Belediye Koğuşuna “657” Kere Maşallah – Halk Sahnesi Oyuncuları


“Maşallah!..” dedi Kadavra Şenol uzun kuyruğu görünce. Vehbi Koç’un cesedinin ve Erol Taş’ın kesilen ayağının çalınışından bu yana ölülerin sigorta ettirilip ettirilmediğini bilmiyorum ama, sigorta şirketleri ortaya çıkana kadar halkımız bu “Maşallah” kavramını kaderci sigortacılığın keşfinden beri kullanmaktadır. “Merak etme Kadavracığım, bilet fiyatları bu seyirde devam ettiği sürece nazar değmez” diye ekledim bende tabi. Bir yandan sohbet ederken, diğer yandan kuyruktaki yerimizi aldık.

Şimdi bir çoğunuzun “Allah, Allah ne kuyruğu bu kardeşim” dediğini duyar gibiyim. O Zaman söyleyeyim, yine havanın kötü olduğu bir gün arkadaşım Kadavra Şenol ve ben, Halk Sahnesi Oyuncuları’na toplu bilet almak için, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın gişesinin önünde saf tutmuş durumdayız

Ha, bu arada unutmadan, arkadaşımız Kadavra Şenol lakabından duyduğu rahatsızlığı Halk Sahnesi’ne bildirdi. Açmaya çalıştığı pazarlık sonucunda hiç olmazsa lakabının “Ölgün” olarak değiştirilmesi talebinde bulundu. Halk Sahnesi ise, bu talebe karşılık olarak “Kadavra”nın görecelilik yasasına olan tutkunluğunu bildiği ve bitmez tükenmez istekler sürecinin önünü açmaması gerektiğine inandığı için, varolan olguların da önemli deneyimler olduğunu hatırlatarak konuyu kapattı.

Ancak, Kadavra’da konunun hala kapanmadığı belli ki bilet kuyruğunda bile şansını denemeye, Milli Piyango İdaresi’nin yüzünü kızartmayacak bir inatla devam ediyor. Bu tartışma yürürken, yanımızda bizimle beraber kuyrukta bekleyen yaşlı teyze konuşulanları dinlemiş olacak ki, beklenmedik bir anda konuya dahil oldu…

– Doğru söylüyor evladım.

Kadavra ve ben sıçradık. Evet. Aniden bize müdahale eden bu yaşlı teyzenin sesini duyduğumuzda birden kuyrukta olduğumuzu hatırladık. Kadavra, düşüncelerinin doğruluğuna toplumsal bir taban yaratma mutluluğu içinde “Öyle değil mi teyzeciğim?” diye ekleyerek ittifakı oluşturdu bile. Haliyle yaşlı teyze, bu uzun kuyruğun ve kötü havanın sıkıntısını içinden atacak olan altın değerindeki sohbeti yakalamanın heyecanı ile devam etti…

– Öyle evladım, öyle. Kadavra diye lakab mı olurmuş? Hem daha çok gençsin…

Yaşlı teyze bu lakabı o kadar ciddiye almış olacak ki, herhalde birazdan kuyrukta kefen parası toplamaya başlayacak diye içimden geçirdim. Kadavra’nın yüzündeki cenaze merasimlerine özgü tutuk gülümseme belirdiği anda, konuyla ilgili bir iki cümlede benim etmem gerektiğini düşünerek…

– Teyzeciğim, bu arkadaşımızın soğukluğuna, telekomünikasyon bozukluklarına, kısacası toplumla iletişim kurma zorluklarına bu yolla bir sıcaklık getirmeye çalışıyoruz. diye ekledim…

Yaşlı teyzenin bu tartışmadan pek hoşlanmadığı belli ki, konuyu daha fazla uzatmamaya, ancak, kuyrukta geçmesi gereken zaman gerçeğini de elden bırakmadan bu altın değerindeki sohbeti devam ettirmeye bir sarılışı vardı ki, görmeliydiniz.

– Siz öğrenci misiniz?

Bu soruyu, bizim Kadavra’nın “ölülerin en güzel mezar benimki” edasıyla cevabı kovaladı…

– Evet teyzeciğim. Ben Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü’nde okuyorum..

– Ya siz evladım?..

