyasal mekanizmalarla dışarıda bırakılarak faillerinden koparılışı ilk aşamada bütün siyasal faaliyetlerin durdurulması ve yasaklanmasında, sonraki aşamalarda ise devlet-sivil toplum katı ikiliğinde emeğin kontrolünün farklılaşan biçimlerinde ve ekonominin yönetimine ilişkin siyasal karar alma süreçleri üzerindeki baskı kurma kanallarının ortadan kaldırılmasında somutluk kazandı. Bu anlamda 12 Eylül askeri müdahalesinin siyasal hayatı donduran otoriter siyaseti toplumdaki muhalif baskı gruplarının, özellikle de emek hareketinin özgül yasalarla kontrol altına alınmasına yönelik önlemlerle biçimlendi.

Örneğin müdahaleden iki gün sonra Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) anti-demokratik kararları gereği militan öncü işçilerin tutuklandığı, işten atılmaların yoğunlaştığı, kara listelerin oluşturulduğu, grev ve lokavtın yasaklandığı, sosyal hakların ve kıdem tazminatının kaldırıldığı, toplu sözleşmelerin, iş güvenliğinin, sosyal güvenliğin ve sağlık sigortasının ertelendiği bir ortamda üç aydır grevde olan 50.000 işçiye grevi dağıtmaları sonra da işlerinin başına dönmeleri emredildi (6).

Mal varlıklarına el konulan sendikalardan İslami tondaki Hak-İş 6 ay, milliyetçiliği temel felsefe olarak alan Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) 4 yıl ve 1980 öncesinin ikinci en büyük ve etkili sendikası Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ise 11 yıl askeri mahkemede yargılandı (Akkaya, 2004: 152).

Birol Yeşilada’nın da belirttiği gibi “temel amacı toplu sözleşmelerden olabildiğince fayda sağlamak olan, partiler üstü siyaseti” ile 1982 Anayasası’nın anti-demokratik doğasını sorgulamayan Türk-İş’in birçok görevlisi ise askeri hükümette önemli konumlar elde etti. Hükümetler ve yönetenlerle her zaman iyi ilişkiler içinde olan Türk-İş, DİSK’in kapalı tutulduğu dönemde güçlenmiş ancak yeni düzenlemelerle “politik sendikacılık”tan ziyade “iş sendikacılığı”na doğru faaliyetlerini sınırlamak zorunda kalmıştı (1988: 353-354).

Sendika mobilizasyonu bakımından önem oluşturan sol görüşlü, düşük gelirli ve yönetsel hiyerarşinin en alt kademelerinde yoğunluk gösteren kamu çalışanlarının politizasyonu karşısında emeğin sendikalar aracılığıyla kontrolü ise karşıt görüşlü sendikaların kurulması ile sonuçlandı. Örneğin kamu kesiminde çalışanların örgütlenmesini bölmek için başlangıçta mesleki, daha sonra merkezileşmiş işkolu biçiminde örgütlenen Eğitim-İş’e karşı sağ görüşlü, milliyetçi memurlar için 1992 yılında Türk-Kamu Sen, izleyen yıllarda da muhafazakâr sendika Memur-Sen kuruldu (Akkaya, 2004: 160).

Herhangi bir siyasal parti ile ilişkileri ya da siyasal amaçlarla profesyonel örgütlerle hareket etmeleri de yasaklanan sendikaların temel işlevi bundan böyle “iş sendikacılığı” gereği toplu pazarlık, grev ve lokavt gibi sadece işçilerin kısa dönemli-dar ekonomik çıkarları için faaliyet göstermekti. Siyasal amaçlı grevler, genel grevler, dayanışma grevleri, iş yavaşlatma ve diğer işçi eylemleri ise “ulusal çıkarlara” ya da “kamu yararı”na karşı oldukları gerekçesiyle yasaklanmıştı (Yeşilada, 1988: 353-354; Barkey, 1990: 189; Kaleağası Blind, 2007: 264).

Emek hareketi üzerinde daha etkin bir kontrol ve denetim sağlama amacındaki işkolu esasına göre örgütlenme, işçinin işyeri ile sınırlı mücadelesine imkân tanımaktaydı. Sendika başkanı olmanın yasaklanması, işçilerden sendika üyeliği için noterden ücretli kayıt istenmesi, bir sendika başkanının yerel ya da genel seçimlerde aday olması halinde sendika görevinin otomatik olarak ertelenmesi, seçilirse sona ermesi gibi sendika üyeliğinin hem pahalı, hem de külfetli olması sendika karşıtlığı örnekleriydi (Kaleağası Blind, 2007: 296).

Emek örgütlenmesine ilişkin bu sınırlamaların yanı sıra Dernekler Kanunu ile gazeteciler, hukukçular, mimarlar, mühendisler ve onların profesyonel örgütleri gibi sivil toplum bütününün önemli bir kesiminin siyasal partilere doğrudan katılımı da yasaklanmıştı. Toplumun önemli bir kısmının siyasetin dışında tutulduğu, demokratik hak ve özgürlüklerin tanım dışı bırakıldığı yeni otoriteryan Anayasa ayrıca askerlere, öğretmenlere, kamu görevlilerine, üniversite öğrencilerine de birlik kurmalarını yasaklamıştı (Yeşilada, 1988: 352-3).

Üniversitelerde görevli öğretim üyelerinin siyasal partilere üye olmalarını, siyasi parti faaliyetlerinde bulunmalarını yasaklayan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) Kanunu ile de üniversitelerde “siyasallaşma”nın engellenmesi amaçlanmış, müdahale öncesi huzur bozucu faaliyetlere katıldıkları gerekçesiyle de birçok profesör üniversiteden uzaklaştırılmıştı (Sayarı, 1996-97: 32; Toprak, 1996: 96). Bütün siyasal partilerin “bozulmuş” olduğu gerekçesiyle de MGK, 1980 öncesi siyasal partilerin eski güçlerine tekrar kavuşabileceği endişesiyle faaliyetlerini 5 ile 10 yıl arasında ertelemiş ve yöneticilerine siyasal faaliyet yasağı getirmişti (Yeşilada, 1988: 352; Sayarı, 1996-97: 32).

En çok oy alan siyasal partilerin parlamentoya girişini sağlayan seçim sisteminin, yani ikili parti sisteminin kurumsallaşmasıyla da siyasal partiler arasındaki çatışmanın önlenmesi amaçlandı. Daha etkin, etkili ve istikrarlı bir yönetim sisteminin, yani “güçlü devlet”in varlığının toplumsal grupların politikleşmesine ve siyasal kutuplaşmasına engel olabileceği düşünülmüştü (Yeşilada, 1988: 352-3; Barkey, 1990: 188-9; Sayarı, 1996-97: 32). Bunların yanı sıra Meclise girebilmek için seçimlerde bağımsız adaylar da dâhil en az %10 oy alma barajının getirilmesi gibi düzenlemeler de daha az politik ama daha istikrarlı bir yönetim içindi.

Hâkim söylemin siyasal liberalizasyonun ekonomik olanını takip edeceği iddiasının aksine özellikle kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan ülkelerde ekonomik liberalizasyonun garantilenmesi, “yönetsel kapasitesi güçlü”-otoriteryan siyaset biçimleri gerektirmektedir. Siyasetin bu otoriteryan uygulamalarının merkezinde ekonomik ilişkilerden ziyade siyasal geleneğin belirleyici olduğunu savunan hâkim söylem içinden Ahmet İnsel’e göre devlet, toplumu, bu merkezi kuşatacak bir tehdit olarak gördüğünden otoriteryan yöntemlerini yasallaştırarak kendini savunmuştu. Siyasal hareketsizliği ekonomik gelişme ile telafi etmeye çalışan siyasal iktidar ise “siyasetin yeniden üretimi ve toplumsal durağanlığın sürdürülmesi için devletin kontrol gücüne güvenmişti” (2003: 295).

Ekonominin liberalizasyonu ile “güçlü devlet” arasında bir ilişki kurmak, yani devleti toplumsal güçler arasındaki mücadelenin bir alanı olarak görmek yerine, devletin kendisini toplumdan korumak için otoriterleştiği bu iddianın aksine bütün bu düzenlemeler toplumun apolitizasyonu içindi. Geniş oranda mobilize olmuş toplumsal grupların siyasal faaliyetlerinin sınırlandırılması amacı, siyasal istikrar adına bu gruplar üzerinde devletin denetiminin artırılmasını gerektirmişti.

Yüksek oranda mobilize olmuş toplumsal gruplar üzerindeki bu geniş ölçekli siyasal kontrol, “sınırlı demokrasiye geçiş” döneminde de devam etti. Ekonomi politikalarının sürekliliği için elzem olarak görülen siyasal istikrarın sürdürülmesi seçim sistemindeki avantajla Özal’ın 1987 seçimlerinde parlamentodaki sandalyelerin çoğunu almasıyla sonuçlandı (Ahmad, 1985: 214-215; Yeşilada ve Fisunoğlu, 1992:190). Özal’ın “önce ekonomi sonra demokrasi” (Ahmad, 2002: 232) politikası ile de askeri yönetimden devralınan Sendikalar, YÖK, Siyasal Partiler gibi anti-demokratik yasalar olduğu gibi bırakıldı. ANAP’ın düşük ücretli bir ekonomi yaratma politikasının neoliberal dönüşümün köşe taşı olarak kabul edilmesi ise en çok köylülere ve işçilere zarar verirken, bundan en kârlı çıkanlar büyük sermaye grupları ve küçük sanayi şirketleriydi (Ahmad, 2002: 244).

Ücret ve maaşların ihracat için gerekli fazlayı oluşturacak biçimde talebi düzenlemek ve tüketimi kısmak için kullanılması ise gerçek ücretlerin yaklaşık %45 azalması ve işsizliğin de 1990’lara kadar yaklaşık %15 artmasına neden olmuştu (7) (Boratav, 1991: 42; Ahmad, 2002: 241-242). Neoliberal program meta, para ve döviz piyasasında fiyatların piyasa güçlerinin kararıyla oluşmasını kabul ederken, emek fiyatının oluşumunu toplu sözleşmelerde ücretlerin belirlenmesindeki toplu pazarlık sistemini askıya alarak, Yüksek Hakem Kurulu’nu ücretlerin belirlenmesinde nihai merci durumuna getirerek denetim altına almıştı (BSB (8), 2008: 61).

1990’ların başında, grev hakkına getirilen yeni sınırlamalar ve yasaklamalar v.b. sendika karşıtı uygulamaların yanı sıra “bahar eylemleri”yle işçiler kaybettiklerini geri almak için daha yüksek ücret, daha iyi çalışma koşulları ve demokrasi talebi ile çok sayıda grev organize ettiler (Ahmad, 2002: 248; Akkaya, 2004: 157).

Neoliberal politikaların ücret baskılamasına dayalı birikim rejimine bir tepki olan bu eylemlerin yaygın bir şekilde halkta da kabul görmesi, hükümete yüksek ücret kabulünden başka seçenek bırakmamıştı (Akkaya, 2004: 160; Kaleağası Blind, 2007: 296-7). 1980’lerde kontrol altına alınan sınıf hareketinin 1990’lara doğru tekrar tırmanışa geçişinin bir diğer nedeni Güneydoğu’da sürdürülen savaşın hızlandırdığı göç nedeniyle büyük kentlerin varoşlarında “düzen karşıtı” hareketler içinde elverişli bir toplumsal ortamın oluşmasıydı (9) (Öngen, 2004: 85).

Halktan gelen baskıya yanıt vermek zorunda kalan ANAP’ın (2000’lerde AKP’nin popülist politikalarına benzer biçimde) özellikle kentli ve yoksul kitlelere dönük hedefi bu kitlelerin saflarında sınıf bilincinden yoksun, sermayenin ve ANAP’ın programına ve ideolojisine teslim olabilecek kalabalık gruplar yaratmaktı. Ücretliye vergi iadesi, fak-fuk-fon gibi kentli işsizlerin ve yoksul kitlelerin ekonomik sorunlarının çözümünü emek gücü piyasasının dışına taşıyan uzlaştırıcı/apolitikleştirici politikalardı bunlar. Sınıf tabanlı ekonomik taleplere, sendikal örgütlenmeye, ücret mücadelesine, köylünün destekleme talebine karşı katı ve ödünsüz olunurken aynı kitleler “kentli, gecekondulu, yoksul ve tüketici” özelikleriyle tatmin edilmeye çalışılmıştı (Boratav, 2007:153).

Askeri dönemin otoriter düzenlemelerine ilaveten popülist politikalarla kontrol altına alınmaya çalışılan emek kesiminin “bahar eylemleri” sonucunda elde ettiği kazanımlarının geri alınması ise 1994 krizi sonrasına rastlar. Emek gelirleri ve istihdamdaki olağanüstü daralmanın yanı sıra esnek çalışma ilişkileri sayesinde atlatılan kriz (Yeldan, 2003: 60) özel sektörün işten çıkarma, güvencesizleştirme, sendikasızlaştırma ve esnek istihdam biçimleri için yeni formül arayışlarını gündeme getirmişti.

Örneğin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) 1994 Raporu’nda ücret artışlarının uluslararası rekabet gücünün yitirilmesine neden olduğu iddiası ile esnekliği artırıcı (10), yarı zamanlı istihdam ve esnek çalışma saatleri gibi yeni istihdam türleri için düzenleyici yeni yasalar hazırlanması gereği vurgulandı. Bunun yanı sıra Rapor’da yoğunlaştırılmış iş haftası, çalışma süresinin yıllık olarak ayarlanması, esnek vardiya, işverenin ilave ödemeler yapmak zorunda kalmadan çalışma günlerini sayı ve uzunluk olarak ayarlayabilmesi gibi düzenlemeler öngörüldü (Boratav, 2007: 177; Onaran, 2004: 217-8-9).

Nitekim işleyen bir piyasa ekonomisi hedefi ve neoliberal politikaların sürekliliği konusunda verdiği güvenceyle AKP iktidarı 2003 İş Kanunu (11) ile sermaye kesiminin bu beklentilerine cevap verdi. İlke olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında kalması öngörülen devletin asıl işlevi hukukun üstünlüğünün sağlanması, yani düzenleme ve denetleme yapmak olarak sınırlandırılmıştır.

Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) yapısal dönüşüm programını sürdürmekte hem iç, hem de dış burjuvaziye güvence veren AKP’nin bu yeni sağ ekonomik konumlanmasının yanı sıra yoksul ve güvencesiz kitlelerin dinsel-politik partilere yönelme eğilimini güçlendirerek düşük gelir ve eğitim gruplarından gelen ve kendilerini eziliyor olarak algılayanların partisiymiş gibi görünmesi (Bakırezer ve Demirer, 2009: 159) ise kitlelerin siyasetin dışında tutulmasının daha güvenilir biçimlerinden birini oluşturdu. 2001 krizi sonrasında Dünya Bankası (DB) işbirliğinde ve dış finansman ağırlıklı şartlı nakit transferi ile AKP’nin yoksul sınıflarla arasındaki bağın pekiştirilmesi, bir yandan neoliberalizmin temel mekanizmalarının sürdürülmesiyle piyasalaşmanın derinleştirilmesini, diğer yandan da yoksul güvencesiz kesimlerle “popülist” bir ilişki içine girilerek kitlelerin siyasal süreçlerin uzağında etkisizleştirilmesini sağladı (Bedirhanoğulları, 2009: 43).