Bu soruya nasıl cevap vermeliyim!.. “Şimdi bak teyzeciğim, hem ekonomik, sosyal, hem de üniversitelerimizin orman kanunlarıyla yürütülen yönetiminin ortaya koyduğu ezici gerçekler var ya…” diye mi cevaplamalıyım? Bu soru karşısında aklımın içinden geçen bu tramvayın beni daha fazla sendeletmesine izin vermeden kısaca özetledim..

– Hayat üniversitesinde okuyorum teyzeciğim.

Bu cevap bizim yaşlı teyzenin gözlerini beşlik misketler gibi yaptı. Kesinlikle hiç bir şekilde anlam veremediği bu cevaba karşı tepkisini göstermekten geri durmadı tabi..

– Aaa!.. O ne biçim üniversiteymiş öyle? Diploma veriyor mu bari?..

Doğrusu teyzenin bu tepkisi beklenmedik değil. Sohbetin bu bölümünün de teyzenin istemlerine cevap vermediği ortadaki, hemencecik sorulmayan soruların cevapları bölümüne geçiverdik. Bütünüyle tüm koşullarını kendisinin belirlediği bu bölümde, yaşlı teyzemiz, nasıl büyüdüğünü, hangi okulda okuduğunu, kaç yaşında evlendiğini, memuriyet hayatına ne zaman başladığını, kaç yıl ve hangi devlet dairelerinde çalıştığını, kaç çocuğu olduğunu, onları nasıl büyüttüğünü, nerelerde okuttuğunu, hangi başarıları kazandıklarını, kaç para maaş aldığını, şu anda hayatın zorluklarıyla nasıl mücadele ettiklerini, her seçim döneminde verdikleri oyların nasıl boşa gittiğini geniş bir zaman diliminde “kısaca” özetleyerek, “Allah devletimize, milletimize zeval vermesin” diyerek bitirdi.
Kadavra Şenol, teyzemizin bu iyi niyetli dualarını, halkımızın tüm umutlarını somutlaştırdığı ve kaderin o cilveli ellerine teslim ettiği meşhur kavramlaştırmasıyla daha da bir paklandırdı..

– İnşallah teyzeciğim, inşallah!..

– “Şu memur zihniyetini bir kurt bir kuzuyu paralar gibi paralamak isterdim…”diye aklımdan geçen Mayakovski’nin bu dizeleri, ne yalan söyleyeyim istem dışı size yansıttığım duygularım. Bu nedenle özür dilerim. Belki de bu gün biraz saldırganım. Aslında güçlü manevi bağlar en çok değer verdiğim şeylerdir. Ancak, böylesine körce bir manevi bağ beni hayretler içine düşürüyor doğrusu.

Bütün bunların yanı sıra, bizim Kadavra’nın körcesine, bu emekli memur olan yaşlı teyzemizin yıllarca halkına emek vermiş bir emekçi olmasından dolayı gösterdiği sınırları aşan hoşgörüye ne demeli? Kimsenin emeğine ve emekçiliğine saygısızlık etmek istemem. Ancak, bu görmedim, duymadım ve konuşmadım zihniyetinin, “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” anlayışıyla bütünleşen memur zihniyetini ortaya çıkarması tahammül edilebilir bir şey değil. Ben bunları düşünürken Kadavra Şenol teyzemizle sohbeti koyulaştırdı bile…

– Biliyor musun teyzeciğim, bu oyunun yazarının çok ilginç bir yaşam öyküsü var.

Kadavra Şenol çantasından eski bir dergi çıkardı ve sayfalarını karıştırmaya başladı. Emekli memur olan teyzemiz, hiç bir yaşamın kendisininkinden daha ilginç olamayacağını bildiği için ekledi…

– Bizim hayatımız tiyatro olmuş evladım.

– Öyle demeyin teyzeciğim. diyen Kadavra elindeki eski dergiden okumaya başladı…

– Bakın yazar ne diyor… “Daha üniversitede öğrenciyken patlayan 2. Emperyalist paylaşım savaşı beni, öğrenimimi yarıda bırakmaya ve savaşa katılmaya zorladı. Bir yıl sonra kendimi faşistlerin kampında esir olarak buldum. Şunu da söylemeliyim ki: Bir kamptan ötekine zırhlı vagonlarla gidegide hemen hemen bütün Avrupa’yı dolaştım. Sonunda bir kibrit fabrikasına çalışmaya gönderildim. Şansım varmış diye düşündüm. Çünkü ne de olsa kibritler küçük şeylerdir. Pek ağır bir iş olmasa gerek dedim. Oysa kibritlerin, kibrit olmadan önce, koca koca ağaçlar olduğunu bunları da benim taşımam gerektiğini müjdelediler. Sonra Ruslar geldiler ve beni kurtardılar. Serbest kaldığım yer ile ülkem arasındaki mesafe bir hayli uzundu. Bin kilometre yaya yürüdükten sonra Polonya’ya kadar gelebildim. Kilom otuzbeşe düştüğü için ayağıma çabuktum ve altı ay sonra İtalya’ya varabildim.

– Ay, ay yazık!… Bol bol et yeseymiş bari…

Kadavra, teyzenin reçetesine aldırmadan devam etti…

– “El çabukluğu ile şişmanlayıp ardından edebiyat lisansımı aldım. Bir yıl sonra lise öğretmenliğine başladım. Artık bir görevim, deniz, çiçekler ve kızlar vardı, bundan daha iyi olamazdı…

– Gördün mü bak artık rahata kavuştu. Derli toplu bir hayatı olmuş artık. Hep söylerim insan geleceğini düşünmeli diye…

– Düşünmüştür zaten teyzeciğim… demekten kendimi alıkoyamamıştım. Kadavra okumasını sürdürdü…

– “Ama ne fayda?.. Üç yıl sonra çalıştığım iş de, çiçekler de, kızlar da benim için çekilmez olmuştu. Bir gemiye bindiğim gibi Güney Amerika’ya, Kolombiya’ya gittim. Fakat orada da iyi bir iş bulabilmek imkansızdı.”

– Oldu mu ya şimdi? Sen ne güzel öğretmen olmuşsun, düzenini kurmuşsun. Evlenip çoluğa çocuğa karışacaksın, onların geleceği için çalışacaksın… Yaptığı işe bak şimdi!..

“Teyzemizin kendi zihniyetinden yola çıkarak başkaları için üzülmesi, aslında, kendi başına böyle bir şey gelmesinden korktuğu için olmasın” diye aklımdan geçiriyordum ki, Kadavra söze devam etti…

– “Bu kez de şansım imdadıma yetişti. Bir İtalyan elçisi Guetemala için bir ateşe arıyordu. Kendisiyle görüştüm ve görevi kabul ettim.”

– Ha bak ne güzel. Hem de yüksek mevkide bir memuriyet…

– “Gittiğim ülkeye hayran olmuştum. Gölleri, volkanları, Pasifik kıyısındaki plajları, tropikal renkleriyle iç açıyordu.”

– Ne güzel. Hem yüksek mevkide bir memuriyet, hem de tatil gibi bir görev. Sabreden derviş, muradına ermiş…
Teyzemizin risklere kapalı dünyasından bir yorum daha…

– “Ama bir zaman sonra, ülkenin bu güzelliği yanında kızılderililerin sefaletini görmeye katlanamadım.”

– Haydaaaa!.. Nedir bu adamın adı?

– Aldo Nicolai.

– Alde Nikola mıdır nedir!.. Ben size söyleyeyim çocuklar, bu herif var ya, hayatta adam olmaz. Otur oturduğun yerde be adam. Hem sana ne elin kızılderililerinden.

– Öyle deme teyzeciğim. Bu gerçekleri görmezlikten mi gelmeliydi? Her şey bir yana, bütün bu olanlar karşısında salt insan sevgisi bile, onun acı duymasına ve tavır almasına neden olmuş. Sence bu doğru bir şey değil mi teyzeciğim? demem üzerine yaşlı teyzemiz, hayat boyu düşünmekten, yapmaktan kaçtığı şeylerle tekrar karşı karşıya kalmanın verdiği duygunun altında ezilerek…

– Eeee… tabi… Öyle de… Ama o ne yapabilir ki tek başına…

– Bak teyzeciğim, şu anda bilet almak için kuyrukta beklediğimiz “Kadın ile Memur” adlı bu oyunda da yazar, “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” zihniyetini sorguluyor. Genel anlamda ise, toplumsallaşmış bir zihniyete karşılık olarak, “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışını taşıyan küçük burjuvanın eleştirisini yapıyor. Bakın ne güzel, halkın parasıyla yine halka hizmet veren bu tiyatro, ucuz bilet fiyatlarıyla herkesin tiyatro seyredebilmesinin önünü açıyor. Böylelikle hem insanlığın genel kazanımı olan tiyatro sanatını yaşatmış oluyoruz, hemde tiyatro sanatını halkın geneline yaymış oluyoruz. Ama, hiç bu kazanımları insanlığın nasıl elde ettiğini düşündünüz mü? Böyle bir kamusal anlayışı yaşatabilmek için ne mücadeleler verildi ve bu mücadeleleri hatta kan dökülmesi pahasına veren emekçiler vardı.