“İslami dayanışmacılık” temelinde toplumun farklı ve karşıt sınıflarını destekleyici politikalarıyla AKP (12) bir yandan eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi kamusallığı yüksek alanları sermaye birikiminin alanına açarken, diğer yandan genel bütçe dışında ve başbakanın onayı ile harcama yapan bir fonla bu alanlara yönelik “yardımlar”da bulunarak hem sınıf çelişkilerini gizleyebildi, hem de bu sınıflarla arasındaki bağı güçlendirdi (13).

Güvencesiz istihdam, sosyal hakların sınırlandırılması, kamusallığın tasfiyesi ve geniş kitlelerin siyasal ve sendikal örgütlenmeleri üzerindeki denetim ve kontrolle de bu kesimleri siyasal alandan uzaklaştırdı. Deniz Yıldırım’a göre bu, “demokrasi” eliyle gerçekleştirilen bir “siyasetten dışlama siyaseti” olup siyasal iktidarın yeniden yapılandırılması ve emekçi kesimlerin siyasal karar alma süreçlerini etkileme kanallarından giderek yoksun bırakılması anlamında “yeni otoriter siyaset” biçimini ifade etmektedir (2009: 82).

Dolayısıyla AKP döneminde daha da somutlaşan ücretleri baskılama ve emek gücünü kontrol etmenin yeni biçimleri olarak esnek çalışma ilişkileri, güvencesizleştirme ve sosyal yardımlar doğrudan siyasal zordan ziyade emeği kontrol etmenin dolaylı ama daha etkili biçimleri olarak işlev görmektedir. Çünkü serbest piyasa ekonomisinin “kendiliğinden doğal düzeninde” taşeronluk ilişkileri ve dış kaynaklardan emek gücü edinimi gibi istihdam yapısının yeni biçimleri devletin doğrudan kontrolünün, yani siyasal baskının dışında kendiliğinden gerçekleştiği yanılsamasını yaratmaktadır.

Emek hareketi karşısında yer alan bu ve benzeri politika tercihleri ile piyasa güçlerinin etkinliğinin artması (Rogers, 2009: 648), emek gücü piyasasında iş yasaları yerine karşılıklı anlaşmalar ve toplu sözleşmelerin geçerli hale gelmesi (Onaran, 2004: 219), yani emek gücü sahibi olarak işçi ve sermaye sahibi olarak patronun birbirlerine eşitlermiş gibi aralarındaki ilişkilerin de pazarlığa açık hale getirilmesi ile gerçekleşmektedir. Sendikasızlaştırılan, pazarlık gücü olmayan, güvencesizleştirilen ve giderek yoksullaşan kesimlere yönelik siyasal iktidarın kontrolünde gerçekleştirilen doğrudan yardımlarla da bu kesimler hem hoşnut, hem de kontrol altında tutularak siyaseten etkisizleştirilmiş olmaktadır.

Görüldüğü gibi neoliberal geçiş sermayenin her türlü engelini aşmaya yönelik düzenlemelerin yanı sıra emeğin önce bütün örgütsel bağlarından koparılması, ardından da çeşitli düzenlemelerle etkinliğinin azaltılarak kontrolünün arttırılmasına dayanmaktadır. Emek üzerindeki bu kontrol, apolitizasyon stratejisi ile bir yandan serbest piyasa ekonomisinin istikrarı adına emek gücünün siyasallaşmasını engellerken, diğer yandan da nesnellik/tarafsızlık savunusuyla “güçlü devlet”e meşruiyet sağlamaktadır. Bu durum piyasa tarafından yönlendirilen politikaların işçi sınıfını yönetme sürecini nasıl güçlendirdiğini, yani piyasalaşmanın siyasal iktidara emek hareketinin kontrolünde nasıl fayda sağladığının da bir göstergesidir. Çünkü finansal piyasalara yönelik düzenlemeler aynı zamanda devletin işçi sınıfı karşısındaki gücünü de arttırmaktadır.

Bir yandan fiyat istikrarının uluslararası kapitalist ilişkiler için önemini ortaya koyarken, diğer yandan rekabet yokluğu durumunda iş ve kâr kaybının devleti içine çekebileceği krize de engel olmaktadır (Bonefeld ve Burnham, 1998 akt: Burnham, 2003: 176). Nitekim emeğe ilişkin bütün bu düzenlemeler uluslararası yeniden yapılanma süreci ile de ilişkili olarak ulus-devlet tarafından emeğin daha sıkı disipline edilmesi ve emek-sermaye ilişkilerinin yeniden biçimlendirilmesi anlamına gelmektedir. Antagonistik bir devlet sistemi olarak kurulan uluslararası kapitalizm ve ekonomi politikalarını karakterize eden bu değişimler aşağıda da ifade edileceği gibi kökleri emek-sermaye çelişkisinde yatan sorunları çözmek amacıyla bizzat devletler tarafından ortaya konulmaktadır (Burnham, 2003: 164-165). Çünkü sömürünün varlığının farklı bir biçimi olarak devletin, tarihsel olarak sermaye birikimine esas oluşturacak artı değerin korunması ve yeniden üretimi için sömürüyü içselleştirmesi gerekmektedir (Bonefeld, 1992: 119).

“Evrensel Demokrasi Normu” Olarak Sivil Toplum’un Demokrasi Adına Yüceltilişi

Temel hak ve hürriyetlere ilişkin kısıtlamaların alanının genişleyip kurumsallaştığı 12 Eylül müdahalesi sonrası dönem aynı zamanda devlet-sivil toplum katı ikiliğinin demokrasi adına ön plana çıkarılması, yani sivil toplumun devlete karşı içinin boşaltılıp ideolojik bir argüman haline getirilmesiyle karakterizedir. Ekonominin liberalizasyonunun devlet merkezli anlayışı dönüştüreceği savunusundaki hâkim söyleme göre, ekonomi-siyaset ilişkisinin bütünselliğinin reddi ve özerk bir ekonomik alanın ortaya çıkması ile ilişkili sivil toplum kavramı genellikle devletin dışındaki bir “özgürlük” alanını ifade eder. Kapitalizmin mülkiyet ilişkileri ile bağlantılı sivil toplum kavramı ise Ellen M. Wood’un da belirttiği gibi, Batı’da 18. yy’da devletten farklılaştırılmış olmakla birlikte kamusal ve özel alanların her ikisini birden kapsayan özel ekonomik ilişkileri, piyasayı, üretim, dağıtım ve değişim ağını içeren ayrı bir toplumsal faaliyet alanını ifade eder (2003: 283).

Devlet-sivil toplum ikiliğinden hareket eden anlayışın Türkiye özeline ilişkin açıklamalarına göre ise devlet merkezli kalkınma döneminde devlet ve burjuvazi arasındaki ortaklığın bir sonucu olarak bir yandan büyük burjuvazi sınıfına yönelik destekler, diğer yandan da politika belirsizlikleri nedeniyle devlet yeterince özerk olamamış, sivil toplum ise gelişememişti (bkz. Buğra, 1998: 523-4; Keyder, 2004: 68).

Yine bu anlayış içinden Fuat Keyman’a göre ise “siyasal elitler” ve “bürokratik elitler” arasındaki alanın daha da daralmasına neden olan bu durum, demokratikleşme ve ekonomi sorunlarını da beraberinde getirmiş, istikrar ve güvenlik adına sivil toplum ikinci plana atılarak toplumla bağ kuramayan siyaset alanının genişlemesine neden olmuştur (2004: 123). Bu anlayışa göre devlet-toplum katı ikiliğinin önemi (pratikte zorunlu olmasa da prensip olarak) içerdiği baskı ile devlet ve sivil toplum alanına ait olan “özgürlük” ve gönüllü hareket arasındaki karşıtlığa denk düşmesinden ileri gelmektedir. Wood’un da işaret ettiği gibi, idealize edilen bu karşıtlık dikkatleri devlet baskısının tehlikelerine, devletin faaliyetlerine, toplum içinde bunlara karşı oluşan basıncın örgütlenmesi ve güçlendirilmesine çekerek kendisine meşruiyet sağlarken (2003: 287), pratikte siyasal alanla da ilişkili olarak ekonominin liberalizasyonunun meşrulaştırılmasında somutluk kazanmaktadır.

Nitekim hâkim söyleme göre merkezileşmiş devletin sivil toplum örgütleriyle sınırlandırılması ya da devlet elitlerinin özerk sivil toplumun kurumsallaşan diyaloguna istekli olmasının önü ekonominin liberalizasyonunu izleyen 1980 askeri müdahalesi sonrası yıllarda açılmaya başlamıştır. Örneğin bu söylem içinden Ziya Öniş’e göre, ekonomi politikalarının uygulanması için serbest piyasa gibi sivil toplum alanını genişletici düzenlemeler toplumsal alanın özerkliğinin ilk adımları olarak görülmektedir. Buna göre ekonomik liberalizasyon ve demokratik gelişme birbirini bütünleyen ve destekleyen unsurlar olduklarından, her iki süreç de sivil toplum örgütlerinin özerkliğinin ve uzun dönemli ekonomik stratejinin doğası üzerine uzlaşmanın gerçekleştirilmesi bakımından önem arz etmektedir (1992: 17).

24 Ocak Kararları’nın simgelediği düşünülen neoliberal ekonomi politikalarının “demokrasi” için vazgeçilmez bir önkoşul olduğu görüşü ile ekonomik liberalizm ve demokrasinin aynı sürecin bileşenleri olarak görülmesi ise bilindiği üzere Batı’da kapitalist ilişkileri takip eden liberal demokrasinin kurumsallaşması ile ilgilidir. Hâkim söylem tarafından ekonomik liberalizm ile liberal demokrasi arasında kurulan bu neden-sonuç ilişkisi, 24 Ocak Kararları’yla başlayan ve halen sürmekte olan neoliberal politikaların da meşruiyetini oluşturmaktadır (Köker, 1987: 67).

Buna göre devlet merkezli anlayışın demokratikleşme ve toplumsal modernleşme üzerindeki belirleyici etkisi hem devlet-toplum-birey ilişkilerini, hem de toplumsal kesimler arasındaki ilişkileri haklar ve sorumluluklar temelinde düzenlediğinden sivil toplumu geliştirecek bireysel özerklikler oluşamamıştır (Keyman, 2004: 139). Demokrasi pratiğinin gelişimi için hayati bir önem arz eden, devletten “özerk”, güçlü, iyi örgütlenmiş bir “sivil toplum”un varlığının Türkiye’de liberal demokrasinin oluşumunu hızlandıracağı düşünülmektedir (Öniş ve Türem, 2001: 95).

Burada hâkim söylem tarafından idealize edilen Batı toplumlarına özgü uzun bir süreci kapsayan ancak ortak özellikler göstermesine rağmen, her ülkenin kendi tarihsel ve maddi koşullarıyla biçimlenen devlet-toplum ilişkilerinin kapitalist ilişkilere sonradan dâhil olan bir ülke olarak Türkiye’de benzer bir süreci içerecek biçimde gelişmemiş olması eleştirilmektedir. “Evrensel burjuva demokratik değerleri”nin dayanağı olarak görülen liberal demokrasinin kurumsallaşmasıyla, özel mülkiyet hukuku ve belirli yasalar önünde “eşit” bireyler arasındaki sözleşmeler ile ortaklaşa biçimlendirilen, rasyonel hukuka ve formel eşitliğe dayalı burjuva “ideal” toplumunun oluşturulması hedeflenmektedir.

Devletin düzenleyici işlevini ya da hukukun üstünlüğünü etkin bir şekilde uygulayabileceği böylesi bir toplumda kendi kurallarıyla işleyen bir sivil toplumun varlığı, devlete piyasanın hukuksal yapısını oluşturup özel mülkiyet ve sözleşme ilişkilerinin kurulmasını ve sürdürülmesini sağlama işlevi yüklemektedir. Bu ilişkiler tehlikeye girdiğinde ise devlet, yasa koyan ve buna uyulmasını sağlayan bir merci ya da şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran yegâne kurum olması nedeniyle toplumun çeşitli pratiklerine nüfuz edebilecektir (bkz. Keyder, 2007: 190).

Böylesi bir toplumsal yapının otoriteryan siyasal biçimlerine rağmen ekonomik liberalizasyona bağlı olarak geliştiği savunusu, yani sivil toplum örgütlerinin devlet karşısında etkinliklerini artırmaya başlamalarıyla gelişmeye başladığı iddiası ise bizzat sivil toplum bütünü içinde ekonomik çıkar örgütlerinin etkinliklerinin artışını ifade etmektedir. Ancak toplumsal ilişkileri devlet-sivil toplum karşıtlığı ile açıklayan hâkim söylem içinden yazarlar, devlet-merkezli yapıdan uzaklaşılmaya başlanmasıyla toplumsal ve siyasal dengeler açısından devletin ekonomi üzerindeki rolünün gevşemeye, ekonomik ve siyasal liberalizme bağlılığını ilan eden yeni siyasal partilerin ortaya çıkışıyla da sivil toplumda dikkat çekici bir canlanmanın yaşanmaya başladığını belirtmektedirler (bkz. Göle, 1994: 214; Toprak, 1996: 92; Heper ve Güney, 2000: 650; Keyman ve Koyuncu, 2005: 109; Keyder, 2007: 228).

Buna göre ekonominin liberalizasyonunun bir sonucu olarak görülen sivil toplumun gelişimi sayesinde ekonomi ve toplumu etkileyen ve farklı çıkarları temsil eden güçlü ekonomik aktörler ortaya çıkabilmiştir. Kültürü politik ekonominin oluşturucu unsurlarından biri olarak gören Keyman ve Koyuncuya göre bu aktörler, sadece ekonomik çıkar grupları olmayıp aynı zamanda farklı kimliklere ses veren, vatandaşlık haklarını göz önünde bulunduran bu sayede de farklı toplumsal talepleri karşılayan baskı grupları olarak sivil toplum örgütleri olup Türkiye’de modernleşmenin alternatif modelini sunmaktadırlar (2005: 108).

Bu gruplardan örneğin Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) büyük sermayenin, Müstakil Sanayi ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) İslami büyük sermaye ile küçük ve orta ölçekli firmaların, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) yarı resmi iş örgütlenmelerinin çıkarlarına, TİSK ise özellikle emek sendikalarına karşı ücret pazarlıkları konularına odaklanmaktadır. Türkiye’de sermaye gruplarının geniş bir yelpazesini sunan bu dört sivil toplum örgütünün “demokrasinin” yerleşmesi ve çeşitli sermaye gruplarıyla mücadelelerin açığa çıkmasındaki rollerinin yanı sıra “demokratik reformlar”a yönelik yürüttükleri çeşitli raporlarla sivil toplum alanını genişlettikleri ileri sürülmektedir (bkz. Öniş ve Türem, 2001: 95).