Bir emekli memur olan teyzemize karşı kendimi tutamayarak yaptığım bu çıkış, zaten yaşam karşısında küçük dünyasına hapsedilmek zorunda bırakılmış olmasının yanı sıra, teyzemizi iyice köşeye sıkıştırmıştı. Daha fazla üzerine gitmek istemiyordum aslında. Zaten biz bu sohbeti yaparken bilet alma sırası bize gelmişti bile. Biletlerimizi aldıktan sonra, teyzemizle tekrar görüşmek üzere diyerek ayrıldık.

Oyun günü, tüm Halk Sahnesi Oyuncuları’yla birlikte tiyatronun fuayesinde oyunun başlamasını bekleyerek sohbet ediyorduk. Kalabalığın arasında gördüğüm bizim yaşlı teyzemizle uzaktan selamlaştık. Teyzemiz, yanındaki kendisi gibi emekli memur olduğunu tahmin ettiğim yaşlı eşine bizi göstererek bir şeyler anlatıyordu.

Aradan çok geçmeden oyunun başlamasını haber veren üçüncü zil çaldı. Salona girdiğimde oyunun dekoru gözüme çarptı. Bakanlığa ait bir devlet dairesinin odasıydı. Odanın duvarları karanlık, rutubetli, küf tutmuş bir haldeydi. Kapısında ise yazan numara “657”di. Oysa ki oyunun orjinalinde “618”dir. “Neyse” dedim kendi kendime. Yönetmen böyle yapmakla, ülkemize özgü olan bir gerçekliğe gönderme yapmak istemiş.

Odanın içindeki eşyalar, stilize bir dekor anlayışı temelinde, oyunun içeriğine yardımcı olan göndermelerle tasarlanmış. Devlet dairesine özgü olan dosyalar, büyük bir çalışma masası, deforme edilmiş dolaplar. Genel anlamıyla evrimini tamamlamış, yozlaşmış, eskimiş, artık yatalaklaşmış ve yıkılmaya yüz tutmuş eski bir oda.

Oyun boyunca herkes çok güldü. Herkesin neşesi o kadar yerine gelmiş ki, tiyatro gırtlağını boşaltırken bile insanlar gülerek çıkıyorlardı. Benim suratım çok asılmış olacak ki, Dipnot Mehmet, her zamanki gibi bilginin içselleşmesine yarayan kanalların tıkanmasına neden olan ezberciliğiyle, gülerek “Dipnot”unu koydu.

– Küçük burjuvaziyi ne güzel eleştirmiş değil mi?

Doğrusu, gelmeden önce kendisine okumuş olduğumuz bu oyunla ilgili verdiğimiz bilgiyi öyle güzel ezberlemiş ki, o anlattığımız oyunun bu oyun olup olmadığını sormadı bile. Bu durum karşısında benim yüzüm iyice asıldı tabi. Haliyle yüzümün asıklığını görünce, sormak zorunda kaldı…

– Ne oldu, bir şeye mi kızdın?

– Sana  bir şey soracağım “Dipnot”cuğum…

– Sor…

– Oyunun sonunda odanın duvarları yıkıldı değil mi?

– Evet.

– Yıkılan neydi sence?

– Köhnemiş, tükenmiş olan.

– Bence değil.

– Niye?

– Çünkü, benim bu oyundan beklediğim ve yazarın da yazdıklarından çıkardığım sonuca göre, çoğunluğun elinde olan, bu çoğunluğa hizmet etmesi gereken kamusal alana karşı, belli bir azınlığın elinde bir zor aygıtına dönüşmüş ve bu zor aygıtının statükosunun sürekliliğini sağlayan “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tarafsızlığıyla aslında taraf olan küçük burjuvanın eleştirisidir.