Keyman ve Koyuncu bu örgütlerden özellikle farklı toplumsal talepleri, kimlikleri ve farklı kurumsal stratejileri temsil eden TÜSİAD ve MÜSİAD’ın 1990’lardan bugüne Türkiye’de sosyo-ekonomik gelişmeyi nasıl yönlendirdiklerine, yani sivil toplum örgütleri olarak “başarılarına” dikkat çeker. Ayrıca bu örgütlerin Türkiye ekonomisinde istikrarlı ekonomik ve demokratik yapıların kurulması için güçlü toplumsal taleplerin oluşturulmasında önemli rol oynadıklarını ve güçlü, ekonomik açıdan baskın gruplar olarak etkili, hesapverebilir ve şeffaf bir yönetim için devleti kendi kendine dönüşüme zorladıklarını ileri sürer (2005: 108).

Bu söylem içinden başka bir yazara göre ise sınıf dayanışması ve hegemonyasının failleri olarak işlev gören bu örgütler, özgül bir uluslararası finansal çevrede farklı ekonomik ve toplumsal gelişme modelleri sunarak, kendi aralarındaki mücadelelerle devlet politikalarını yönlendirmekte ve devleti kendi temsil ettikleri sermaye sınıfına özerk ve tarafsız göstererek öngörülebilir piyasa çevresinin oluşturulmasına çalışmaktadırlar (bkz. Buğra, 1998).

Batı liberal demokrasi modelinin ekonomik, toplumsal ve politik karakterini ulaşılacak nihai evrensel değer olarak gören ve 1971 askeri müdahalesinin hemen ardından kurulan TÜSlAD’ın aksine 1990’da ihracata dayalı ekonomik gelişmenin sonraki aşamasında kurulan MÜSİAD, İslami esaslara dayalı bir ekonomi yorumunu sermaye sahipleri arasındaki bağın kaynağı olarak kullanır (Buğra, 1998: 523-4).

Bir sivil toplum örgütü olarak ortaya çıkışı ise İslam’ın serbest piyasa ideolojisinde bir ekonomik kod olarak davranmaya başlamasıyla ilgilidir (Keyman ve Koyuncu, 2005: 112). Temsil ettiği sermaye grubu ise neoliberal politikalarla biçimlenen uluslararası finansal sermayeye dayalı ekonomi ortamında ihracata dayalı ekonomi politikası, esnek üretim biçimleri ve siyasal alandaki önemli politika değişikliklerinden gelen avantajla şekillenmekte ve bu konumuyla da devletin ekonomideki rolünün önemli derecede gözden geçirilme ve sorgulanmasını temsil ettiği düşünülmektedir.

Çünkü belirsiz piyasa koşullarının hâkim olduğu devlet merkezli kalkınma döneminde TÜSİAD, sürekli değişen ekonomi politikalarına karşı siyasal otorite ile gayri resmi ve geniş “partikülarist” ilişkiler kurarak edindiği fırsat avantajlarıyla gelişmişti. Devletin bu desteği daima küçük girişimleri dışarıda bıraktığından, bugün MÜSİAD altında toplanan küçük ve orta ölçekli girişimler ihmal edilmişti (Buğra, 1998: 523-4; 2004: 134). Bu nedenle müdahalesiz işleyen piyasa ve merkeziyetçi olmayan özellikleriyle özelleştirme yanlısı MÜSİAD’ın sivil toplumsal gelişme anlamında bir “dinamizm” sergilediği savunulmaktadır (Buğra, 2004: 137).

Devletin ekonomik alandaki müdahalelerinin piyasa belirsizliklerine neden olduğunu savunan Buğra’ya göre, uluslararası ve yerel düzeydeki siyasal gelişmelerin açıkça piyasayı tercih etmesiyle önemli aktörler olmaya başlayan TUSİAD ve MÜSİAD’ın devlet-toplum ilişkilerine olan etkileri raporlarında devlet ve sermaye arasındaki eşit olmayan ortaklığın tarihsel mirasının, yani devletin ekonomideki geleneksel rolünün sorgulanmaya başlanması ile ilgilidir (1998: 527; ayrıca bkz. TÜSİAD, 1997; 2006; MÜSİAD, 2000; 2008).

Bu sorgulama devletin ekonomik ilişkilerde baskın bir aktör/ortak olan sermaye topluluğuna danışmadan oyunun kuralını tek başına biçimlendirme gücüne sahip olmasına karşı çıkılması ile ilgilidir. Etkili ve egemen bir sınıf olarak hem varlıklarının korunmasını, hem de devlet-ekonomi ilişkisinde daha belirleyici olmalarını ifade etmektedir. Demokratik gelişme ile ekonomik liberalizasyonu aynı sürecin bileşenleri olarak gören bu anlayışa göre, devletin geri çekilmesiyle genişleyen toplumsal alanda sivil toplum grupları faaliyetlerini özgürce ve hiçbir engelleyici düzenlemeye maruz kalmadan gerçekleştirebileceklerdir. Bu anlayış içinden Öniş’in de belirttiği gibi; “..devlet ve toplumdaki anahtar gruplar arasındaki ilişkilerin kurulmasında ekonomik uyum ve demokratik sağlamlaştırma eş zamanlı ve geniş kapsamlı olduğunda” (1992: 6) sivil toplumun varlığından söz edilebilecektir.

Ancak ekonomi-siyaset alanları arasındaki ilişkiselliğin reddi ve “özerk” bir alan olarak devletin toplumsal sınıflara “tarafsızlığı” iddiasının aksine, sınıflar arası mücadelelerin bir alanı olarak devlet, bu toplumsal güçleri oluşturan sınıfların uzağında ve bu toplumsal güçlere nesnel değildir (14).

Refah-Yol hükümetinin düşürülmesi ve Refah Partisi’nin (RP) kapatıldığı 28 Şubat sürecinde TÜSİAD, TOBB ve TİSK gibi burjuva sivil toplum örgütlerinin sergiledikleri ortak tavırla siyasal ve ekonomik sistem hakkındaki endişelerini belirtmeleri, burjuvazinin ekonomik çıkarlarının demokratikleşme perspektiflerinin önüne geçtiğinin sadece bir örneğidir. Bu çıkar gruplarına göre, dönemin hükümetinin özellikle sivil toplumun bir parçası olan sermaye gruplarının tepkisini dikkate almaması, askeri müdahalenin desteklenmesinin zeminini oluşturmuştur (bkz. Buğra, 1998: 535). Dolayısıyla sözkonusu sivil toplum örgütlerinin temel amacı neoliberal ekonomik reformları etkileyerek makro ve sektörel düzeyde ekonomi politikalarının geliştirilmesidir.

İki farklı sermaye grubu olarak TÜSlAD’ın ve İslami gelenekteki siyasal partilerle organik ilişkisi bulunan MÜSİAD’ın devlet kaynaklarına yakınlık ve bu kaynaklardan yararlanma bakımından aralarındaki mücadelenin niteliği TÜSİAD’ın siyasal istikrarın yanı sıra 28 Şubat sürecine olan desteğini ve 27 Nisan muhtırası karşısındaki sessizliğini açıklayabilir. MÜSİAD ile yakın ilişkiler içinde olan ve Batı demokrasisi ile uyumsuzluğu endişesiyle RP’nin 1990’lardaki yükselişinden ve AKP’nin AB yörüngesinden uzaklaşmasından huzursuz olan TÜSİAD’ın “sekülerist sivil tepki”sinin aksine yayımladığı raporlarda sivil toplumdan, bireysel özerklikten ve demokratikleşmeden söz etmesi çelişki gibi görünse de bunun gerisinde ekonomik istikrarın ancak siyasal istikrarca sürdürülebileceği düşüncesi yatmaktadır.

Nitekim ekonominin liberalizasyonu ve AB üyelik sürecine olan bağlılığı ile istikrarın sürdürülmesinde daha güvenilir gördüğü AKP’nin, AB ve türban tartışması gibi konularda milli görüş çizgisine yakın bir pozisyona girmesinden kaynaklanan toplumsal kutuplaşma ortamına ilişkin “laiklik” temelli endişeleri, ekonomi- siyasette var olduğu düşünülen istikrarın bozulması konusundaki rahatsızlığının bir yansıması olarak yorumlanabilir. Öte yandan RP, Fazilet Partisi (FP) ve AKP ile organik ilişkiler içinde bulunan MÜSİAD’ın RP ve FP’nin kapatılmasının ardından kendini tanımlamaktan kaçınarak siyasal arenanın dışında kalmayı tercih etmesi, bunun yerine dışarıdan baskı uygulayarak kamuoyunu etkilemeye çalışması (Öniş ve Türem, 2001: 105), RP dönemindeki AB karşıtlığının aksine 2000’lerde AB’yi öven bir duruşa geçmesi ve AKP’nin AB ile arasının açılmasına paralel 2008 raporunda AB’den hiç söz etmemesi sermaye tabanlı sivil toplum örgütlerinin devlet ve demokrasi ile olan ilişkilerinin boyutunu göstermesi bakımından anlamlıdır.

Bütün bunlara karşın bu örgütlerin sivil toplumsal gelişme bakımından önemine dikkat çeken Keyman ve Koyuncu; farklı ekonomik ve demokratik gelişmenin yaratılması için reel sektör olarak bilinen üretimin ekonomik alanına odaklanılmasını, üretim temelli faaliyet yapan ekonomik aktörler ve sivil toplumsal görüşlerin ciddiye alınmasını, yani ekonomik ve kültürel hayata değişim dinamiğini veren toplumsal kesimlere bakılması gerektiğini (2005: 107) vurgulamaktadır.

Bu anlamda 1994 krizinin ardından siyasal aktörlerle aralarındaki mesafeyi görünürde artırarak 2001 krizi sırasında hükümeti protesto eden TÜSİAD’dan, merkez sağa yakınlığı ile bilinen TOBB’a kadar sivil toplum bütününün önemli bileşenlerinden olan sermaye gruplarının bu yıllardan itibaren “demokratikleşme” konusundaki faaliyetlerinin yükselişe geçtiği söylenebilir (15).

Bunun önemli bir nedeni, ekonominin baskın doğasının ya da teknik bir alan olarak görülen ekonominin “daha iyi yönetişim”, “daha küçük”, “hesapverebilir”, yasalara uyan ve onları uygulayan güçlü devlete olan ihtiyacının uluslararası piyasanın “başarı”sında rekabet edilebilirlik için bir anahtar koşul olarak sunulmasıdır. Buna göre serbest piyasa ekonomisinin bütün kurumlarıyla yerleşmesi, ekonominin siyasal etkilere dışsallaştırılması ve siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle sekteye uğramaması hem devletin düzenleyici rolü gereği yasaların uygulanmasındaki etkinliğini, hem de piyasanın toplumsal huzursuzluklardan arınarak daha az siyasal olmasını gerektirmektedir.

Bu anlamda TÜSİAD 1990’lardan bugüne demokratik düzenin somut kalıtsal eksikliklerini çarpıcı bir biçimde göstermek ve bunların üstesinden gelebilmek için çeşitli önerilerinin bulunduğu özel komisyon raporları yayımlamaya, konferanslar organize etmeye ve bilim insanlarını ekonomiyi tartışmaya davet etmektedir (Müftüler-Baç, 2003: 433). Birbirlerinin devamı niteliğindeki 1997, 1999 ve 2006 raporlarında bireysel ve sosyal haklarla ilgili bazı bölümlerin yanı sıra emek kesimlerinden gelecek muhalefete karşı sendikaların ve çalışma ilişkilerinde adalet ve istikrarın, yani “toplumsal uzlaşma”nın başarılmasının önemi sıklıkla tekrarlanır.

Bunun yanı sıra sürekli istikrar vurgusuyla özellikle askeriyenin siyaset üzerindeki etkisi ve Kürt sorunu karşısındaki stratejisi eleştiriye tabi tutulur. Sosyo-ekonomik sorunlardan ziyade ifade hürriyetine, dil ve kültürel haklara dikkat çekilerek asker üzerinde sivil kontrolün artırılmasına ve azınlık haklarına geniş yer verilir (TÜSİAD, 1997; 1999; 2006).

Dolayısıyla TÜSİAD ekonomi-siyaset arasında varolduğunu düşündüğü katı ikiliğin aksine ekonomik istikrarın ancak siyasal istikrarca sağlanabileceği görüşündedir. İyi yönetişimin bir aracı olarak rekabet piyasası sisteminde hukukun üstünlüğünün uygulanması ve piyasada istikrarın, öngörülebilirliğin ve hesapverebilirliğin sağlanması vurgusuyla mevcut yasal ve toplumsal sorunları değerlendirdiği tüm raporlarında toplumsal istikrarı engelleyen, Batı dünyasından izole politikaların ekonomi alanı bakımından riskli olduğunu belirtmektedir. Bu raporlarda sıklıkla Türkiye’deki hukuksal düzenin evrensel demokrasi ilkelerine uydurulması gereğinden, bu ilkelere aykırı düzenlemelerin kaldırılarak toplumsal uzlaşmayı tesis edecek yeni bir Anayasa’nın siyaset ve ekonomi arasındaki ayrımı belirginleştirerek istikrarı kalıcı hale getireceğinden söz etmektedir (TÜSİAD, 2007).

Ancak bütün bunlara karşın devlet merkezli kalkınma döneminde ulusal çıkarları desteklediği gerekçesiyle devlet desteklerinden yararlanan TÜSİAD’ın 1980 sonrasında özellikle askeri müdahale süreçlerinde daha belirgin hale gele gelen devletle olan içsel ilişkileri, 2001 krizinden sonra da AKP ile varlığını devam ettirmektedir.

Kendisini ülkenin ekonomik sorunlarıyla ilgilenen bir sivil toplum örgütü olarak tanımlayan, ekonomik sorunların temelinde yasakçı hukuk düzeninin ve bürokratik yönetim anlayışının bulunduğunu belirten MÜSİAD ise sosyo-ekonomik ve siyasal konularda özel komisyonlar, profesyonel komiteler ve konferanslar organize ederek teknoloji edinimi, piyasa ilişkileri ve İslami kolektif kimliğine referansla iş etiği, işbirliği sorumluluğu, ortaklaşa çıkarlar gibi gruba üye firmalar arasında sınıf dayanışmasının sağlanmasına yönelik çalışmalarda bulunmaktadır (Buğra, 1998: 529-30; Keyman, 2004: 129).

2000’lerde RP ve FP’nin kapatılmasının ar¬dından geçirdiği dönüşümün de bir yansıması olarak tıpkı TÜSİAD gibi daha etkin bir devlet, dinsel özgürlüklerin yanı sıra demokratik açılım, hesapverebilir bir yönetişim, parti içi demokrasi ve düşünce özgürlüklerinin sınırlandırılması- nın kaldırılması gibi konuları gündemine almaktadır. Hukukun üstünlüğü, devlet yönetiminin keyfilikten kaçınması, hükümet sistemindeki belirsizliğin netleşmesi ve sivil otoritenin üstünlüğünün siyasal istikrar için önemine dikkat çekmekle bir¬likte, ekonomik bakımdan devletin borçlanmasına sınır getirilmesini ve Merkez Bankası’nın özerkliğini sıklıkla vurgulamaktadır (MÜSİAD, 2000; 2008).