– Eeee… Öyle değil miydi?

– Değildi. Tiyatro karanlıkta kalan, görünenin arkasını görebilen bir ışığı tutabilmelidir. Tüm üstü örtülü ilişkileri ve çelişkileri aydınlatabilmelidir. Düşünsene, günümüzde yaşanan temel çelişkilerden biri liberal ekonominin havarilerinin “devlet bireysel girişimciliğin önünü kesiyor”, “bırak yapsın, bırak geçsin” sloganıyla özelleştirme politikalarını dayatmasıdır. Bu liberaller, düne kadar kendi garantörleri olan zor aygıtını, bugün sırtlarında küfe olarak görmekte ve halkı da bütün bunlara inandırmaya çalışarak toplumsal taban sağlamaya çalışmaktadırlar. Halk da, bu olanlar karşısında “gerçekten işlemeyen bir devlet var”, “özelleşirse, işlemeyenler işler hale gelecek” kandırmacasına kanarak destek verecekler. Özelleşen Kamu İktisadi Teşkilatları ise, dünya sermayedarlarına ve onlarla içiçe geçmiş olan ülkemiz sermayedarlarına satılarak, hatta tüm bunlar “Tahkim” yasasıyla da garanti altına alınarak, teorik olarak da olsa halkın malı olanı onun ellerinden alacaklar. Bu gözü doymaz sermayedarlar, artık kamusal olanı da eline alarak, zaten dolaylı yoldan onun olanı resmi hale getirecek. Düşünsene daha düne kadar zaten bizim emeğimizle ortaya çıkan tüm KİT’leri, büyük mücadeleler sonucunda kısmen de olsa bize hizmet veren kurumlar haline getirebilmiş iken, bugün tüm bunları belli bir azınlığın özel mülkiyeti haline getirip, bir de bu özel mülkiyet olanı koruyan kanunları çıkarışına seyirci kalmaktayız. Bugün Amerika’da Adalet Bakanlığı bile özelleştirilmiştir. Adalet artık özeldir. Anladın mı?

– Bütün bu anlattıklarını anladım. Ama, oyunla bağlantısını henüz anladığımı söyleyemem doğrusu.

– Şimdi biz, küçük burjuva zihniyetini ve bu zihniyeti taşıyan memur tipini eleştirirken, safça bir görev aşkına farkında olmadığı bir zor aygıtına bekçilik eder hale gelmesini eleştiriyorduk. Hatta kendisi bile çektiği tüm hayat zorluklarını varolan durumdan dolayı çekmesine rağmen. Ama bu oyunda, ortaya konan eleştiri, küçük burjuvanın öznesi olarak “657”lileri belirlemiş ve aslında bu kesimin sözünü ettiğimiz küfenin içinde oturan, haybeden maaş alan, bununla da kalmayıp statükosu bozulmasın diye devletin küçülmesini sağlayacak olan özelleştirmeye de engel olan olarak gösterilmiş.

– Haaa, şimdi anladım. Yani, toplumsallaşmış bir devletin ve çoğunluğun haklarını koruyan bir zor aygıtının yerine, üretimde ve karda özel mülk, haklarda ise küçültülerek bir savaş aygıtına dönüştürülmüş devlet. Çok akıllıca…

– Lokmayı yutanlara karşı öyle. Şimdi anladın mı yıkılan ne?

– Evet. Eskimiş, köhnemiş olan değil, manevi olarak hala ayakta olan kamucu anlayış. Vay be!…

Otobüs durağına doğru yürürken bizimle beraber olan ve sohbetimizi dinleyen Spartaküs Çoşkun mevzuya aniden daldı…

– Düşünsenize, hiç bir şekilde devlet tanımayan bir kuramın taşıyıcısı olan anarşizmin tiyatro alanındaki taşıyıcılarından biri olan Dario Fo, daha düne kadar Amerika’ya girmesi yasak iken, bugün kendisine Nobel ödülü veriliyor. Bu ne kadar ilginç değil mi?