Buna karşın piyasa belirsizliklerini ve yönetimin keyfi uygulamalarını istikrar açısından kaygı verici bulan MUSlAD’ın emek-sermaye ilişkileri konusundaki tutumu ise işçi haklarının yeniden dağıtım ve örgütlenme ilkesi temelinde değil, gayri resmi ve kişisel ilişkiler içinde belirlenen bir modele dayanmaktadır. lslami çerçeve içinde yer alan emek-sermaye ilişkilerinin resmi bir iş hukukuna veya işçi sendikalarına gerek duyulmaksızın karşılıklı güven temelinde yürütülebileceğine inanmaktadır (Buğra, 2004: 137, 139).

Dolayısıyla, burjuva çıkar örgütleri dışında kalan toplumun büyük bir kesiminin apolitizasyonuna rağmen, sivil toplum’un bu yıllardan itibaren gelişmeye başladığı hâkim söylemi demokratik unsurları azaltan yönetişim biçimlerinin yaygın neoliberal ortodoksi ile uygunluğunu ve kamu alanında piyasalaşmanın artırılmasının garantilenmesini ifade eder (Kettell, 2008: 632).

Çünkü toplumsal bir ilişki biçimi olarak sermayenin yeniden üretiminin ve kapitalist toplumsal ilişkilerin sürekliliğinin sağlanması ve emek-sermaye arasındaki ilişkilerin olası krizlerinin önlenmesi sürekli bir yeniden yapılanmayı gerektirir. Bu yeniden yapılanma süreci, toplumdaki belirli toplumsal ilişki biçimlerinin yeniden zorlanmasıyla toplumsal eylemliliği içerecek sürekli bir mücadele durumu ortaya çıkaracağından (Holloway, 2001: 239) demokratikleşmeyi ve toplumsal istikrarı sağlayacağı öngörülen otoriter/yasal mekanizmalarla bunun önleneceği düşünülür. Bireyin devlet ve sermaye ile olan ilişkisinde işçi-vatandaş olarak bölünmesine karşılık gelen bu durum onun istikrar adına ekonomik ve siyasal olarak ayrışmasıdır. Siyasetin toplumdan ayrılmasının ya da anti-demokratikleşmenin bir yansıması olan bu ayrışma, özerk görünümü ile devletin mal sahipleri arasındaki özel mülkiyet ve sözleşme hakları denilen soyut eşitlik ilişkilerini koruma rolüne içkindir (Bonefeld, 2007: 270).

Depolitizasyon Süreci: Siyasetin “Görünmez El”i

Devlet, ekonominin doğrudan yönetiminden çekilerek emek-sermaye ilişkilerinin piyasa süreçlerine devredilmesiyle toplumsal güçlerin muhatabı olmaktan çıkar. Bu, devletin toplumsal sınıflara özerk olduğu savunusu ile sivil toplum bütünü içinde hem burjuva çıkar örgütlerinin, hem de muhalif emek kesimlerinin üzerinde ve onlara tarafsız olduğu yanılsamasını yaratır. Ekonomik faaliyet alanı görünürde daraltılmış olan devlet böylece, finans piyasasının zorlamaları nedeniyle emek gücü üzerinde kurulan baskının sorumluluğunu da üzerinden atmış olur.

Bu anlamda ekonomik karar alma süreçlerinin siyasal karar alma süreçlerinden ve sınıfsal mücadelelerden bağımsızmış gibi gösterilmesi stratejisi olarak depolitizasyon, toplumun siyasetten arındırılması ya da siyasal olarak kitlelerin muhatapsız bırakılmasıyla “evrensel” piyasa kurallarının geçerli olduğu öngörülebilir bir piyasa ekonomisinin oluşturulmasını amaçlar. Burnham’ın da belirttiği gibi bu, parasalcılık ve enflasyon politikalarının hükümet faaliyetlerinden bağımsızlaşmasında olduğu gibi AB ve IMF gibi uluslararası kuruluşların yönlendiriciliğinde alınan yasal düzenlemelerin uygulanması ve hükümetlerin imzaladığı taahhütlerin karşılanmasının bir yolu olarak görevlerin iktidar partisinden siyaset dışı (non-political) kurullara taşınması biçimlerinde de olabilmektedir (2001: 137).

AB’ye üye ve adaylık statüsündeki ülkelere yönelik yeniden yapılanma programlarında sıkça vurgulanan evrensel demokrasi normları bu anlamda, piyasanın serbest işleyişini kesintiye uğratacak toplumsal çatışmaların kontrol altına alınmasını ifade eder. Bu programların bir bileşeni olarak yönetişim ve düzenleyici kurullar, sınırlı ve belirlenmiş bir alanda faaliyette bulunmaları öngörülen muhalif grupların siyasal süreçlerden uzaklaştırılmasında önemli bir rol üstlenir.

Dolayısıyla bir yönetim stratejisi olarak depolitizasyon, apolitizasyonla örtüşür biçimde, Burnham’ın çeşitli çalışmalarında da belirttiği gibi neoliberal yönetim stratejilerinin ekonomi politikaları söz konusu olduğunda keyfiyetten/belirsizlikten kurala dayalı yönetime doğru bir yönelimi ifade eder (2001: 127; 2003: 164-165). Başka bir ifadeyle depolitizasyon, yönetim ve siyaset arasında kurulacak olası bir ilişkiyi ortadan kaldırmaya yönelik bir siyaset ötesi durum olarak siyasal karar alma süreçlerinin ve onun yönetsel örgütlerinin kitlelerin kontrolünden uzakta bir yerlerde yeniden konuşlandırılması anlamını taşır (Güney, 2006: 191-192).

Türkiye’de özellikle 1994 ve 2001 krizleri sonrasında burjuvazinin ve AB’nin ekonomik ve siyasal taleplerinin ekonominin siyasal etkilerden bağımsızlaşması noktasında örtüşmesi, yerel sermaye örgütleri ve AB’ye üyelik sürecinin zorunlu kriterlerinin depolitizasyon stratejisine verdiği destekte somutlaşmaktadır. Çünkü uluslararası düzeyde AB gibi kuruluşların raporlarında da belirtildiği gibi piyasaya ilişkin her türlü düzenlemenin kurala dayandırılması zorunluluğu, ekonominin yerel düzeyde siyasetin inisiyatifinden ve siyasal çatışma ortamından etkilenmesini önleyecek biçimde dizayn edilmesini gerektirmektedir.

Evrensel Demokrasi Normları”nın Yerleşmesinin Etkili Aktörü Olarak AB

Hâkim söyleme göre güçlü bir sivil toplumun ancak piyasanın evrensel kurallarının etkin bir şekilde uygulanmasını sağlayan sınırlandırılmış güçlü devleti gerektirmesi hem uluslararası standartların yerleşmesi, hem de demokratikleşme bakımından önem oluşturmaktadır. Bu söylem içinden Öniş ve Türem’in de belirttiği gibi hem insan hakları alanında demokrasinin tanımlanmış evrensel normlarıyla kesin uyumluluğunun sağlanması, hem de yerel ve uluslararası sermaye için öngörülebilirlik, uluslararası rekabet edilebilirlik, devlet kaynaklarına daha az bağımlılık ve serbestleşmeye daha fazla açıklık (2001: 97) birbirleri için zorunlu unsurlardır. Bu, 2000’lere kadar IMF’nin ekonomik, AB’nin de siyasal reformlardaki sahipliğinin 2001 krizinden sonra (IMF’nin rolünün geçici iyileşme süreçleriyle ilişkili olması nedeniyle) AB’nin hem ekonomik, hem de siyasal dönüşümde uzun dönemli asli aktör olmasının da nedenidir (Öniş ve Bakır, 2007: 155).

Nitekim AB raporlarında sosyo-ekonomik sorunların konu dışı bırakılarak kimlik, din gibi kültürel sorunların sıklıkla vurgulanması ve tartışma alanlarını bu konuların oluşturması bu dönüşümün bir yansımasıdır.

Bu anlamda 2001 krizinin ardından kültürel alanda verilen “ödünlere” rağmen benzeri konular üzerindeki siyasal tıkanmanın temel nedeni, tıpkı ekonominin liberalizasyonunda olduğu gibi, devlet merkezli anlayışın kültürel milliyetçiliğinin inşasının başarısızlığında ve bu anlayışın siyasal aygıtlarının yarattığı krizlerde görülmektedir (bkz. Köker, 2010: 67).

Buna göre çoklu kimliklerle kombine Türkiye toplumuna eğer ultra-milliyetçi sağın Türk-İslam sentezi ya da devlet merkezli ideoloji ile bakılırsa üniter devletin sürdürülmesinde bir dizi sorun ortaya çıkacaktır (Yeşilada, 2007: 19; Köker, 2010: 66). Bu nedenle anayasal kimliğin yenilenmesi, farklılık ve kimliğin kamu önünde tanınması gibi sorunların reformlarla değil, “vizyonunu zenginlik olarak farklılık” biçiminde sunan mevcut hükümet ve siyasal partilerin içerildiği kapsamlı bir siyasal süreçle çözülmesi önerilmektedir (Köker, 2010: 66).

Demokratik siyasal sistemin sağlamlaştırılması için reformların alanının genişliğinin henüz yeterli olmaması sorunu ise siyasal partilerin aktif desteğinin yanı sıra dış aktör olarak AB’nin siyasal, bürokratik, laik güçler ve elitler üzerindeki baskısı ve onlara karşı işbirliği ile çözülebilecektir (Yeşilada, 2007: 19). Zira üyelik sürecindeki ülkelerin siyasal dönüşümlerinde güçlü bir dış aktör olarak AB’nin siyasal kriterlerinin varlığının (Müftüler-Baç, 2005: 19; Keyman, 2005; Öniş ve Bakır, 2007: 148), onun Türkiye’ye sırtını dönmesi durumunda dahi istikrarlı piyasa ekonomisi ve liberal demokratik sistemden artık dönülemeyeceğine ilişkin bir güvence oluşturduğu (Köker, 2010: 65) düşünülmektedir.

Ekonomik ve toplumsal hayata ilişkin AB raporlarında öngörülen düzenlemelerle, burjuva çıkar örgütlerinin raporlarındakiler bu anlamda büyük oranda benzerlik gösterir. Örneğin AB’ye üyelik sürecindeki ülkelerle müzakerelere başlamak için öncelikli yerine getirilecek kriterler içerisinde öngörülen siyasal ve kültürel haklar, kültürel hakların korunmasına verilen öncelikler siyasal istikrar nedeniyle burjuva çıkar örgütlerince hazırlanan raporlarda da sıklıkla tekrarlanmaktadır (16).

Bu anlamda 1990’ların ortalarından itibaren popüler siyasal katılım üzerindeki yasakların ve zorlamaların kaldırıldığı anayasa reformunun ardından, tam üyelik için adaylık statüsü gereği 1999 sonrasında siyasal haklar bağlamında yoğun düzenlemeler yapıldı. Buna ek olarak 2001’deki temel haklar ve özgürlükler alanındaki düzenlemelerle yapılan iyileştirmelerin ardından, AB parlamenterlerinin ılımlı İslami kanatlar ve Kürt hareketinin sivil toplumun içine daha fazla dâhil olduğu ve insan hakları faaliyetlerinin gereklerinin yerine getirilmeye başlandığı gözleminin siyasal istikrar adına olumlu bir ortam oluşturduğu belirtildi (Keyder, 2004: 77).

Nitekim 2001 ekonomik krizinin ardından siyasal reformların piyasaların istikrarlı işleyişi için öneminin tekrar vurgulanması, reformların başarısız olduğu durumda ekonomik iyileşmenin kesintiye uğrayacağı ve piyasa katılımcılarının siyasal iktidarın kapasitesine güvenmemesiyle ekonomik istikrarsızlığın tekrar nüksedeceği düşüncesi (Öniş ve Bakır, 2007: 155; ayrıca bkz. Müftüler-Baç, 2005: 21), AB reformları konusundaki vaadi ile AKP’ye olan destek üzerinde etkili oldu. Çünkü istikrarlı bir piyasa ekonomisi için siyasal istikrarın ve güven ortamının sağlanması, AB’nin siyasal unsurlarının içeriğini oluşturan demokratik derinleşme ve hukukun üstünlüğü vurgulamasında da belirtildiği gibi serbest piyasa ekonomisi için daha güçlü bir koruma derecesi sunmaktadır (Rogers, 2009: 634).

Bu anlamda siyasal reformların iç ve dış yatırımlar için tercih edilebilir bir piyasa ortamı yaratacak olması, istikrar için yasama sistemini AB standartlarına uydurmaya çalışan Türkiye’nin yasal ve Anayasal reformlarında ilerleyen yıllarda bir dizi değişikliğe neden oldu. 2004’te idam cezasının ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) kaldırılması, gayri-müslimlere daha fazla özgürlük verilmesi, Kürtçe dilinde radyo-tv yayınlarının başlaması, Kürtçe ifade özgürlüğünün genişletilmesi, Güneydoğu’da olağanüstü halin kalkması ve insan hakları alanında uluslararası antlaşmaların yerel hukuk düzeni üzerindeki üstünlüğünün kabul edilmesi (Özbudun, 2006: 549; Yeşilada, 2007: 8; Köker, 2010: 65) bu anlamda önemlidir.

Bu kapsamda bireysel haklar, polis şiddeti ve işkencesi, yazarlar-gazeteciler ve yayıncıların gözaltına alınması, kamu sektöründe yolsuzluk, askerin siyaseti etkilemesi gibi konularda ise AB uygulama süreçlerine bakılması gerektiği belirtildi (Yeşilada, 2007: 9). Hâkim söylem içinden Heper’e göre bu durum, siyasal süreci daha fazla Batılılaştırarak siyasal rejimin daha fazla liberalleşmesi, asker-sivil ilişkilerinin özerkleşmesi ve demokratikleşmenin derinleşmesi bakımından önem arz etmektedir (2005: 43). Buna göre, bu sayede devletin üniter yapısını zedeleyeceği endişesiyle Türkiye ulusu ve devletine karşı bir tehdit olarak görülen herhangi bir kültürel çeşitlilik (Müftüler-Baç, 2005: 24), yani İslam ve Kürt kimliği karşısındaki milliyetçi, otoriter ve baskıcı devlet aygıtı AB adaylığı ile dönüşmeye başlamıştır (Keyder, 2007: 231). AB adaylık sürecindeki Türkiye’nin artık demokratikleşme yolundan dönemeyeceğini belirten Köker’e göre ise bütün bunlara ilaveten çatışma içindeki toplumsal ve siyasal güçlerin, yani bürokratik elitler ve siyasal elitlerin dönüşümü için tümüyle yeni bir anayasa gerekmektedir (2010: 65).

Böylece bireysel özerkliği güçlendirecek olan anayasal düzenlemeler ile sivil toplum güçlenecek, keyfi yönetimler son bulacak, Kürt “azınlığın” kolektif hakları tanınacak, laikliğin dinsel örgütlenme ve ifade özgürlüğüne olanak sağlayacak biçimde yeniden yapılanmasıyla da askerin devlet üzerindeki vesayetine son verilmiş olunacaktır (Keyder, 2007: 237). Başka bir ifadeyle AB üyelik süreci ile ulaşılması planlanan demokratikleşme hedefi sayesinde ekonomide ve siyasal kültürde devletin kamu yararı adına bilen ve eyleyen olarak görüldüğü bütün bir devletçi sistemin terk edileceği öngörülmektedir.

Görüldüğü gibi toplumsal güçler arasındaki çatışmayı devlet-piyasa, ekonomi- siyaset, bürokratik elitler-siyasal elitler gibi güçlü devlet geleneği varsayımları ile sivil toplum üzerindeki keyfi politikaların açıklayıcısı olarak gören hâkim söylem, dönüşümün unsurlarını devlet merkezli olmayan AB, burjuva sivil toplum örgütleri ve devlet yanlısı olmayan siyasal partilerin birlikteliğinde görmektedir. Bu birliktelik sayesinde bürokratik ve siyasal isteğin örtüşmesi gerçekleşebilecek, devletin düzenleyici kapasitesi genişletilebilecek ve ekonomik yönetişim için kurumsal reformlara yönelik toplumsal mobilizasyon sağlanabilecektir (Öniş ve Bakır, 2007: 149).

Buna göre AB ve burjuva sivil toplum örgütlerinin yanı sıra bu dönüşümün temel aktörlerinden biri olarak kabul edilen AKP’nin yerel ve uluslararası sermaye kuruluşlarının desteğini alabilmesinin nedeni de devlet merkezli bir siyasal parti olmaması ile ilgilidir. Örneğin Keyman’a göre, AKP’nin tek parti olarak siyasal iktidarı ele geçirmesi bürokratik elitler ve siyasal elitler arasındaki alanın genişlemesi ve demokratikleşme yoluyla da sivil toplumla ilgili sorunlara çözüm bulma ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma için olanak yaratacak olması (2004: 124) nedeniyledir.

Dolayısıyla AB’ye üyelik sürecinde bürokratik elitler ve onların müttefiklerine karşı reformlar konusunda daha hızlı adımlar atılmasını isteyen sermaye gruplarının, devlet merkezli anlayışa meydan okuyarak siyasal ve ekonomik karar alma süreçleri üzerinde baskı kurmaları (bkz. Barkey, 2000: 105; Köker, 2010: 51) demokratikleşme olarak tanımlanmaktadır. Nitekim Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin ulaşılacak nihai hedef olarak konulması; demokrasi, hukuk düzeni ve insan hakları savunusundaki burjuva çıkar örgütlerinin devlet merkezli anlayış karşısındaki eleştirilerinin de meşruluğunu oluşturmaktadır (bkz. Keyder, 2007: 233).

1990’ların sonundan itibaren apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerinin de etkisiyle ekonominin konu dışarı edilerek siyasal faaliyetin sivil/kültürel haklarla biçimlenmesi ve bu alandaki gerginliklerin anayasal düzenlemelerle giderilmeye çalışılarak siyasal istikrarın sağlanabileceği argümanı hem iç, hem de dış sermaye gruplarından geniş destek almaktadır. Sivil toplum alanının genişlemesi için devletin geri çekilmesi yönündeki baskı ile de (Keyder, 2007: 231) demokratik süreçler toplumsal güçlerin deviniminden ziyade, ekonomik reformlara ve bu politikaların uygulanmasını üyelik için zorunlu gören AB kriterlerine bağlanmış olmaktadır (bkz. Keyder, 2004: 77).

Bu sayede hukukun üstünlüğünün uygulanmasındaki işlevi ile AB üyelik kriterlerinin, ekonomi politikalarının olumsuz sonuçlarının muhatabı olarak siyasal iktidarı görünmez kılabileceği öngörülmektedir. Özellikle siyasal kriterlerin yerine getirilmesindeki yoğun baskıyla anayasal sistemin otoriteryan görünümünün ortadan kaldırılabileceği ve demokrasinin AB standartlarına yaklaştırabileceği savunulmaktadır (Öniş ve Türem, 2001: 104).

Dolayısıyla hâkim söyleme göre güvenilir bir piyasa çevresi ve demokrasi bir¬likte gerçekleştirilmesi zorunlu unsurlardır. Ekonomi politikalarının demokratik süreçlerin dışında yürütülmesine rağmen, örneğin para politikası için güvenilir bir piyasa çevresinin demokrasinin geliştirilmesiyle oluşturulacağı düşüncesi, en azından, siyasal manipülasyon riskinin ve para politikasının siyasallaşmasının azaltılması öngörüsüne dayanmaktadır (Bonefeld, 2005: 93).

Bu anlamda Türkiye’de ekonomik ilişkilerin piyasa dışı yapılardan korunması, AB kurumlarının yanı sıra bir sonraki başlıkta ifade edileceği üzere düzenleyici kurulların serbest piyasa ekonomisi için anayasal bir koruma sunmasını da beraberinde getirir. Serbest piyasa düzeninin bu biçimde hukuka dayalı ve kurumsal olarak içselleşmesi ise yani teknik olarak ekonomik liberalizmin düzenlenmesi Simon Clarke’in ifadesiyle (1992: 136), temsili demokrasinin liberal bir piyasa aracı gibi çalışmasıyla sonuçlanır. Sivil toplum-devlet karşıtlığı biçiminde tanımlanan demokratikleşme söyleminin siyasal ölçütleri temel alan bu niteliği, devletin sosyo-ekonomik hayata ilişkin sorumluluklarının sivil topluma devredilmesi ve en temel düzeyde sosyo-ekonomik hakların dışarıda bırakılması demektir.

Nazım Güveloğlu’nun da belirttiği gibi (2004: 24) böylesi bir demokraside temel hakların ulusal, etnik, dinsel ve kültürel kimlikler düzeyinde ve demokratikleşme bağlamında göreli olarak çok daha fazla belirleyici hale gelmesiyle sosyal adalet fikrinin ve buna ilişkin sosyo-ekonomik hakların gözden düşmesi ve bu hakların kazanımına yönelik toplumsal hareketlerin de meşruluğunu kaybetmesi anlamına gelmektedir.

Ekonominin Yönetiminin Siyasal Süreçlerden “Bağımsızlaşması”

Devletin nötrlüğü kamusal algısı ve ekonominin teknik bir alan olduğu savunusu ile siyasal inisiyatiften bağımsızlaşması anlamında depolitizasyon, düzenleyici kurullar ve yönetişim kavramlarında somutlaşır. 1990’ların ortalarından itibaren özellikle 1994 ve 2001 krizleri sonrası aşamada finansal piyasaların daha güçlü düzenlenmesi için alınan etkili önlemler çerçevesinde, devletin düzenleyici kapasitesinin güçlendirilmesini ifade eder. Ekonomi-siyaset ayrımının derinleşmesini öngören bu düzenleyici çerçeve ile hem finansal piyasaların yeniden düzenlenmesi, hem de güçlenen devlet kapasitesiyle emek-sermaye ilişkilerine yönelik yeni uygulamaların yapılabilmesi amaçlanır.

Örneğin uluslararası politik ekonomide rekabet yokluğu durumunda fiyat istikrarı önemli bir belirleyici olduğundan, bunun doğrudan sonucu olan kâr ve iş kayıpları karşısında piyasanın etkin işleyişini aksatmayacak düzenlemelerin uygulamaya konulması kolaylaşır (Burnham, 2001:136). Bu, rekabet edebilirliği yüksek, işleyen bir serbest piyasa ekonomisi için devletin sıkı mali ve para disiplinine zorlanarak piyasaların aktif katılımcısı olmaktan çekilmesi ve ekonominin bazı “anahtar” sektörlerinde düzenleyici yeni kurulların (17) kurulması (Öniş ve Bakır, 2007:154; Öniş, 2009: 14) demektir.

Başka bir ifadeyle, doğal tekel niteliğindeki ve rekabet dışı piyasa başarısızlıkları ile karakterize “hassas/faydalı” sektörlerden devletin geri çekilerek bu sektörlerdeki kamu tekellerinin “rasyonalize” edilmesidir. Ekonomik istikrar adına tam olarak serbestleşmiş piyasanın yeniden düzenlenmesi (Zenginobuz, 2008: 475-6) ve hükümetlerin popülist politikalarla ekonomik istikrarı bozmasını önlemek için piyasada inisiyatiften/belirsizlikten ziyade kuralların hâkim kılınması durumudur. Kural temelli oluşunun anlamı ise ekonomi politikaları konusundaki bazı sorumlulukların iktidar partisinden hükümet-dışı organlara devredilmesi, böylece ekonomide örneğin enflasyon karşıtı mekanizmaların kurulabilmesinin kolaylaşmasıdır (Burnham, 2001: 136¬141; 2003: 176; Güney, 2006: 191-2).

Ekonomi konularında karar vermenin siyasal yönünün ortadan kaldırılarak politika uygulamalarının etkinliğinin arttırılması, uluslararası politik-ekonomik sistemdeki değişimlerin ülkelerin yönetsel sistemlerine aktarılabilmesi bakımından da çeşitli avantajlar sunar. Uluslararası ekonomi-politikle ilişkili biçimde içsel ve dışsal unsurların (örneğin AB ve yerel destekçileri arasındaki uyumla) birbirlerini tamamlayıcı biçimde işleyişi sağlanmış olur (Burnham, 2006: 540). IMF ve AB gibi aktörlerin koşulluluk kriterlerinde yer alan, finansal piyasaların da buna desteği ile biçimlenen kurullar (18), Türkiye ekonomisinin uluslararası kapitalist sistem ile eklemlenmesinde uluslararası örgütlerin ve yatırımcıların gözünde öngörülebilir, istikrarlı, güvenilir politikaların üstlenilmesinin garantisini verir. Çünkü ulusal politikaların belirlenmesi, piyasaların ve finansın serbestleşmesi dışsal gelişmelerin yerel siyasal unsurlar tarafından dolayımlanmasıyla gerçekleşmektedir (Buller ve Flinders, 2005: 527; Burnham, 2006: 303).

Örneğin bankacılık ve finansal sistemin sıkı mali reformlarla düzenlenmesinde, yerel bankacılık lobilerinin direncinin kırılmasında, yani belli çıkar gruplarının direncinin üstesinden gelinmesinde yerel siyasal iktidarlar üzerinde uygulanacak olan dış aktörlerin baskısı bu anlamda önemlidir. Bu baskıyı hükümetin reformlara olan direncinin kırılması bakımından anlamlı bulan Öniş ve Bakır böylece, devletin nötrlüğü algısı ve koşulluluk anlaşmalarıyla reformlara kamuoyunun desteğinin alınabileceğini ve daha fazla güvenilir bir ortam oluşturulabileceğini belirtir (2007: 148).

Hükümetlerin ekonomi politikalarını yönlendirme kapasitelerinin görünürde sınırlandırmasının kendi varlıklarının devamı bakımından önemi ise, bu sayede, örneğin deflasyon politikalarının politik sonuçlarından korunabilmeleri ile ilgilidir. Politize olmuş dönemin inisiyatife dayalı belirsiz piyasa koşullarında olduğu gibi yerel hükümetlerin örneğin, enflasyonun kontrolünde merkezi bir rol oynamaları bu biçimde önlenecektir (Burnham, 2001: 136).

Başka bir örnek, enflasyon karşıtı tavrında olduğu gibi para politikaları konularında Merkez Bankası’nın özerkliğinin popülist baskılara direnç oluşturabilecek olmasıdır. Çünkü piyasa güvenini elde etmenin önemli bir yolu, politika oluşturma nezdinde güven sağlamak için devletin nötrlüğü algısı çerçevesinde hükümetlerin rekabetçi politikalara uygun düzenleme yapabilmelerinden geçmektedir (Burnham, 2001: 128). Burnham, Merkez Bankası’yla birlikte diğer kurulların (19) operasyonel bağımsızlığını depolitizasyonun devlet yönetişimi olarak tanımlar (2001: 137-141). Yürütmenin ya da siyasal iktidarın doğrudan kontrolünden uzak olması öngörülen kurullara (Zenginobuz, 2008: 475-6) ekonominin yönetiminin devredilmesiyle de hükümetin ekonomi politikaları konusundaki faaliyet alanı görünürde daraltılarak sisteme “otomatiklik” getirilmekte ve siyasal faaliyetlerden gelecek etkilere kapatılmaktadır.

Böylece örneğin mali sorumluluk yasalarıyla tanımlanmış Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ile para politikalarının hükümetlerin yetki ve sorumluluklarından çıkarılması, onların siyasal muhatap olmalarını da önlemiş olmaktadır.

Ekonomi ve siyaset ayrılığını biçimsel olarak daha da belirginleştiren sözkonusu politikalar, devletin düzenleyici rolü ile esasında temsili demokrasinin bir sonucu olarak siyasal iktidarın ekonomideki etkisinin değişen biçimini ifade etmektedir. Bu, ekonomi yani üretim ilişkileri düzeyinde temsili demokrasiyle olası toplumsal müdahalelerin etkisinin önünün kesilmesi biçiminde kendisini göstermektedir. Örneğin mali politikalara ilişkin bütçe dengesi zorunluluğunun bir gereği olarak kamu harcamaları üzerindeki siyasal kontrol, emek hareketlerinin demokratik faaliyetlerinin önünde engel teşkil eder. Çünkü ne uluslararası örgütler, ne de ulusal hükümetler ekonomi politikalarının olumsuz sonuçlarından sorumlu görünmediklerinden (Bonefeld, 2005: 95), bu politikaların uygulanmasına direnç oluşturan muhalif siyasal faaliyetlerin muhatabı olmaktan çıkmış bulunmaktadırlar.

Dolayısıyla neoliberal ekonomi politikalarının teknik ve alternatifsiz bir biçimde sunulmasıyla siyasal iktidarların kurulları kendi doğrudan kontrollerinin dışındaymış gibi göstermelerinin nedeni onların siyaset dışı bir görünümde oldukları izleniminin verilmek istenmesiyle ilgilidir. Aşağıda da belirtildiği gibi bunun bir yolu, parasalcı politikaları amaçlayan siyasal iktidarların kurala dayalı stratejilerle temel ekonomi konularına ilişkin politika yapılması sürecinde açıkça teknokratik kurallar üstlenmeleri iken diğer yolu, neoliberal gündem tercihlerindeki ısrarla serbest piyasanın dışında herhangi bir alternatif olmadığı konusunda kamuoyunun yönlendirilmek istenmesidir (Kettell, 2008: 634).

Bu anlamda depolitizasyon sadece biçimsel kararların devredilmesi süreci olmayıp aynı zamanda bunları uygulayan siyasal iktidarın temsilcileri ve bundan etkilenen toplumsal güçler arasındaki ilişkilerle de ilgili bir durum ortaya koyar (Buller ve Flinders 2005: 527). Burnham’ın yönetme stratejisi dediği bu durum (2001: 136), apolitizasyonla da ilişkili olarak esasında yürütme organı ya da siyasal iktidar alanının toplumsal güçlerden gelebilecek muhalefetten korunması amacını taşır. Bu strateji ile örneğin kurulların yaptığı türden herhangi bir düzenleme, görevlerinin içeriği nedeniyle kurumsal anlamda devletin alanında yer almasına rağmen siyaset üstü/dışı bir durum olarak tanımlanır. Bu nedenle olan; devletin ekonomi ile ilgili bu alanlardan çekilmesi değil, hükümetin ya da siyasal iktidarın temsili demokrasinin sınırları ölçüsünde toplumsal müdahale süreçlerini bu alanlarda olanaksız kılması sürecidir (Güveloğlu, 2004: 19).

Başka bir ifadeyle olan biten siyasetin toplumsal ve ekonomik alanlardan tamamen çekilmesi değil, siyasal faaliyetlerin/politik etkilerinin ortadan kaldırılmasıdır (Burnham, 2003: 177). Ioannis Glinavos’un da işaret ettiği gibi, ekonomik karar alma sürecinin politik yönünü daha uzakta, korunaklı bir yere yerleştirmek ve bunu yaparken de bu sürece hesapverebilirlik, şeffaflık ve verimlilik gibi demokratikleşme başlığı ile meşruiyet kazandırılmasıdır. Oysa demokratik unsurların aksine siyasal faaliyetten koparılan karar alma süreçlerinin teknikleştirilerek siyasal iktidarın toplumsal muhalefetin muhatabı olmaktan çıkarılması siyasal faaliyetin kendisini de teknik bir sürecin konusu yapmaktadır. Piyasa temelli reformların hızlandırılması, sözkonusu kurulların bağımsızmış gibi konumlandırılması ve geleneksel siyasal süreçlerin dönüşümü ile de demokrasi alanı yeniden sınırlandırılarak siyasal öznelerinden bağımsızlaştırılmaktadır (2008: 1095).

Bu anlamda depolitizasyon, bağlayıcı güvenilir kuralların üstlenilmesi ve siyasal iktidarın ekonomi politikaları konusunda faaliyet alanını sınırlar pozisyonu ile emek örgütleri gibi toplumsal güçlerden gelecek müdahalelere karşı gardiyan görevi görmüş olmaktadır. Siyasal iktidar bu biçimde finansal piyasaların güvenirliliğini sağlamak, beklentilerini olumlu yönde değiştirmek ve ekonomi ile ilgili karar alma süreçlerinin operasyonel özerkliğinin yeniden savunulması için hükümeti emek sendikalarının hedefi olmaktan uzaklaştırmış olmaktadır.

Dahası burada siyasal katılımın engellenmesi, serbest piyasa ekonomisinin istikrarlılığı adına liberal demokrasinin serbest piyasaya ilişkin bırakınız yapsınlar, özel mülkiyet ve sözleşme gibi evrensel hayati ilkelerinin tehlikeye girmesi durumunda onları (liberal demokrasiyi) tekrar iyileştirecek müdahaleleri de kapsar. Bu müdahalelerin siyasal iktidarın alanının dışından liberalizmin iddia ettiği gibi kendi kendini düzenleyen piyasadan geldiği savunusu, örneğin ekonomiyi istikrarsızlığa sürükleyeceği düşünülen toplumsal güçlerin de kendiliğinden bertaraf olduğu algısını yaratır. Özellikle emek güçlerinin siyaset dışında bırakıldığı bu süreç, Glinavos’un piyasa demokrasisi (2008: 1089) olarak adlandırdığı Post-Washington uzlaşmasınca da öngörülen düzenlemeye güven ve yasa yapım sürecinin toplumdan bağımsızlaştırılmasının ta kendisidir.

Sosyo-ekonomik konuların demokrasi bağlamında geri plana itilmesi ise sınıfsal siyasetin görünmez kılınarak kimlik ve kültür gibi ekonomi ile doğrudan ilgili olmayan sorunların ön plana çıkartılması ve demokrasinin çerçevesinin bu şekilde çizilmesidir. Çünkü kapitalist toplumlarda ekonomi-siyaset ayrımının zorunluluğu bu toplumlarda siyasal iktidarın muhalefet edilecek hedef olarak belirlenmesini zorlaştıracak biçimde yapılanmasını gerektirir (Wood, 2006:155). Zira, R. Munck’un yerinde ifadesiyle “neoliberalizm, toplumdaki kamusal ve özel alanlar arasındaki geleneksel ilişkiyi baştan sona yeniden biçimlendirmiş, bunu yaparken de siyasetin ‘siyasi niteliğini yok etmiş’”tir (2005: 113).

Bu durum “demokratik” bir toplumda toplumun farklı kesimlerinin seçim sürecinde güç elde ederek radikal piyasa karşıtı hükümetlerin kurulabilmesine ortam hazırlayacağından, ekonominin yönetimine ilişkin konularda tartışmalı reform sürecini tümden tersine çevirebilme olasılığının da önlenmeye çalışılmasıdır (Glinavos, 2008: 1095). Çünkü bu tehlikeyi tersine çevirmenin ve “reform sürecini katılaştırmanın yolu”, yani ekonomi dışı siyaset araçlarındaki siyaset dışılığı biçimsel olan bu yoğunlaşmanın gerçekleşmesi, ekonominin yönetimini siyasal faaliyetlerin ulaşamayacağı uzaklıkta bir yere yerleştirerek toplumun belirli kesimlerinin muhalefetinden korunmasından geçmektedir.

Sonuç ve Değerlendirme

Neoliberal politikaların uygulamaya konulmasında devletin toplumsal sınıflardan özerkliği yanılsamasının bir sonucu olarak yönetsel kapasitesinin güçlendirilmesinin apolitizasyon stratejisi bakımından anlamı, kitlelerin siyasal karar alma süreçleri üzerindeki baskılarını önlemek adına siyasal faaliyetlerinin engellenmesidir. Siyasal mücadelelerin doğrudan engellenmesine yönelik kurumsal düzenlemelerin yanı sıra serbest piyasa ekonomisinin kendiliğinden doğal düzeninde esnek çalışma ilişkileri ile güvencesizleştirilen bu kesimlere yönelik “sosyal yardımlar” ise emeğin kontrolünün farklılaşan biçimlerini ifade eder.

1990’lardan itibaren burjuva çıkar örgütlerinin yayımladıkları raporlarda demokratikleşme adına sivil toplum-devlet karşıtlığı söyleminin yüceltilmesi ise bu yıllarda yükselen emek hareketi karşısında siyasal iktidarın verdiği “ödünler”, yani devletin ekonomiye doğrudan müdahalesinin onun özerkliğini aşındırdığı görüşü nedeniyledir. Nitekim emeğe verilen ödünlerin 1994 krizinin ardından geri alınarak krizin esnek çalışma ilişkileri ile aşılması, kitlelerin demokratik süreçler kanalı ile siyasal iktidar üzerinde baskı kurmalarının engellenmesiyle sonuçlanmıştır.

Bu yıllardan itibaren burjuva çıkar örgütlerinin raporlarında yükselişe geçen demokratikleşme söyleminin içeriğini, sosyo-ekonomik hakların öznesi olarak somut emek sahibi birey yerine kültürel haklarla tanımlanan soyut vatandaşın oluşturulması, kitleler için ekonominin siyasal mücadele unsuru olmaktan çıkarılması demekti. Bütün bunlara ilaveten devletin yönetsel kapasitesinin yeterince güçlü olmamasına, yani siyasal istikrarsızlığa dayandırılan 2001 krizinin ardından ekonominin yönetiminin siyasal karar alma süreçlerinden bağımsızlaşması ise apolitizasyonla örtüşür biçimde depolitizasyon politikalarının yoğunluğu ile karakterizedir. AB üyelik süreci ile güvenceye kavuşturulan bu durum hem ekonominin yönetiminin siyasal iktidarın etkilerinden bağımsızlaşması, hem de siyasal istikrar adına burjuva liberal/demokratik değerlerinin yerleşmesi ve geliştirilmesi söylemi ile yaygınlık kazanmaktadır.

Bütün bunlar olurken de siyasetin ekonomiden ayrılması ya da ekonomi-siyaset alanlarının birbirine özerkliği üzerinden hareket eden hâkim söylem ise sivil toplum denildiğinde ağırlıklı olarak burjuva ekonomik çıkar örgütlerini anlamakta, 12 Eylül askeri müdahalesi ve onun ardından gelen hükümetlerin (özellikle ANAP ve AKP’nin) ekonomik liberalizasyon programlarının sivil toplum üzerinde canlandırıcı bir etkide bulunduğunu savunmaktadır.

Örneğin 12 Eylül askeri müdahalesi sonrası siyaseti rasyonalite tercihli ve siyasallaşmanın azaltılması biçiminde olumlayan bu görüş, apolitizasyon süreçlerine rağmen, ekonomik liberalizasyona meşruluğunu veren ve toplum içinde yaygınlaştığı belirtilen sivil toplum söyleminin siyasal partiler ve devlet aktörleri tarafından sürekli kullanılmasının sivil toplumun derinleşmesi ve devlet merkezli siyasete meydan okunmasıyla demokratikleşme üzerinde ciddi etkilerinin olduğu savunusundadır. Buna göre toplumun karşılaştığı en büyük sorun siyasal elitler ve bürokratik elitler arasındaki çatışmanın sürekliliği olduğundan süreç, bürokratik elitlerden toplumsal ve siyasal aktörlere önemli bir geçiş olarak değerlendirilmektedir (bkz. Keyman, 2005: 205; Göle, 1994: 217; Müftüler-Baç, 2005: 20; Heper, 2006: 243; 2002: 82).

Bu görüşü savunanların, Weber’in rasyonel biçimde düzenlenmiş modern toplumsal yapıda uzlaşmanın burjuva toplumu ile sağlanacağı görüşüne benzer biçimde, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi burjuva çıkar örgütlerinin demokrasinin gelişimindeki rolüne vurgu yapmaları da neoliberalizmin tek seçenek olarak görülmesiyle ilgilidir. Bu ekonomik çıkar örgütlerinin demokrasiyi sürekli siyasal istikrar garantisi nedeniyle desteklemeleri (Heper, 2005: 43) ise siyasal liberalizasyonun ekonomik olanını takip edeceği gerekçesiyle sözkonusu söylemce olumlanmaktadır.

Örneğin cemaatçi İslami modernite söylemi ile serbest piyasa ve İslami değerlerin eklemlenmesini simgeleyen MÜSlAD’ın sendika karşıtı ve esnek çalışma yanlısı tavrına rağmen, devlet merkezli siyasetin karşısında olması sivil toplum ve demokrasi adına anlamlı bulunmaktadır (Keyman, 2004: 129).

Bu süreçte ekonomik liberalizasyonun yanı sıra siyasetin otoriterleştiğine de dikkat çeken hâkim söylem içinden kimi yazarlar ise toplumun önemli bir kesiminin siyaset dışında bırakılmasının yapısal uyum sürecini kolaylaştırdığını belirtmekle birlikte, burjuva çıkar örgütlerinin çoğul çıkarların temsilini üstlendiklerini ve devletin otoriteryan görünümüne rağmen günlük siyasal hayatta sivil yönetime geçiş ve çoğulculuğun unsurlarını taşıdıklarını savunmaktadırlar (bkz. Yeşilada ve Fisunoğlu, 1992: 190; İnsel, 2003: 294-5).

Sivil toplum örgütleri olarak öne çıkan burjuva çıkar örgütlerinin zaman zaman kendi dar ekonomik çıkarlarının kollayıcısı biçiminde davrandıklarını, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin korunmasından ziyade devletin yönetsel kapasitesinin güçlendirilerek otoritesinin yeniden kurulmaya çalışıldığını kabul etmekle birlikte, burjuva çıkar örgütleri ve siyasal partiler gibi sivil toplum gruplarının “çoğulcu liberal demokrasi” altında yeniden canlanacağı görüşündedirler (bkz. Yeşilada, 1988: 354; Toprak, 1996: 101; İnsel, 2003: 295; Özbudun, 2007: 179).

Serbest piyasa ekonomisine yönelik uluslararası standartların oluşturulması bağlamında AB üyelik sürecinde gerçekleştirilmesi zorunlu kriterlerin demokratikleşmeyi getirerek devlet-merkezli siyaseti dönüştüreceği, daha küçük, daha az baskıcı, daha etkili nitelikleri ile devletin (Toprak, 1996: 104; Barkey, 2000: 88, 104) sosyal politikaların ve refah rejiminin gelişiminde önemli adımlar atacağını (Buğra ve Keyder, 2006) ifade etmektedirler.

Hâkim söylemin daha liberal olanından sınıf merkezli olanına doğru bir hat takip eden sözkonusu yazarlar (Fuat Ercan ve Şebnem Oğuz’un da dikkat çektiği gibi) siyasal liberalizasyonu demokratikleşme getireceği düşüncesiyle desteklerken, neoliberal politikalara toplumsal sonuçları nedeniyle dar ekonomik anlamda karşı çıkmakta, geniş siyasal anlamda ise desteklemektedirler (2007: 185-188).

Ancak benimsedikleri kuramsal çerçeve gereği bu yazarların ekonomi politikasının siyasal alandan özerkleşmeye başladığı savunusu, sanıldığı gibi bir mücadele alanı olarak devletin özerkliğinin yeniden oluşturularak onun toplumsal sınıflara tarafsız olacağı anlamına gelmediğinden hem daha liberal olan, hem de sınıfsal unsurları analizlerine dahil eden bu yazarlar nihayetinde aynı şeyi söylemektedirler (bkz. Bozkurt: 2008). Oysa toplumsal gerçekliğe ilişkin ekonomi-siyaset, vatandaş-işçi gibi bölünmeleri öngören bu söylemin gerisinde, siyasal iktidarın ekonomi politikalarının yapımından görünürde uzaklaştırılarak bu politikaların işleyişini aksatacak emek mücadelelerinin muhatabı olmaktan çıkarılmasının bulunması demokratikleşmeyi değil, tam tersine siyasetin otoriterleşmesini ifade eder.

Çünkü gerek uluslararası sermaye, gerekse onunla eklemlenme kapasitesini gösteren yerel sermayenin çıkarlarının korunması ve krizlerle başa çıkabilmek, emek ve ücretler üzerinde kontrol olanaklarının genişletilebilmesine yönelik gerekli kurumsal düzenlemeleri yapacak güçlü devlette somutluk kazanır (Güney, 2004: 4; ayrıca bkz. BSB, 2007: 14-15). Başka bir ifadeyle, sınıf mücadelelerine karşı devletin özel mülkiyetin koruyucusu ve kurtarıcısı olduğu bir ortamda iyi işleyen bir piyasa ekonomisi demokrasi pahasına yükselmiş olur (Bonefeld, 2006: 242-3). Ekonomi politikası yapma sürecinin verimliliği ve güvenilirliği ile ilgili piyasa beklentilerini karşılayan devlet, yasal düzenlemeleriyle ekonomik süreçler üzerinde bir yandan apolitizasyon diğer yandan depolitizasyonla sağladığı kontrolden faydalanmış olur (Burnham, 2003: 177; Yılmaz, 2003: 56; Bonefeld, 2005: 94; Güney, 2006).

Dolayısıyla devletin otoriteryan niteliğinin piyasa adına sürdürüldüğü kapitalist yeniden üretim biçiminde, burjuva sivil toplum örgütleri ekonomik baskı grubu olarak piyasada etkinliklerini sürdürürken ihtiyaç duydukları siyasal istikrarı sivil hak ve özgürlüklere dayalı liberal demokrasi değerlerinin savunusu ile siyasal alandan temin etmeye çalışmaktadırlar. Ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı görüşündeki hâkim söylemin kapitalist toplumsal ilişkilerle bir sorunu olmaması da göstermektedir ki demokratikleşme vurgusunun sosyo-ekonomik adaletsizliklerden ziyade ağırlıklı olarak kültürel haklar temelinde yapılmasının gerisinde, liberal demokrasinin piyasanın istikrarı için önemi bulunmaktadır.

Devletin bu biçimi, biçimsel eşitliğin ve özgürlüğün uyumu bağlamında Bonefeld’in ifadesiyle, bir siyasal zor olarak “piyasa cumhuriyetinin” siyasal organizasyonunu ifade etmektedir (1992: 116). Çünkü sömürünün varlığının bir biçimi olarak biçimsel eşitlik ve özgürlük, mülkiyet hakkının siyasal garantisini ve hukukun üstünlüğünü uygulayacak güçlü devleti gerektirir. Mülk sahipleri arasında “eşit”, “özgür” değişim ilişkilerine uygun yönetimi koruma yetkisine sahip bir kurum olan devletin, toplumsal ilişkilerin dışında onların üzerinde ve onlara tarafsız görünmesi (Bone- feld, 2007: 263; Holloway, 2001: 245; Clarke, 2001: 194) bu sayede gerçekleşir.

Sonuçta yeniden üretimi kendiliğinden gerçekleşmeyen sermayenin kendi doğasından gelen birikim üzerindeki krizlerinin ve sınıf çelişkilerinin dengelenmesinde devlet müdahalesine duyduğu zorunlu ihtiyaç (Kettell, 2004: 23) apolitizasyon ve depolitizasyon stratejileri ile görünmez kılınır. Bu nedenle hâkim söylemin belirttiğinin aksine bir yönetim stratejisi olarak apolitizasyon ve depolitizasyon hem siyasal karar alma süreçlerinin muhalif gruplardan özellikle emek örgütü taleplerinden bağımsızlaştırılması, hem de bu süreçlerin siyaset dışıymış gibi gösterilmesi anlamında devletin özerk olduğu yanılsamasını yayma işlevi de görür.

Sınıf ilişkilerinin karşısında özel mülkiyet kurallarının uygulanması ve serbest piyasa ekonomisine yönelik politikaların bizzat devletçe önünün açılması (Yalman, 2004: 65; Bonefeld, 2006: 243) bu biçimde meşrulaşır. Böylece “özerkliğin” tekrar kazanılması vurgusuyla emek örgütlerinin kontrol altına alınması, ekonomi-siyaset ayrılığının belirginleşmesi ya da devletin ekonominin doğrudan yönetiminden çekilmesiyle düzenleyici rolü de genişletilmiş olur. Çünkü piyasada bir meta olarak emek gücünün yeniden üretiminin garantiye alınmasının gerekliliği, devletin düzenleyici rolünün ve müdahalesinin artmasını zorunlu kılar.

Görüldüğü gibi özellikle derin toplumsal çatışma dönemlerinde sermayenin temsilcisi sivil toplum örgütlerince “katı-otoriter-vesayetçi” devlet müdahaleleri ekonomik ve siyasal istikrar adına desteklenirken sıra bu istikrarın sürdürülmesine geldiğinde, devletin toplumsal sınıflara özerkliğinin ve liberal demokrasinin savunuculuğu yapılmaktadır. Bütün bunlar olurken demokrasi ve sivil toplum söylemi ile toplumsal çatışma düzeyleri ekonomiden siyasal-kültürel alana kaydırılırken, toplumun geniş kesimlerinin siyasallaşma düzeyleri bu alanların sınırları içinde tutulmaya çalışılmaktadır. Toplumun bu kesimleri için siyasal faaliyetin konusu ekonomi yerine kimlik ve tanınma sorununa indirgenirken, “kendilerine demokrat” sermaye örgütleri devletle içsel ilişkilerine devam etmektedirler.


Notlar

1- Sözlük anlamları bakımından “apolitizasyon” politik konulara ilginin azalması, politik yabancılaşmanın yükselmesi ya da toplumun geniş kesimlerinin çeşitli siyasal araçlarla siyasetin dışında bırakılması (Kettell, 2008), “depolitizasyon” ise siyasal olarak kitlelerin muhatapsız bırakılması ya da toplumun siyasetten arındırılması (Burnham, 2002; 2003) anlamına gelir. 1980 sonrası neoliberal dönüşüm politikalarının analizine ilişkin öne çıkan çalışmalarda ise “apolitizasyon” ve “depolitizasyon” kavramları sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılmakta ancak süreç daha çok “depolitizasyon” kavramına başvurularak açıklanmaya çalışılmaktadır. Örneğin Burnham (2001; 2003; 2006) ve Kettle (2008) her iki kavram arasında belirgin bir ayrım yapmamakla birlikte, genel olarak neoliberal ekonomi politikalarına ilişkin karar alma süreçlerinin ve uygulamalarının siyaset dışıymış gibi gösterilmesini betimlemek ve açıklamak için depolitizasyon kavramına başvururlar. Bu çalışmada ise 12 Eylül müdahalesinden 1990’lara kadarki süreçte kitlelerin siyaset dışı bırakılması anlamında “apolitizasyon”a yapısal uyum politikalarının yoğunlaştığı 1994 krizi sonrasında ise siyasal karar alma süreçlerinin ekonomi politikalarının dışındaymış gibi gösterilmesi anlamında da (apolitizasyona paralel olarak) “depolitizasyon”a başvuruldu. Ancak yazının teknik sunumu gereği yapılan bu dönemselleştirme iki strateji arasında katı bir ayrım olduğu anlamına gelmeyip, birbirlerine paralel bu stratejilerden dönemsel olarak iki strateji arasındaki geçişleri ifade etmektedir. Zira her iki strateji de aynı politikanın paralel uygulamalarını ve bu politikaların uygulamaya geçiş sürecinde engel oluşturabilecek kurumsal yapıların bertaraf edilmesini ifade etmektedir.

2- Çalışmanın sonraki kısımlarında “hâkim söylem” olarak ifade edilecektir.

3- Ulusal rekabeti ve devlet korumacılığını vurgulayan devlet merkezli kalkınma yaklaşımı, emperyalizme ve küreselleşmeye karşı olmakla birlikte işçi sınıfı ile devleti müttefik kabul eder. Bu konuya ilişkin önemli bir çalışma için bkz. Ercan ve Oğuz (2007).

4- Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinin Batı’dan farklı ve kendine özgü bir biçimde gelişememesinin sivil toplum ve demokrasinin gelişimini engellediğini ifade eden bu kuramsal çerçeve, “cumhuriyet elitleri” tarafından Osmanlı’dan devralınan “patrimonyal devlet anlayışı” ve “bürokratik geleneğin” 1980’lere kadar ki devlet merkezli kalkınma ideolojisinin dayanağını oluşturduğunu belirtir. Toplumsal ilişkileri “bürokratik elitler” ve “siyasal elitler” arasındaki çatışmaya indirgeyen bu yaklaşıma göre, 1980’lerden itibaren devlet merkezli kalkınma ideolojisi dönüşmeye başlamıştır. Bu kuramsal çerçeveye ilişkin eleştirel literatür bir hayli zengindir. Sadece birkaç örnek için bkz. Yalman (2004); Dinler (2003); Bozkurt (2008); Kutun Gürgen (2011).

5- Burada hâkim/normatif bakış açıları ifadesi farklı varsayım ve ilkelere dayanmakla birlikte benzer kuramsal temelden, yani Weberyan analizden hareket eden devlet merkezli ve liberal yaklaşımlar için kullanılmıştır. Ancak çalışmada hâkim söylem olması nedeniyle liberal analiz eleştiriye tabi tutulmuştur.

6- 12 Eylül müdahalesinin başlıca kaygısı ülkenin ekonomik, siyasal ve kurumsal olarak yeniden yapılandırılmasıydı. Bu nedenle devrimciler, sosyal demokratlar, sendikacılar hatta Nükleer Silahsızlanma Derneği üyeleri de dâhil soldan gelebilecek her türlü muhalefet belirtisi ezilmişti (Ahmad, 2002: 218).

7- Özal, ücret talebi önemli ölçüde kısılmadığı sürece ülkenin iflas edeceği uyarısını yaptığından bu politikaya destek için esnaflar, aydınlar ve küçük üreticiler olmak üzere toplumun bütün sınıflarında emeğe karşı kampanyalar açılmıştı. İşçilerin yüksek ücret aldıkları, bu durumun malların dünya piyasasında fiyatlarını artırdığı ve ekonomik kalkınma önünde engel oluşturduğu belirtilmişti. Ücretlerin düşük tutulmasının bir diğer nedeni, sadece baskıcı toplu sözleşme ve grev yasaları olmayıp fabrikaların düşük kapasite çalışması da işsizlik nedeniyle geniş bir işgücü havuzu yaratmıştı (Boratav, 1991: 42).

8- Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu.

9- Bu yeni göç dalgasının bir sonucu sermayenin düşük eğitimli, kırdan yeni gelmiş, deneyimsiz işçileri tercih etmesi nedeniyle bunların muhalif toplumsal hareketlerle bütünleşmesinin önlenmesi oldu. Neoliberal-muhafazakâr ittifak gibi ideolojik mekanizmalardan alınan destekle sınıf siyaseti kimlik siyaseti içinde kontrol altına alındı. “Türk-İslam” sentezi ideolojisi ile de bu işçilerin bir kısmı esnek üretim biçiminin kontrollerine tabi olurken, diğer önemli bir kısmı kapitalizmle bir sorunu olmayan devlet merkezli anlayış karşıtı sendikalara yönlendirildi.

10- Ancak OECD 1996 Türkiye Raporu’nda emek piyasası sorununun diğer ülkelerden farklı olduğu, diğer ülkeler için geçerli olan esneklik argümanının Türkiye için geçerli olamayacağı belirtilmişti. Türkiye’de emek gücü piyasasındaki güçlü yanların korunması, emek gücünün niteliklerinin artırılmaya çalışılması ve nüfusun çoğunluğunun yaşam standartlarında sürdürülebilir bir artışın gerçekleştirilmesi gerektiği belirtilmişti (akt: Onaran, 2004: 217-8).

11- Part-time çalışma saatleri, geçici iş sözleşmesi, çalışma zamanının artması ve işverenlerin kriz zamanlarında işçileri topluca işten çıkarmaları gibi esnek çalışma ilişkilerini ifade eden 2003 İş Kanunu, AKP iktidarı tarafından hazırlanan kamu yönetimi reform paketi kapsamında yer alıp kamu yönetimi sisteminin dönüşümü bağlamında özelleştirme ve yerelleşme reformları ile aynı bütünsel dönüşüm sürecinin bir parçasını ifade etmektedir.

12- AKP dönemine ilişkin siyasetten dışlama politikaları kuşkusuz daha kapsamlı ve AKP özelinde yapılacak bir çalışmanın konusu olabilir. Konuyu popülizm bağlamında ve Jessop’un “hegemonya ve birikim stratejileri” kavramsallaştırmasına yakın bir perspektiften inceleyen kapsamlı bir çalışma için bkz. Yıldırım (2009).

13- Bu fon 2001 krizi sonrasında “toplumsal riski azaltma projesi” kapsamında DB finansmanıyla devreye sokulan “Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu” olup eğitim, sağlık, yakacak ve gıda gibi yardımları kapsamaktadır. Bu anlamda ilköğretim okullarında ücretsiz dağıtılan ders kitabı, süt vb. gibi doğrudan yapılan yardımlar bir yandan bu kesimler nezdinde “hayırsever devlet” imgesini güçlendirerek siyasal iktidara yönelik bir hoşnutluk yaratırken, diğer yandan önemli bir kamusal kaynağın sermayeye aktarılmasını ifade etmektedir. Aynı şey “sağlıkta dönüşüm” kapsamında özel sağlık kuruluşları ve ilaç tekellerine, “kentsel dönüşüm” kapsamında da müteahhitlik ve inşaat firmalarına aktarılan kaynaklar için de sözkonusudur.

14- Örneğin TOBB ve TİSK lobilerinin görüşlerinin sadakatle izlendiği 1980 askeri müdahalesinin hemen ardından TİSK başkanı Halil Narin’in “şimdiye kadar işçiler güldü artık gülme sırası bizde” (Barkey,1990: 189; Boratav, 2007:150) deyişi, ekonomik ve politik dönüşümün etkilerinin işçi sınıfının taleplerinin kontrol altına alındığı bir ortamda burjuva sınıfı için durumun farklı olduğunu göstermektedir. 1971 askeri müdahalesinden sonra kurulan TÜSİAD ekonomik ve siyasal kriz koşullarında serbest girişim ve liberal bir ekonomi talep etmiş ve Ecevit hükümetini eleştirmişti. Ekonominin yeniden yapılanması için 24 Ocak Kararları’nı doğrudan savunmuş, diğer tüm sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerinin yasaklandığı bir ortamda yapısal uyum programının sadık takipçisi olacakları mesajını iletmek için bir takım TÜSİAD temsilci askeri yönetimce Washington’a gönderilmişti (Arat, 1991: 135). Başka bir ifadeyle, devletin çatışan sınıflar arasında burjuvaziden yana olan tavrının gerek yabancı finans çevrelerine, gerekse yerli burjuvaziye yapısal uyuma devam edileceği konusunda güvence vermesi burjuvazinin çıkarlarının özerkleşmiş devletin çıkarları karşısında ikincil konumda olmadığını göstermektedir (Yalman, 2004: 63). Barkey’in de belirttiği gibi, “ekonomi politikalarını devam ettirecek ama çıkarlarına müdahale edilmeyecek ortamın yaratılmasıyla, Türkiye sahnesinde bürokratik otoriter devlet nihai olarak gücün dengesini özel sektörden yana bükmüştü”(1990: 190).

15- Bu anlamda TÜSİAD’ın (1997; 1999; 2006) ve MÜSİAD’ın (2000; 2008) raporları önemlidir.

16- Böylesi bir karşılaştırma için sözkonusu burjuva çıkar örgütlerinin çalışma boyunca başvurulan raporları ile Türkiye için hazırlanan ilerleme raporları ve katılım ortaklığı belgelerine bakılabilir.

17- Standart bürokratik yapılardan farklı olduğu varsayılan bu “hükümet-dışı kurullar” basit bilgi sunumundan, spesifik alanlardaki faaliyetlerin düzenlenmesi sürecine kadar kural koyma, düzenleme ve yargılama gibi çok farklı ve etkin bir kapasiteye sahiplerdir (Zenginobuz, 2008: 475-6).

18- Kurullar uzmanlık, esneklik, karar verme maliyetinin düşüklüğü, istikrar, ekonomik etkililik ve siyasal belirsizliğin önlenmesi gibi nedenlerle “iyi işleyen bir piyasa ekonomisi” için tercih edilmektedir. Üyelerinin atanmasında yasama organı ve hükümetin etkisinin yanı sıra kurulların hükümeti bilgilendirmek için yıllık raporlar hazırlama, bazı durumlarda bu raporların onaylanması gibi resmi zorunluluklarının bulunması onların siyasal iktidardan bağımsız olmadıkları anlamına gelir. Finansal ve kurumsal özerklik bakımından ise kurulların bütçesinin kaynağının büyük oranda dış finansman olmasının yanı sıra hükümet ve bazı firmalardan destek almaları bütçenin kontrolünün çoğunlukla kurul tarafından yapılmasıyla birlikte bazen hem hükümet, hem de kurul tarafından yapılması, kurullar ve siyasal iktidar arasındaki ilişkilerin özünde bağımsız olmadığının diğer bir göstergesidir. bkz. Zenginobuz (2008: 494).

19- Bu kurullardan örneğin bankacılık sisteminin yeniden yapılanması için kurulan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) kronik olarak sürekli değişen yüksek enflasyon, yükselen hükümet açıkları ve küçük bankacılık sektöründeki parçalanmaların neden olduğu krizlerin şiddetli yeniden yapılanmayı gerektirmesiyle 1994 krizinden sonra,1999’da kurulmuş, 2001 krizinden sonra da yeni IMF stand-by anlaşmalarıyla yetkileri genişletilmiştir. IMF beklentileri doğrultusunda BDDK enflasyon karşıtı programıyla sıkı mali politika ve para politikası için değişim oranlarının belirlenmesi gibi geniş ölçekli yapısal reformlara tabi tutulmuştur. bkz. Zenginobuz (2008: 479); Öniş ve Bakır (2007: 153).


Kaynakça

– Ahmad, F. (1985) “The Transition to Democracy in Turkey”, Third WorldQuarterly, 7 (2): 211-226.

– Ahmad, F. (2002) Modern Türkiye’nin Oluşumu, çev. Y. Alogan, İstanbul: Kaynak.

– Akkaya, Y. (2004) “Düzen ve Kalkınma Kıskacında İşçi Sınıfı ve Sendikacılık”, Balkan, N. ve S. Savran (haz.), Neo- liberalizmin Tahribatı 2 içinde, İstanbul: Metis, 139-164.

– Arat, Y. (1991) “Politics and Big Business:Janus-Faced Link to The State”, Heper, M. (edt.), İn The Strong Sateand Economic İnterest Groups: The Post 1980 Turkish Experience, Berlin: N.Y Walter de Gruyter.

– Bağımsız Sosyal Bilimciler, (2007) IMF Gözetiminde On Uzun Yıl, 1998-2008, İstanbul: Yordam.

– Bağımsız Sosyal Bilimciler, (2008) 2008 Kavşağında Türkiye, İstanbul: Yordam.

– Bakırezer, G. ve Demirer, Y. (2009) “AK Parti’nin Sosyal Siyaseti”, Uzgel, İ. ve B. Duru (der.), AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu içinde, Ankara: Phoneix, 153-178.

– Barkey, H. (1990) The State and The Industralization Crisis in Turkey, Oxford: Westview.

– Barkey, H. (2000) “The Struggles of a ‘Strong’ State”, Journal of International Affairs, 54 (1): 87-105.

– Bedirhanoğulları, P. (2009) “Türkiye’de Neoliberal Otoriter Devletin AKP’li Yüzü”, Uzgel, İ. ve B. Duru (der.), AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu içinde, Ankara: Phoneix, 40-65.

– Bonefeld, W. (1992) “Sosyal Constitution and the Form of the Capitalist State”, Bonefeld vd., (edt.), İn Open Marksizm I, Dialectics and History, London: Pluto, 93-132.

– Bonefeld, W. (2005), “Europe, the Market and the Transformation of Democracy”, Journal of Contemporary European Studies, 13 (1): 93-106.

– Bonefeld, W. (2006) “Democracy and Dictatorship: Means and Ends of The State”, Critique, 34 (3): 237-252.

– Bonefeld, W. (2007) “Devlet ve Sermaye: Politiğin Eleştirisi Üzerine”, Bonefeld, W. ve J. Holloway (edt.), Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi içinde, çev. C. Atay, İstanbul: Otonom, 255-284.

– Boratav, K. (1991) 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, İstanbul: Gerçek.

– Boratav, K. (2007) Türkiye İktisat Tarihi, Ankara: İmge.

– Bourdieu, P. (2002) “Against the Policy of Depoliticization”, PoliticalEconomy Studies, Trans. L. Wacquant, 69: 31-42.

– Bozkurt, U. (2008), Making Sense of The Turkish State: s Transformations Since: 1980 Bringing Class Back İn, Unpublished Phd Thesis, York: University of York Department of Politics.

– Buğra, A. (1998) “Class, Culture, and State: an Analysıs of Interest Representation By Two Turkish Business Associations” Int. J. Middle Eastern Studies, 30: 521-539.

– Buğra, A. (2004) “Dini Kimlik ve Sınıf: Bir MÜSİAD-Hak-İş Karşılaştırması”, Balkan, N. ve S. Savran (haz.), Sürekli Kriz Politikaları I içinde, İstanbul: Metis,126-147.

– Buğra, A. ve Ç. Keyder (2006) “The Turkish Welfare Regime in Transformation”, Journal of European Social Policy, 16 (3): 211-228.

– Buller, J., M. Flinders (2005) “The Domestic Origins of Depoliticisation in The Area of British Economic Policy”, British Journal of Politics & International Relations, 7: 526-543.

– Burnham, P. (2001) “New Labour and the Politics of Depoliticisation” British Journal of Politics and International Relations, 3 (2): 127-149.

– Burnham, P. (2003) “Küreselleşme, Apolitikleştirme ve Modern Ekonomi Yönetimi”, Praksis, 3 (9): 163-182.

– Burnham, P. (2006) “Depoliticisation: a Comment on Buller and Flinders” British Journal of Politics and International Relations, 8: 303-306.

– Clarke, S. (1992), “The Global Accumulation of Capital and the Periodisation of the Capitalist State Form” Bonefeld vd., (edt.), In Open Marksizm I, London: Pluto. 133-151.

– Clarke, S. (2001) “State, Class Struggle, and Reproduction of Capital”, Clarke, S. (edt.), In State Debates, Palgrave, 184-203.

– Ercan, F. ve Ş. Oğuz (2007) “Rethinking Anti-Neoliberal Staretegies Through the Perspective of Value Theory: Insights From the Turkish Case”, Science and Society, 71 (2): 173-202.

– Glinavos, I. (2008) “Neoliberal Law: Unintended Consequences of Market-Friendly Law Reforms”, Third World Quarterly, 29 (6): 1087-1099.

– Göle, N. (1994) “Toward an Autonomization of Politics and Civil Society in Turkey”, Heper, M. and A. Evin (edt.), Politics In The Third Turkish Republic, Boulder: Westview Press, 213-222.

– Güney, A. (2004) “Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı Üzerine Bir Değerlendirme: Devlet Biçimi ve Yeni Siyaset Tarzı”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1 (2): 1-12.

– Güney, A. (2006) “Postmodern İdeoloji, Siyasetten Arındırma Süreci ve Türkiye’de Siyaset”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 61 (1) (Ayrı Baskı): 175-200.

– Güveloğlu, N. (2004) “Demokrasinin Neoliberal Çağda Geçirdiği Dönüşümün Siyasal Partiler Üzerindeki Etkisi” Praksis, 12: 11-36.

– Heper, M. (2002) “Ottomon Legacy and Turkish Politics” Journal of International Affairs, 54 (1): 63-82.

– Heper, M. (2005) “The European Union, the Turkish Military and Democracy” South European Society & Poli-tics, 10 (1): 33-44.

– Heper, M. (2006) Türkiye’de Devlet Geleneği, çev. N. Soyarık, Ankara: Doğu Batı.

– Heper, M. ve A. Güney (2000) “The Military and The Consolidation of Democracy: The Recent Turkish Experience”, Armed Forces & Society, 6: 635-657.

– Holloway, J. (2001) “The State and Everyday Struggle”, S.Clarke (edt.), In State Debates, Palgrave, 224-259.

– İnsel, A. (2003) “The AKP and Normalizing Democracy in Turkey”, The South Atlantic Quarterly 2 (2/3): 293-308.

– Kaleağası Blind, P. (2007) “A New Actor in Turkish Democratization: Labor Unions’, Turkish Studies, 8 (2): 289-311.

– Kettell, S. (2008) “Does Depoliticisation Work? Evidence From Britain’s Membership of The European Exchange Rate Mechanism, 1990-92′, British Journal of Politics & International Relations, 10 (4): 630-648.

– Keyder, Ç. (2004) “The Turkish Bell Jar”, NewLeftReview, 28: 65-84.

– Keyder, Ç. (2007) Memalik-İ Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, İstanbul: İletişim.

– Keyman, F. (2004) “Sosyal Demokrasi ve Türkiye”, Doğu-Batı, 7 ( 29): 123-144.

– Keyman, F. (2005) Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye, İstanbul: Bilgi Üniversitesi.

– Keyman, F. ve B. Koyuncu (2005) “Globalization, Alternative Modernities and The Political Economy of Turkey”, Review of International Political Economy, 12 (1): 105-128.

– Köker, L. (1987) “Liberal Demokrasi ve Eleştirileri”, H.Tez, 6: 67-88.

– Köker, L. (2010) “A Key to The “Democratic Opening”: Rethinking Citizenship, Ethnicity and Turkish Nation- State, Insight Turkey, 12 (2): 49-69.

– Munck, R. (2007) “Neoliberalizm ve Siyaset, Neoliberalizmin Siyaseti”, Saad-Filho, A., D. Johnston (haz.), Neo- liberalizm Muhalif Bir Seçki içinde, çev. Başlı, Ş. ve T. Öncel, İstanbul: Yordam, 106-123.

– Müftüler-Baç, M. (2005) “Turkey’s Political Reforms: The Impact of The European Union”, Southeast European Politics and Societies, 10 (1): 16-30.

– MÜSİAD (Müstakil İşadamları Derneği) (2000) Anayasa Reformu ve Yönetimin Demokratikleşmesi, 37, İstanbul: MÜSİAD.

– MÜSİAD (Müstakil İşadamları Derneği) (2008) Yeni Bir Anayasa İçin Görüş ve Öneriler, İstanbul: MÜSİAD.

– Onaran, Ö. (2004) “Emek Piyasasına Dayalı Yapısal Uyum: Katılık Miti”, Balkan N. ve S. Savran ( haz.), Neoliberalizmin Tahribatı 2 içinde, İstanbul: Metis, 211-233.

– Öngen, T. (2004) “Türkiye’de Siyasal Kriz ve Krize Müdahale Stratejileri: ‘Düşük Yoğunluklu Çatışma’dan ‘Düşük Yoğunluklu Uzlaşma’ Rejimine”, Balkan, N ve S.Savran (haz.), Sürekli Kriz Politikaları I içinde, İstanbul: Metis, 76-104.

– Öniş, Z. (1992) “Redemocratization and Economic Liberalization in TurkeyThe Limits of State Autonomy”, Studies in Comporative International Development, Summer, 27 (2): 3-23.

– Öniş, Z. (2009) “Beyond The 2001 Financial Crisis: The Political Economy of The New Phase of Neo-Liberal Restructuring in Turkey” Review of International Political Economy, 16 (3): 409-432.

– Öniş, Z. and U. Türem (2001) “Business, Globalization and Democracy: a Comparative Analysis of Turkish Business Associations’, Turkish Studies, 2 (2): 94-120.

– Öniş, Z. ve C. Bakır (2007) “‘Turkey’s Political Economy in The Age of Financial Globalization: The Significance of The EU Anchor”, South European Society and Politics, 12 ( 2): 147-164.

– Özbudun, E. (2007) “Democratization Reforms in Turkey, 1993-2004” Turkish Studies, 8 (2): 179-196.

– Rogers, C. (2009) “From Social Contract to ‘Social Contrick’: The Depoliticisation of Economic Policy-Making Under Harold Wilson, 1974-75”, The British Journal of Politics and International Relations, 11: 634-651.

– Sayarı, S. (1996-97) “Political Parties, Party Systems and Economic Reforms: The Turkish Case”, Studies in Comparative International Development, 31 ( 4): 29-45.

– Toprak, B. (1996) “Civil Society in Turkey”, E.J. Brill(edt.), Civil Society in The Middle East (Social, Economic and Political Studies of The Middle East and Asia), Augustus Richard Norton, 2: 87-117.

– TÜSİAD (Türkiye Sanayi ve İşadamları Derneği) (1997) Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri, İstanbul: TÜ- SİAD.

– TÜSİAD (Türkiye Sanayi ve İşadamları Derneği) (1999) Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son Gelişmeler, İstanbul: TÜSİAD.

– TÜSİAD (Türkiye Sanayi ve İşadamları Derneği) (2006) Türk Demokrasisinde 130 Yıl (1876-2006), İstanbul: TÜSİ- AD.

– TÜSİAD (Türkiye Sanayi ve İşadamları Derneği) (2007) Çağdaş Bir Anayasanın Önkoşul, İlke ve Kurumları, Anayasa Platformu Belgesi 7 Aralık 2007, İstanbul: TÜSİAD.

– Wood, E. M. (2003) Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Ş. Artan, İstanbul: İletişim.

– Wood, E.M. (2006) “Küreselleşme ve Devlet: Sermayenin İktidarı Nerede?”, Filho, A.S. (haz.), Kapitalizme Reddiye içinde, çev. E. Kahraman, İstanbul: Yordam.

– Yalman, G. (2004) “Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Alternatif Bir Okuma Denemesi”, Balkan, N. ve S. Savran (haz.), Sürekli Kriz Politikaları I içinde, İstanbul: Metis, 44-75.

– Yeldan, E. (2003) Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İstanbul: İletişim.

– Yeşilada, B. (1998) ” Problems of Political Development in Third Turkish Republic”, Politiy, 21 (2): 345-372.

– Yeşilada, B. (2007) “Some Expected and Some Not-So-Expected Benefits of Turkey’s EU Membership For Both Parties”, Paper Prepared For Presentation At The European Union Studies Conference in Montreal, Canada, 17-20 May.

– Yeşilada, B. and M., Fisunoğlu (1992) “Assesing The January 24, 1980 Economic Stabilization Program in Turkey”, H. Barkey (edt.), In The Politics of Economic Reform in The Middle East, New York: St.Mashn, 183-210.

– Yıldırım, D. (2009), “AKP ve Neoliberal Popülizm”, Uzgel, İ., ve B. Duru (der.), AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu içinde, Ankara: Phoneix, 66-106.

– Yılmaz, Z. (2003) “Günümüz Türkiye’sinde Devlet ve Hâkim Sınıflar İlişkisi Üzerine Alternatif Bir Çerçeve Denemesi”, Praksis, 9: 55-92.

– Zenginobuz, E. Ü. (2008) “On Regulatory Agencies in Turkey and Their Independence”, Turkish Studies, 9 (3): 475- 505.


Praksis, Dört Aylık Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 30-31, 2012-3.