Spartaküs’ün, Yeni Dünya Düzeni, Globalizm ve ne idüğü belirsiz “özgürlük” kuramlarına karşı verdiği bu örneğe bir örnekte ben vermek istedim…

– Arkadaşlar, şu İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nı ele alalım mesela… Bu tiyatro özelleştiğinde, bu tiyatroyu alan sermayedarlar ilk önce, personelin çok şişkin olduğunu söyleyerek işten çıkarmalara başlayacaklar… Ardından, bu bilet fiyatlarıyla prodüksiyonları karşılamamız mümkün değil diyerek, bilet fiyatlarını kimbilir kaç misli artıracaklar. O zaman bu tiyatronun gişeleri önünde bu kadar kuyruklar olabilir mi?

Belki bu tiyatronun sanatçıları, sermayenin medya kanalizasyonlarındaki imkanlarından yararlanabildikleri için bütün bunları pek önemsemeyecekler. Bu söylediğim de ayrı bir sorun tabi, çünkü medyanın tüm yozluklarını para kazanmak adına sanatçılıklarına nasıl yedirebiliyorlar, hala anlamış değilim? Bugün bu tiyatronun kadrosunda olan herkes, kamusal istihdamın nimetlerinden, bir öğretmenin, bir hemşirenin maaşlarının iki belki de üç katını alarak yararlanmaktalar üstelik. Bir sanatçının yaşam kaygısı duymadan sağlıklı üretebilmesi ne kadar güzel bir şey değil mi? Bu oyunu sahneye koyan yönetmenin, aydınlığa çıkmış bu kadar gerçeğin içine karanlık tutan yorumu belki de onun şahsi problemlerinin bir ürünüdür.

Dipnot Mehmet’in yüzünde bir ışık belirdi birden…

– Ben bu yönetmenin adını bir kaç yerde daha duydum.

– Nerede duydun?

– Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde tiyatro dersi veriyormuş.

– Tarık Zafer Tunaye Kültür Merkezi belediyeye bağlı değil mi?

– Evet. Refah Partisi’nin belirleyiciliğinde yürütülen bir kültür merkezi. Bir de, Hülya Avşar’ın oynadığı bir oyun var ya! O oyunun da yönetmenliğini yapmış.

– Neyse arkadaşlar, yanlışa karşı durmaktır yaşam, halka karşı durmak değil.

Otobüs durağına geldiğimizde artık unuttuğumuz bu üzüntümüzü tekrar canlandıran soru Gülten’den geldi.

– Kadının elbisesi ne kadar güzeldi değil mi?

Cin Zeynep bu soru karşısında tonikli cine çarpıldı desek yeridir… Bu darbenin etkisiyle Gülten’e dönerek…

– Gültenciğim, çok seksi bir tasarımla dikilmiş olan o elbisenin niye kıpkırmızı olduğunu biliyor musun?

– Hayır.

– Çünkü, o kadının giydiği elbise seksi kızıl kışkırtıcılığı sembolize ediyor bence. Hatırlasana, Goethe’nin “Faust”undaki şeytani bir karakter olan Mephisto gibi yani. Mephisto, bir bilim adamı olan Faust’a zaman zaman gözükerek, bilim adamının saflığını ve erdemlerini yenik düşürmeye çalışan zaaflarını kışkırtarak Faust’u baştan çıkarmaya çalışıyordu. Bu oyunda Kadın karakterini yorumlayan yönetmen, adeta Mephisto’yu andıran bir kışkırtıcılığı, bana göre küçük burjuvayı ve azınlığın zor aygıtını eleştiren sosyalistleri kullanarak yapmaya çalışmış. Zaten bugün de öyle değil mi? Liberaller, sosyalistlerin bu eleştirisini kaba kavramış olanlarını hep öne sürmüyorlar mı?

– Haa, öyle mi? Ben hiç böyle düşünmemiştim.

Spartaküs Çoşkun, Gülten’in bu cevabını duyar duymaz bir kahkaha patlatarak devam etti…

– Aaah, yapma Gülten, şimdi de elbiselerle mi özdeşleşiyorsun?

Gülten her zamanki gibi Spartaküs’ün bu şakalarına kızdı tabi. Neyse, artık yüzümün asıklığı geçmiş ve biraz olsun moralim düzelmişti. Beklediğimiz otobüs durağa gelmişti bile. Tam otobüse binmiş ve cüzdanımdan bilet çıkarıyordum ki, Dipnot Mehmet dipnotunu düştü…

– Unuttun mu, bugün bayram, otobüsler bedava…


Kültür Sanatta TAVIR Dergisi’nin Şubat-2000 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın