İmparatorluklar Mezarlığı Ortadoğu – Suat Parlar & Tavır


Tavır: Ortadoğu üzerine araştırmalar yapan bir yazar olarak, son dönem için Ortadoğu’daki ve ülkemizdeki siyasi gelişmeleri değerlendirir misiniz?

Suat Parlar: Son dönemde ABD stratejilerinde vurgulanan konseptleri şöyle özetlemek mümkün: Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte sosyalizmin çözülüşü, ABD’nin askeri açıdan rakipsiz kalmasını gündeme getirmiştir. ABD milli güvenlik stratejisinin uygulama alanı artık tüm dünya. ABD başkanı Clinton, strateji belgesinin önsözünde; “Sizlere bu askeri güçle bay ölçülemeyeceğini taahhüt etlerim.” diyor. Bu konseptlere göre, ABD’nin, küresel güvenliği sağlamak için büyük bir askeri güce ve global ekonomiye sahip olması zorunludur. ABD’ye savaş ilan edebilecek bir güç odağı kalmamakla birlikte, ekonomik rakipleri olduğu ve küresel ekonomi uygulamasıyla bunun ABD lehine değişeceği vurgulanmıştır. Ayrıca, dünyada bölgesel ve kıtasal özellikler ve ABD’nin arzu ettiği serbest ticareti ilke alan GATT, Avrupa Birliği, KEİ, EKİT, EKO, NAETA, APEC, ASEAN gibi yapıların desteklenmesi esastır. Küresel askerî imparatorluk, dünyanın Amerikanlaşmasının güvencesini oluşturmaktadır. Ana hatlarıyla ABD’nin son dönem yaklaşımlarını bu şekilde tespit etmek mümkün. Tabii ABD’nin küresel askerî imparatorluğunun bir alanı var. O alanı da ABD, ağırlıklı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönem Avrasya’da egemenliğinde tuttuğu alan olarak değerlendiriyor. Bu son derece önemli bir vurgu. Nitekim Clinton’un 21. yüzyılı Türk yüzyılı ilan etmesinin asli gerekçelerinden biri de bu. Şunu söylüyorlar: Dünyada gerçek anlamda şimdiye kadar birkaç imparatorluk yer almıştır. Bu imparatorlukların sonuncusu, Amerika Birleşik Devletleri İmparatorluğu’dur ve bu imparatorluk, kendine egemenlik alanı olarak Avrasya’yı belirlemiştir. Avrasya denildiği zaman akla ilk gelen ülke de tabii ister istemez bir imparatorluk bakiyesi olması dolayısıyla Türkiye oluyor.

Türkiye’nin son dönemde stratejik önemine yapılan vurgular da buradan kaynaklanıyor. Peki neden böyle? En önemlisi, enerji kaynaklarına ve su havzalarına yakınlık, yani Ortadoğu kavramı içerisine alınmış olan Hazar petrolleri de dahil olmak üzere, dünyanın önemli enerji havzalarına yakınlık ve o enerji havzalarının ürettiği petrolün, doğalgazın dünya pazarlarına ulaşım yolu üzerinde, kavşak noktası üzerinde bulunma, bir de tabii buraları askeri açıdan kontrol, denetim altında bulundurmak bakımından üs işlevi görme. Yani Türkiye’nin Osmanlı’nın bakiyesi olarak buradaki jeopolitik mihver konumunun ABD açısından önem taşımasının temel noktası bu. Ama tabii bu kadar değil, söyleşi açıldıkça başka detaylara değinme imkanı da bulacağız. Bir tanesini hemen söyleyeyim: Dünyada emperyalizme karşı direkt başarılı olabilecek tek bölge Ortadoğu’dur. İki nedenle; birincisi, petrol diye muazzam bir kaynak var ve su var, ekonomik açıdan bununla emperyalizmi altetmek mümkün. Bunun yanı sıra diğer gerekçe de, tüm dinlerin ve büyük insanlık birikimlerinin kavşak noktasıdır. Dolayısıyla Ortadoğu’ya müthiş bir yüklenme sözkonusudur. Hem ABD emperyalizmi açısından; hem Avrupa emperyalizmi açısından, hem Japon emperyalizmi açısından, hepsinin ayrı ayrı buraya yönelik ticari, askeri bir takım hesapları, bir takım oluşturdukları komplo düzenekleri var. Ama başatlık ve küresel güvenlik adına, yani emperyalizmin küresel güvenliği adına başatlık, Amerika Birleşik Devletleri’dir. Yani bölgedeki siyasetlerin şekillenmesinde ağırlık ABD’nin.

Tavır Dergisi: Emperyalizmin II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra yeni sömürgecilik yöntemleri geliştirmesi, bütün dünya üzerinde bir politika geliştirmesi anlamına geliyor. Bunu özetlediniz ve ayrıca Türkiye’nin burada önemi, Türkiye’nin önemiyle birlikte bölgenin de önemine bir vurgu yaptınız. Bunları biraz ayrıntılandırdığınızda, özellikle eskiden beri söylenen bir şey, Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik öneminden sözedilir ve buna atfen de pek çok politika geliştirilir. Bu politikaları ekonomik ve siyasi boyutlarıyla ele aldığımızda, ön plana çıkan iki olgu gözümüzün önüne geliyor. Bir petrol, bir de su. Bu gelinen dönemde özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılması, Körfez Savaşı döneminden sonra gelişmelerde petrolün, petrole verilen önem ve bu konuda geliştirilen politikalar düne göre nasıl bir farklılık arzediyor, bir de artık su diye bir olay çıktı ki, Türkiye’nin İsrail’e su vermesi, Türkiye’nin aynı zamanda suyu bir silah olarak Arap ülkelerine karşı kullanması gibi durumlar çıktı. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Suat Parlar: ABD’nin jeostratejik ve jeoekonomik çıkarları açısından bölgede Türkiye’ye düşen roller var. ABD, Orta Asya’yı, Avrasya’nın Balkanları olarak değerlendiriyor. Bölgede ise Türkiye’yi ve İran’ı önemli jeopolitik mihverler olarak saptıyor. Bölgesel özlemleri ve tarihsel önemleri duygusuyla bu orta büyüklükteki güçlerin konumu ABD’nin ilgi alanı içerisindedir. Şimdi Batı yanlısı bir Türkiye’nin petrol boru hatları, ulaşım rotaları ağıyla Orta Asya’nın zengin kaynaklarını Akdeniz’e, Umman Denizi üzerinden küresel ekonomik etkinliğin büyük merkezlerini’ bağlayan süreçte aynı zamanda jandarmalığı sözkonusudur. Bu önemli. Öte yandan Ortadoğu’da İsrail’le stratejik işbirliğine girmiş bir Türkiye, emperyalist statükoya yönelik, -ki yanlış anlaşılmasın, bu statüko istikrarsızlığın istikrarıdır- her türlü gelişmenin önünde bir engel olarak değerlendirilmeli. Bir de şöyle bir şey var, Türkiye son zamanlarda askeri açıdan stratejik hedef planlanın değiştirdiğini deklare etti. Ve ABD’nin küresel güvenlik yaklaşımıyla Türkiye’nin bölgedeki askeri yaklaşımı daha da uygun hale geldi. Şimdi Karadeniz bölgesinde Türkiye istikrarı sağlıyor, Akdeniz’e geçişi kontrol ediyor, Kafkasya’da Rusya’ya karşı denge oluşturuyor, NATO’nun Güney’deki dayanak noktası oluyor ve onların deyimiyle “köktendinciliği” engelliyor. Türkiye’ye biçilen roller bunlar. Soğuk savaş sonrasında ABD açısından kilit öneme sahip Avrasya jeopolitik mihverlerinin tespit edilmesi ve korunması, ABD küresel stratejisinin belirleyici bir yönüdür. Bu belirleyicilikle birlikte düşünüldüğünde Türkiye’nin, sizin deyiminizle, stratejik önemi daha net bir biçimde anlaşılıyor. Bu da ABD’nin yaklaşımı, Türkiye’nin jeopolitik mihver saptaması.

Ama Türkiye’yi hiçbir şekilde jeostratejik bir oyuncu olarak kabul etmiyorlar. Basamaklı olan emperyalist hiyerarşide, Türkiye’ye sadece bir mihver rolü veriliyor. Jeostratejik oyuncular, yani emperyalist iradeyi temsil edenler ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa. Tabii buradaki başatlık da ABD’nin başatlığı. Türkiye bu konumuyla ne yapıyor? Türkiye bu konumuyla, bir defa bölgede çok sayıda ülkeyle askeri işbirliği anlaşmaları imzalıyor, stratejik ortaklıklara girişiyor, İsrail’le olduğu gibi, artık o stratejik ortaklık, “Türkiye İsrail Birleşik Devletleri” çözümlememe hak verdirecek boyutta. Bunun da kabul gördüğü inancındayım, çünkü kimse bunu tartışmıyor bile, yani bu artık nerdeyse bir ortak formülasyona dönüşmüş durumda. Bakıyoruz Türkiye, savunma işbirliği anlaşmalarını Pakistan’dan tutun Tunus’a, Macaristan’a kadar yayıyor, genişletiyor. Onun yanısıra Avrupa güvenlik mimarisi içerisinde hırslı bir aktör olmayı istiyor, bu konuda çabalar var. Onun yaraşıra, NATO olanaklarından yararlanarak kurulması planlanan Birleşik Görev Kuvveti’nde Türkiye ısrarla yeralmayı istiyor. Muazzam bir silahlanma çabasıyla birlikte Türkiye’nin bölgede emperyalist siyasetlerle uyumlu bir biçimde su, enerji havzalarının korunması, bu su ve enerji faktörünün emperyalist siyasetler doğrultusunda kullanılması için güvence oluşturduğunu görüyoruz. Buradan tabii başka sonuçlar da çıkar, o sonuçlara çok ayrıntılı değinme imkanı yok, amaTürkiye’de son zamanlarda bir saptırma yaşanıyor. İşte Avrupa Birliği, Türkiye’ye demokrasi getirecek. Avrupa Birliği’nin, Türkiye’ye demokrasi getirmesi sözkonusu olamaz.Türkiye’deki militarist yığmak ve Türkiye’nin şu andaki askeri gücü dolayısıyla Türkiye, Avrupa Birliği’ne dahil ediliyor. Bunun başka bir yönü yok. Dolayısıyla da Türkiye’yi değerlendirirken, kabalaştırarak söylemek mümkün, akılda tutulması gereken gerçeklik şu: Örneğin, sadece Hazar petrollerinin değen 4 trilyon dolar. Türkiye’nin bölgedeki yapılanmasını ve askeri rollerini düşünürken, vurguyu hep o dört trilyon dolara yönelik olarak yapmakta fayda var. “i oksa kimse Türkiye’ye demokrasi gelsin diye. Türkiye’de bir demokratik cumhuriyet inşası adına Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne aday üye yapmıyor. Böyle bir durum yok. Burada sanıldığı gibi işte birtakım tarihsel yönelişler veya diğer faktörler de artık çok fazla değer taşımıyor. 150 senedir bu ülkeyi satmaya çalışan egemenler var ama, sadece bundan dolayı değil, bunun yanısıra dediğim gibi, ağırlıklı olarak bölgede Türkiye’nin jeopolitik mihver konumunu çok iyi algılamak, değerlendirmek gerekiyor. Bu militarist yığınağı deşifre etmek, iyi okumak gerekiyor. Ve Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkiyi de bu zemine oturtmak gerekiyor. O zaman Türkiye’de hiçbir biçimde demokrasi olamayacağını net olarak görürüz. En azından bu nedenle, başka faktörlerin yanısıra…

Tavır Dergisi: Yanlış anlamadıysak; Türkiye su ve petrolü içeren havzaların güvenliği ve daha başka faktörler nedeniyle bir mihver devlet konumuna getiriliyor diyorsunuz…

Suat Parlar: Mihver devlet konumuna getiriliyor. Tabii şimdi bunun sonuçları var Türkiye açısından. Türkiye’de global güvenlik duyarlılıklarına dayalı bir askeri strateji belirlendi. Şöyle söyleyeyim: Türkiye, yüksek hareket yeteneğine sahip, atış gücü yoğun, üstün teknoloji kullanan profesyonel bir ordu yapılanmasını gündemine almış vaziyette. Bu gündem belirlenirken de şu söyleniyor: “Biz, küresel güvenliğin önemli aktörlerinden biriyiz.” Şimdi küresel güvenlik denildiği zaman hemen başlıklar saptanıyor; bölgesel çatışmalar, istikrarı bozucu faktörler, dini fanatizm, uluslararası terörizm, kitle imha silahlarının yayılımı ve uyuşturucu kaçakçılığı… Kafkasya, Ortadoğu, Balkanlar arasında bulunan Türkiye, global güvenlik açısından birçok yükümlülük altında olduğunu deklare ediyor. Global güvenlik tek başına ölçü değil, onun yanısıra bir de serbest piyasa ekonomisi temelinde doğru entegrasyon kavramı geliştiriliyor. Örneğin, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, ’96 yılında Türk-Amerikan Konseyi’nin toplantısında, bu konuda şunları söylüyor: “Hassas bir tarihi yaklaşım ve ahlaki sorumluluk ile Türkiye, tek laik ülke olarak kendisini, bu ülkelerle demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi deneyimi ve birikimlerini paylaşmaya adamıştır. Dünya toplumlarıyla doğru entegrasyonları için elinden gelen her türlü desteği sağlamaktadır.” Bu konuşmada sözü edilen ülkeler, Orta Asya cumhuriyetleridir. Türki cumhuriyetlerdir. Türkiye’nin doğru entegrasyon ve serbest piyasa ekonomisine adanmışlık temelinde yaklaşımları, Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar ekseninde gelişen rolünün niteliğini de vurguluyor. Daha ilginci var, her türlü inisiyatife açık bir askeri yapılanmadan sözediliyor. Çevik Bir, bu demin söylediğim konuşmasında, “Ortadoğu’ya ek olarak Türkiye, Akdeniz’de işbirliğine büyük önem vermektedir ve bu yönde her türlü inisiyatife açıktır.” diyor. Şimdi öyle bir tablo ortaya çıkıyor ki, Misak-ı Milli’nin ilgası var bu tabloda. Bir küresel güvenlik kriteri saptıyorsunuz ve bu küresel güvenlik kriteri ekseninde Türkiye’nin askeri rolü Kafkaslardan Balkanlara kadar son derece belirsiz bir siyasi coğrafyayı kapsıyor ve son derece de muğlak bir tehdit değerlendirmeleri yumağını…

O kadar muğlak ki, dini fanatizm, istikran bozucu faktörler, bölgesel çatışmalar, uluslararası terörizm… Bunlara kim karar verecek, nasıl karar verecek? Bu kriterler nasıl detaylandırılacak, bunun için ne gibi çalışmalar yapılıyor? Kaldı ki bu kriterlerin hepsinin politik, kültürel, ekonomik yönleri var. Bakın, siz şimdi serbest piyasa ekonomisini doğru entegrasyon kavramının temeline koyarsanız kapitalizmden yana, kapitalizmin dünya çapında işleyişinden yana ağırlık koyuyorsunuz demektir. Burada aynı zamanda, ulusal savunma bilinci de yara almış demektir.

Tavır Dergisi: Bu genel değerlendirmelerden sonra biraz daha güncele girebilir miyiz… 28 Şubat sürecine ilişkin bir değerlendirme yapabilir misiniz.

Suat Parlar: Şimdi tek tipleştirmeyle karşı karşıya olduğumuz gerçek. Demin de, Ortadoğu’nun niteliğine değinirken şunu vurgulamıştık. Ortadoğu, çok büyük bir insani birikimi temsil ediyor. Kültürel olarak, tarihsel olarak büyük bir insani varlığa işaret ediyor. Dolayısıyla Ortadoğu’da emperyalizm bu tek tipleştirme siyasetlerini çok büyük bir şiddetle uyguluyor. Yani bu şiddet sadece işte anladığımız anlamda askeri şiddet değil. Buna entellektüel şiddet de dahil, başka şiddet biçimleri de dahil. Türkiye’de bunu örneklendirmek mümkün. Bakın Türkiye’de son dönemde Türkiye’nin değerini oluşturan, Türkiye’ye kişiliğini, kimliğini veren sinemacılardan yazarlara kadar her türlü kişiye, kuruma yoğun bir saldırı var. Ve neredeyse tek merkezden yönlendirilen bir saldırı. Emperyalizmin böyle bir tek tipleştirme çabası var. Bütün insani boyuttan silme çabası var. Böyle bir saldırıdan İslamcılar da paylarına düşeni alıyorlar. Türkiye’de İslamcıların siyasi aksiyonuyla İslam’ı da birbirinden ayırmak gerekiyor. Türkiye’de ağırlıklı olarak İslami aksiyon devletle içi içe gelişmiştir. Türkiye’de bir soğuk savaş İslam’ı yaratılmıştır. Anti-komünist hezeyan çerçevesinde o soğuk savaş İslam’ı, devlet tarafından sonuna kadar kullanılmıştır. Ve İslam’ın sahip olduğu tüm değerler, tüm kavramlar, 1965’ten itibaren yürürlüğe konulan düşük yoğunluklu çatışmadan kirli savaşa kadar değişik biçimlerde adlandırılan ve ağırlıklı olarak sola yönelik mücadelelerde, sistem tarafından ödünç alınmıştır, derken burada İslamcılar da büyük bir memnuniyetle buna izin vermişlerdir. Kendi değerlerine sahip çıkmamışlardır. Dolayısıyla şu anda egemenlik sisteminin kendilerine yönelik bu şiddet girişimlerinde –buna dediğim gibi entellektüel şiddet de dahil- büyük bir şaşkınlık içerisindedirler. Bu şaşkınlığı anlamak mümkün. Tabii daha önce bu tablo çerçevesinde ülkücüler nasiplerine düşeni aldılar. Aynı egemenlik sistemi onları da artık son yaşananlardan sonra, deyim yerindeyse, halkın içerisine çıkamaz duruma getirdi. İslamcılar da çok farklı bir boyutta değil, şu anda hizbul-kontra operasyonuyla veya işte Fadime Şahin’den başlayıp Adnan Oktar’la neticelenen bir takım cinsi temalarla, sapkınlıklarla veya Cübbeli Ahmet Hoca denilen zatın kişiliğinde yoğunlaştırılan bir takım değerlendirmelere dayalı bir kampanyayla karşı karşıya bırakılmış durumdalar. Ama bu sadece Türkiye’deki İslamcıları sistem açısından uysallaştırma veya baskı altına almayla sınırlı değil. Bunun Türkiye’nin özellikle bölgedeki İsrail’le ittifakına yönelik değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye’deki İslami potansiyel eritilmeden, Türkiye’nin bölgede bir takım roller oynaması hiç kolay görünmüyor. O bakımdan Türkiye’de giderek bu toprakların tarihsel ve kültürel birikiminde önemli bir yere sahip olan İslamiyetin kabul edilebilir, sistem açısından kabul edilebilir bir noktaya çekilmesi sözkonusu. Ağırlıklı olarak sosyal hayattan, kültürel hayattan dışlanması sözkonusu.

Bu da dediğim gibi, emperyalizmin tek tipleştirme siyasetiyle yakından bağlantılı. Bu potansiyeli eritmeden Türkiye’nin bölgede bir takım roller oynaması zor görünüyor. Bakın, iş öyle bir hale geldi ki, Çeçenistan’da yoğun bir direniş yaşanıyor ve bu direnişin şiarları ağırlıklı olarak İslamiyetten çıkarılan şiarlar, Türkiye’de İslamcı cenah günü kurtarma adına gerçekleştirilen bir takım tepkiler dışında doğru dürüst tepki vermiyor. Onun yanısıra Güney Lübnan’da yaşananlar ortada, Filistin halkının dramı ortada. Bosna’ya bakıyorsunuz, orada bir sömürge yönetimi kurulmuş durumda emperyalizm tarafından. Türkiye’nin İslamcılarının buna yönelik bir çıkışından, tepkisinden net olarak bahsedemiyoruz. Onlar, Clinton’ın, Ramazan Bayramı’nı kutlamasının memnuniyetini yaşıyorlar. Aynı Clinton, binlerce Iraklı çocuğun, binlerce Iraklı sivilin katledilmesinden sorumlu. Halen daha orada ısrarlı bir ambargoyu uyguluyor. Bu da şunu gösteriyor egemenlik sisteminin Türkiye’deki İslamcılarla, yani siyasi aksiyon içerisinde bulunan İslamcılarla islamı birbirinden ayırmak lazım. Türkiye’de islami potansiyelin eritilme süreci alabildiğine sancılı olacak gibi görünüyor, ama siyasi aksiyon içerisindeki İslamcılar bakımından aynı şeyi söylemek mümkün değil. Çünkü bunlar ne uluslararası tahkim konusunda, ne emperyalizm konusunda, ne Siyonizm konusunda, ne ABD’nin bölgedeki rolü konusunda net formülasyonlara, programlara sahip değiller. Dolayısıyla da Türkiye’de egemenlik sistemi, siyasi bir aksiyon olarak islamcılarla çok rahat başa çıkacak gibi görünüyor. Bu da Türkiye’nin bölgede oynayacağı rolleri ülkenin geleceği açısından alabildiğine riskli hale getiriyor. Yanı şunu söylemek mümkün, bu ülkede Yeni Dünya Düzeni, kaleleri birer birer düşürüyor.

Kötümser bir yaklaşım olacak belki ama ben Türkiye’de kalelerin birer birer düştüğü inancını taşıyorum. Bu anlamda bir çözülmeden söz edilebilir. Hatta, Türkiye’de bu anlamda bir çözülmeden sözetmek için geç bile kalındığını düşünüyorum. Özellikle Türkiye’de, solun önemlice bir kesiminin temel gündemlerin dışında kalması, daha doğrusu artık gündem belirleme gücünden yoksun kalması, ideolojik anlamda güvenini giderek yitirmeye başlaması, toplumsal meşruiyetini yitirme noktasında hiçbir kaygı taşımaması, beraberinde yozlaşmayı da getirdi. Eğer böyle giderse, bu Türkiye’de hemen hemen bütün siyasetleri bekleyen de bir tehlike. Hitap edilecek kitle, lümpenlerden oluşacak, entel lümpenler, entel bar çocukları, tırnak içerisinde entel sanatkâr taifesi, entel fahişeler… Giderek bu kesimlere dayalı bir siyasetler yumağı gündeme gelecek. Bu siyasetler yumağı da, ister istemez açmazı daha fazla besleyecek. O açmaz beslendikçe de beraberinde çözümsüzlük gelecek. Ama, bu kadar da masumane bir tablo değil, bu çözümsüzlük veyahut da, işte deminden beridir vurgulamaya çalıştığımız bu yapılar, kendiliğinden oluşmuyor. Bu konuda çok büyük bir çabası var emperyalizmin. Türkiye’de de, dünyanın başka yerlerinde de birçok kuruluş, tarihten toplumbilime kadar birçok alanda araştırmalar yapıyor. Bununla yerinilmiyor, modalar yaratılıyor, müzik akımları yaratılıyor… İnsanların ne yiyip içeceğinden, ne dinleyeceğine, hangi mekanlarda eğleneceğine kadar yoğun bir faaliyet yürütülüyor. Bu çabalardan Türkiye de nasibine düşeni oldukça alıyor ve Türkiye’nin ne yazık ki az uyanık sol sempatizan kitlesi bundan payına düşeni en fazla alanlardan. Son zamanlarda müthiş bir bar kültürü gelişti, müzikte inanılmaz bir yozlaşma var. Artık sol edebiyat adına ortaya hiçbir şey neredeyse konulmuyor. Kitap okuma alışkanlığı bir kenara bırakıldı. Kendi değerlerine sahip çıkma noktasında çok büyük bir isteksizlik var. Bu sadece sol için değil, hemen hemen Türkiye’deki bütün kesimler için sözkonusu. Özellikle siyasi bir programı olan kesimler açısından sözkonusu. Çok büyük bir yozlaşma dönemini yaşadığımız bir gerçeklik, ama bu yozlaşma dönemini de özellikle yeni dünya düzeninin kültür politikalarından soyutlamamak gerekiyor. Ve hiçbir şey de kendi haline bırakılmıyor, tesadüfi değil. Bu anlamda, dediğim gibi, Türkiye’nin kişiliğini oluşturan tüm değerlere, tüm yaratılara karşı muazzam, topyekun merkezi bir saldırı var.

Tavır Dergisi: Kendini sol olarak ifade eden bazı reformist kesimlerin Avrupa Birliği’ne girişe, deyim yerindeyse balıklama atlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Suat Parlar: Şimdi, kapitalizmin çürüyen kültürü, solu da ne yazık ki peşine taktı götürdü. Gündem belirleyen konumda olmadığınız zaman, belirlenen gündemlerin peşinde sürüklenmek zorunda kalırsınız. Sol ne yazık ki bu talihsizliği yaşıyor. Bir Avrupa Birliği gündeme, ortaya atıldı. Bu Avrupa Birliği, gündemi belirleyici oluyor, kimse çıkıp Türkiye’deki militarist yığınağı tartışmıyor, Türkiye’ye verilen bölgesel askeri rolleri tartışmıyor; bunun beraberinde topluma getireceği muazzam yükümlülükleri tartışmıyor, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye demokrasi getireceği anlayışı var. Ve demokrasinin nitelenmesinde kıstas olarak kullanılan bazı kurumların görsel varlığıyla yetiniliyor. Daha doğrusu Türkiye’de demokrasi defilesi yapılıyor. Ve bu demokrasi defilesinin en büyük alkışçısı da, solun bazı kesimleri. Giderek ben şu iddiayı daha rahat ileri sürebiliyorum: 1968’den günümüze sistemin yaşatılmasında; bankacılık sektöründe, reklam sektöründe, kültürel anlamda iş yapan değişik sektörlerde ağırlık, eski solcularda. Eğer bugün Türkiye’de egemenlik sistemi sıkıntısız bir şekilde varlığını sürdürüyorsa, eğer bu ülkede kitleler bu kadar rahat uyuşturulabiliyorsa, bunda eski solcuların sorumluluğu, katkısı çok büyük. Sistem ağırlıklı olarak bunlara dayanıyor. Diğerlerinin biz ne olduğunu biliyoruz. Yine son dönemde tartışılabilecek olan Masonizmin üçgeni gibi bir üçgen var. Şu şekilde değerlendirmek mümkün. Öyle bir tablo ortaya çıktı ki, islamın dışında kalan bütün dünya arnlayışları, bütün dinler, son derece pırıl pırıl, hepsi hümanist öze sahip ama bir tek islamın böyle bir yönü var havası yaratılmaya başlandı. Masonlar da fırsatı ganimet bildiler, ortaya çıktılar, açıklamalarını yaptılar. Oysaki kapitalist enternasyonalin en acımasız yapılan, masonik yapılardır. Mason derneklerini kastederek söylemiyorum. Masonizmi özellikle burada vurgulamak istiyorum ben. Onun yanısıra bir takım işte sahte cennetler vadediliyor.

Türkiye’de işte yeni bir anayasa yapılacakmış, bu anayasa sivil olacakmış, bu konuda da Avrupa destek verecekmiş… Türkiye’de 200 senedir bu rüyayı görenler var. Türkiye bu anlamda II. Tanzimat Dönemi’ni yaşıyor. Tanzimat’ın romanlara konu olmuş, uykuda gezer “Nono Beyler”i vardır. Türkiye’de de bu “Nono Beyler” son zamanda revaçtalar, bunlar Türkiye’nin gerçeğini bilmezler, bunlar Türkiye’nin gerçeğinden kopukturlar. İstiklal Caddesi’nin ufkundan ötesini göremeyenler için Türkiye’de bazı şeyleri gerçekleştirmek çok kolay gibi. Ama hiç de öyle değil. Avrupa’dan Türkiye’ye gelebilecek hiçbir olumlu değer, hiç bir nimet yok. Bu anlamda Batı’yı reddetmek gerekiyor. Türkiye’nin şu anda Batı’dan alabileceği hiçbir nimet yok. Ne demokrasi adına, ne insani değerler adına. Onun yanısıra son dönemde yaşanan bazı rezaletleri de tekrar gündeme getirmekte yarar var. Vatikan’ın mafya ile ilişkileri, Vatikan’ın darbe planlan Vatikan’ın, İtalya’da faşistlerle işbirliği… Yüzlerce insanın, gene İtalya’da darbe arayışlarında Gladio tarafından tren istasyonlarında öldürülmesi, bu kirli işlerde Vatikan’ın rolü… Bunlar da Türkiye’de değerlendirmeye açılmalı, bunlar niye Türkiye’de konuşulmuyor? Türkiye’de yoğun bir misyoner faaliyeti yürürlükte. Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle bu entegrasyonu, Türkiye’de giderek din değişimini de gündeme getirecek. Bunlar, üzerinde durulması gereken noktalar. Sağolsunlar, islamcılar bu konulara fazlaca eğilmedikleri için bu konulan vurgulamak da bize düşüyor. Ama bakın Endonezya’da buna benzer programlar yürürlüğe konuldu. Bu tarihsel bir gerçeklik. Aynısı Türkiye’de de gündeme getirilecek. Bunları dikkatle takip etmek gerekiyor. Ve tekrar tekrar vurguluyorum. Beğensek de beğenmesek de, sağdan da baksak soldan da baksak, bu ülkenin ulusal varlığının en önemli öğelerinden bir tanesi islamiyettir. Bunu net olarak algılamak gerekiyor. Dolayısıyla işte, masonların sevinç çığlıkları atarak kendilerini açık ettiklerini söylemeleri falan pek bir anlam ifade etmiyor. Bu açıklık söylemini tırmandırırlarsa, sorular sormaya başlarız, bu soracağımız sorular onlar için hiç iyi olmaz. Yani bu açıklığı vaat olarak kabul ederiz ve bu açıklık neticesinde kendilerine bazı sorular sorarız. Özellikle yalan dönem Türkiye tarihine ilişkin bazı sorulan gündeme getirirsek masonlar mahcup olurlar. Onun için fırsatı bence ganimet bilmesinler, yani Türkiye’de şu anda toz dumana karışmış vaziyette, bundan yararlanmaya çalışacak olanlar var. Ama dediğim gibi, o noktada da tabu sorular sormak gerekiyor, o sorulan da sorarız. Yani bu sorulan Türkiye’deki siyonist lobiye de sorarız. Bu soruları, masonizmin Türkiye’deki temsilcilerine de sorarız. Birçok olayda tarihsel anlamda sorumlulukları vardır.

O bakımdan, Türkiye’de özellikle bu son dönemdeki tozdumandan bence kimse yararlanmaya çalışmamalı, tam tersine elbirliğiyle olayların üzerindeki şu örtüyü kaldırmaya, şu gizemi yırtmaya çabalamalıyız. Müthiş bir beyin bombardımanıyla karşı karşıyayız. İnanılmaz bir dezenformasyonla karşı karşıyayız. Bunun öncelikle üstesinden gelmek zorundayız. Toplumun hangi kesiminden olursak olalım, bizim açımızdan bir mecburiyet. Bu süreçte yeni “anayasa girişimleri” var, yani, bunun nereye oturduğunun çok iyi açıklanması lazım. Yani nasıl “sivil anayasa” yapıyorsunuz? Türkiye’deki erk merkezlerini ilga mı ediyorsunuz, Türkiye’deki erk merkezlerini ortadan mı kaldırıyorsunuz, ihtilale mi hazırlanıyorsunuz, devrime mi hazırlanıyorsunuz, yani neyin anayasasını yapıyorsunuz? Bu sistem içerisinde kalınarak yapılabilecek bir anayasanın olduğuna demek halen daha inanıyorsunuz! Neyin anayasasını yapıyorsunuz? Bu egemenlik sistemi çerçevesinde, bu egemenlik sistemi çerçevesine sıkıştırılmış bir anayasa, en mükemmel öğeleri içerse bile neyi değiştirmeyi vadedecek? Sözkonusu olan eğer Amerika Birleşik Devletleri’nin, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkelerine dikte ettiği anayasalarsa, o anayasalarda evet kozmetik bir demokrasi var ama, o kozmetik demokrasinin de Türkiye’de çok fazla uygulanabilirliği yok. Dolayısıyla, bunlar son derece fantastik yaklaşımlardır. Çok da anlamı olduğunu düşünmüyorum. O tartışmaları çok fazla ciddiye aldığımı söyleyemeyeceğim. Bu egemenlik sistemini veri olarak alan yeni anayasa yapma yaklaşımları yeni de değil. Tanzimat’tan bu yana bu memlekette böyle bir anayasa arayışı var. Çok daha etkili, çok daha güçlü çevreler, kadrolar bu anayasa arayışları içerisinde yer aldılar, ama her seferinde de tarihen ortaya çıkan tabloyu biliyoruz. O anlamda çok da fazla ciddiye almıyorum…

Şu gündem yapay bir gündemdir. Bir kere adını net olarak koymak lazım. Sizin ekonominiz IMF tarafından idare edilecek, kültürel politikalarınıza bile yön veremeyeceksiniz, sinemanıza bile yön veremeyeceksiniz, artık o konuda bile Amerikan şirketleri devrede olacak. Konuşacağınız dile bile müdahale edecekler, dininize müdahale edecekler… Emperyalizmin şu anda ülkede müdahale etmediği hiçbir şey yok. Bırakın müdahaleyi, müdahalenin ötesi var. Şu anda Türkiye’de komprador oligarşi, ülkeyi emperyalizme zaten tümden teslim etmiş durumda. Ve siz kalkacaksınız bu ülkede anayasa yapıyoruz, diyeceksiniz. Yapacağınız anayasa kimin anayasası olacak, kim için anayasa olacak ve o anayasada neyi düzenleyeceksiniz? O bakımdan bu bir yapay gündem yaratma çabasıdır; dışarıya da bir mesaj verme çabasıdır. Türkiye’de bu hep olan bir şey. Böyle kaos dönemlerinde, bu kaosun birileri için de düzenlilik anlamına geldiğini ve işlerin yolunda gideceğini, ülkenin egemenlerinin duruma hakim olduklarını, hatta yeni bir anayasayı tartışmaya açacak kadar duruma hakim olduklarını göstermek açısından ortaya konulmuş bir değerlendirmedir. Bundan öte de fazlaca bir anlamı yoktur. Türkiye’de oligarşi, reklamını yapıyor, ben yeni anayasa yaparım diyerek. Tarihen çürümüş, tarihin çöplüğüne atılmayı bekleyen, bu ülkeye düşman bir oligarşinin gerçek anlamda bir anayasa yapması mümkün mü? Bu anayasanın medya tröstlerinde tartışılması, zaten isin nerelere dayandığının veya dayandırılacağının göstergesi. Dünyada anayasalar bir tek şekilde yapılır. Anayasalar, Fransız devriminde olduğu gibi veya diğer devrimlerde olduğu gibi, barikatlarda yapılır. Başka biçimde anayasa yapılamaz.

Yine; bu 28 Şubat heyulasını da doğru değerlendirmek lazım. Tarihi getiriyoruz, bir dönemin içerisine sıkıştırıyoruz, bir müddet sonra soyutlama yeteneğimizi de yitiriyoruz. Benim kafamda örneğin 28 Şubat çok önemli bir altbaşlık değil. Benim kafamdaki altbaşlık ne” Türkiye-İsrail ilişkileri, GAP, orada ne olup bittiği. Arz-ı Mevud (Vaadedilmiş toprakları GAP bölgesini kapsıyor. Bu bölgede Kibutz türü oluşumlar gündeme gelebilir. Siyonist rejimin burada hak iddiası vardır. Onun vanısıra, uluslararası tahkim, Türkiye’nin çok hızlı bir biçimde, sahip olduğu bütün kamusal varlığın, gasp ve talan düzeyinde emperyalizme peşkeş çekilmesi… çok uluslu tekellerin Türkiye’de, neredeyse bütün egemenlik erklerinin üzerine çıkmaya başlamaları. Kendi adlarına birtakım yasaları çok rahat yaptırabilmeleri, ulusal egemenliğin tümden ilgası… Şimdi bu başlıklar dururken, tutup da kendimizi bir takım dönemlendirmelerin, bir takım periyodizasyonların içerisine sıkıştırırsak bir yere varamayız. Bu geniş çerçeve içerisinde 28 Şubat’ı da bir yere oturtmak lazım. 28 Şubat, bir şey başlatmış değil. 28 Şubat, bir ana akış, bir süreçte çok küçük bir aşamadır. O ana akışı çok iyi kavramak lazım. O ana akışın ne olduğunu çok iyi kavramak lazım… Bunu çok iyi değerlendirmek lazım. Ve şu da var, bir bütün olarak meseleye bakmak lazım. 12 Eylül’ü de tutup biz, uluslararası sermayenin dinamiklerinden, dünya dinamiklerinden, Türkiye’nin Ortadoğu’daki yönelişinden, Ortadoğu’daki gelişmelerden vs. kopuk değerlendirirsek, elimize 12 Eylül’den kala kala, işte filmlere konu olabilecek bir takım sulu gözlü duyarlılıklar kalır. Bu tuzağa düşmemek lazım. Bu, çok büyük bir akıştır. Bu akış çerçevesinde meseleyi değerlendirmeli, bir yere oturtmalı.

Sermayenin dini, milliyeti, inancı olmaz. Sermaye, her zaman bütünlüklü hareket eder. Hele Türkiye sözkonusu olduğunda, sermayeye yeşil, kırmızı, sarı damgasının vurulmasının hiçbir anlamı yok. Türkiye’de, sosyal-demokrat, solcu bilinen bir takım holding sahiplerinin mafios liderlerle bağlantılarını gördük veya işte adına yeşil sermaye denilenin siyonist lobilerle işbirliğini gördük. Bu konuda ben sayısız örnek de verebilirim fakat çok da gerek yok. Sermayeyi bütünlüklü olarak değerlendirmek lazım. Bir takım yapay ayrımların da gereği yok; işte Anadolu sermayesi, İstanbul sermayesi… Koç’la, Sabancı da, Washington’dan gelmediler; biri Ankara’dan geldi, diğeri Adana’dan geldi. Bu ayrımlar da bir yere oturmuyor, dolayısıyla kendini islami sermaye olarak nitelendirenlerin, “Biz has Anadolu çocuklarıyız.’ demesinin çok da fazla bir anlamı yok. Bunlar son derece karikatürize yaklaşımlar, olsa olsa orta ölçekli sermayelerden sözedilebilir, banka sermayesinden sözedilebilir.

Daha bilimsel temellendirmeler yapmakta yarar var. Ayrıca son zamanlarda, sol içinde giderek revaç bulan yeşil sermaye, tarikat sermayesi gibi yapay değerlendirmeleri, bilimdışı değerlendirmeleri de bir kenara bırakmak lazım. Yani, ya ekonomi politiğin kavramlarıyla bu meselelere yaklaşılır veyahut da bu konuları bilmeyenler sussunlar lütfen. Fazlaca kafa karıştırmasınlar. Meseleye bu temelde yaklaşıldığında, bu tip şirket birleşmelerinin, bu tip bütünleşmelerin önümüzdeki dönemde daha yoğunlaşacağını da göreceğiz. Zaten hızlı bir biçimde adına yanlış bir yakıştırmayla, islami denilen kesimin -ki ben bunlara, orta ölçekli ve tekelleşmeye doğru hırsla adım atmaya çalışan sermaye grupları diyorum- ayakta kalabilenlerinin, verimli çalışabilenlerinin, sistem içinde kabul göreceği inancındayım. Bunların devletin birtakım raporlarında yer alması falan onlar açısından aslında teşvik oluşturdu. Bu teşviğe dayanarak çok daha dikkatli biçimde hareket etmeye başladılar. Yani bunlar uygun gördükleri zaman siyonist nitelik taşıyan sermayeyle de iş yaparlar, başkalarıyla da iş yaparlar.

Dolayısıyla bunu çok abartmamak lazım. Burada önemli olan şu eğilimi iyi saptamak, Türkiye’de çok hızlı bir şekilde, çok yoğun bir şekilde sermaye temerküzü ve muazzam bir tekelleşme yaşanıyor. Asıl izlenmesi gereken Türkiye’deki trend budur. Ve bu yapılırken de, kamu varlıklarının ölçüsüz bir gasp ve talanla çok uluslu tekellere ve onların yerli işbirlikçilerine açılması, yağmalattırılması sözkonusu. Üzerinde durulması gereken nokta bu. Tabii ki bu temelde holdingler arası birtakım çekişmeler, kavgalar, çelişkiler olacak. Ama bunları böyle uzlaşmaz çelişkiler olarak değerlendirmek yanlış olur. Sermayenin de işleyiş koşullarına terstir. Sermaye, dinsel ayrımlardan, şundan bundan dolayı birbiriyle büyük çatışmalara girmez. Hele Türkiye gibi dengelerin son derece oynak olduğu ülkelerde sermaye, blok hareket etme yeteneğine sahiptir, bu tip çelişkileri fazla abartmamakta yarar var. Önümüzdeki süreçte siyonist sermayeyle kanun dairesinde islamı benimsemiş iş adamlarının daha başka noktalarda da birlikte hareket ettiğine tanık olacağız. Buna hiçbir biçimde şaşırmamak gerekiyor. Giderek sermaye kesiminin dışında da, -politik düzeyde olsun, kültürel düzeyde olsun- siyonist lobinin mensuplarıyla bir arada görünmek, artık islami kesimin modalarından biri haline gelir. Bu şekilde ne kadar hoşgörülü, ne kadar liberal, ne kadar Batılı, ne kadar Avrupa’ya yakın olduklarını ispatlıyorlar. Bir yanıyla da kendileri açısından bir güven de oluşturuyorlar.

Yapay ayrımlar var. Bu ayrımlar, kalıcı ayrımlara, çok kalıcı çatışmalara Türkiye koşullarında dönüşmez. Egemenlik sistemi karar vermedikten sonra dönüşmez. Ama egemenlik sistemi buna karar verdikten sonra, iç savaş dahil olmak üzere, Türkiye her türlü kanlı bilmeceyi yaşayabilir. Ama burada önemli olan egemenlik sisteminin konumu. Çünkü bu tip ayrımların yaratılmasında çok uzun zamandan beri Türkiye’de egemenlerin repertuarlarında çok sayıda oyun olduğunu biliyoruz. Kanlı Pazar’dan, Maraş Katliamı’na kadar sayısız örnek vermek mümkün. Egemenlik sisteminin sahipleri sistemi tehlikede gördükleri andan itibaren bu tip ayrımları tabii ki körükleyecekler. Ama şu anda görünen, bu ayrımlar alabildiğine yapay ayrımlar. Henüz daha bunlar, kalıplaşmış ayrımlar değil. En azından 1970’li yıllardakine benzer kalıplaşmalar, henüz daha Türkiye’de yaşanmıyor. Ama bu tip laik, anti-laik vs. kategorize edilen ayrımların önümüzdeki süreçte, kanlı bilmecelere yol açmayacağı anlamına da hiçbir şekilde gelmiyor. Çünkü Türkiye’de dediğim gibi egemenlerin repertuarlarında bu oyunlar zaten mevcut.

Terk edilmiş kavramlara yeniden itibar kazandırılmalı, terk edilmiş bütün kavramlar bir kuyumcu titizliğiyle tekrardan elden geçirilmeli, işlenmeli, değerlendirilmeli. Bugün, Türkiye’de sosyal bilimler alanında çalışanlar da dahil olmak üzere, politika yapanlar da dahil olmak üzere, insanlar tekrar tekrar oligarşi kavramını, emperyalizm kavramını, bağımsızlık kavramını, tekelleşme kavramını, tekrar tekrar elden geçirmek, yeniden işlemek, tahlillerinde ustalıkla kullanmak durumundalar. Bunu yapmak lazım. Artık bazı kavramlara, deyim yerindeyse, dönmek lazım. O kavramlara döndüğümüz zaman, siyasi irticanın kaynaklarını da çok doğru saptayacağız. Şöyle söyleyeyim; toplumsal, ekonomik, sınıfsal veya siyasal analizin araçlarında aşınma var. Gündem belirleyen konumunda olmayan yapılar, hangi analiz araçlarıyla ortaya çıkacaklar da, büyük iddialarla bazı meseleleri tespit edecekler ve ondan sonra yön tayin edecekler, gündem belirleyecekler. Yani bu analiz araçlarının çok yetkin bir biçimde yeniden bir defa gündeme sokulması, ince ince işlenmesi, değerlendirilmesi gerekiyor. Ama bu da sabahtan akşama kadar “sınıf sınıf sınıf”, “oligarşi oligarşi oligarşi” demekle olmaz. Kavramsal araçlar, çerçeveyi çizer. Dünyaya o kavramsal araçlarla yaklaşırsınız, analizinizi bunun üzerine kurarsınız. Yoksa ham bir biçimde sürekli bir şeyleri yinelemek, tekrarlamak, böyle bir analizin yapıldığı anlamına da gelmez. Türkiye’de bir dönem boşlukta kalan, çok iyi oturmayan kavramlar, şu anda o kadar görünür bir gerçeklikle yüz yüze ki… Teoriyle pratik arasındaki mesafe alabildiğine kısaldı. Bu, bazı şeyleri vulgarize etme anlamında değil tabii ki. Yani Türkiye’de şimdiden sonra politika yapacakların işi alabildiğine kolaylaştı. İşte çerçeveyi böyle geniş çizmek lazım. “Siyasi irtica” denilen olgunun kaynaklarını irdelemek, bu anlamdaki tarihsel failleri deşifre etmek Türkiye’de çok kolaylaştı. Bu konuda ben burada bir sürü şey söyleyebilirim ama bunu da artık okurlara bırakalım. Bizi okuyacaklara bırakalım, siyasi irticayı da onlar tespit etsin.

Sosyalistler, yurtsever olmak zorundadırlar. Yurtseverlik sosyalizme mündemiçtir, içeriğinde vardır. Dolayısıyla “Ben sosyalistim!..” diyen bir insanın yurtseverliği de zaten tartışma konusu yapılmamalı, bu anlamda bir takım kategorilerin de belli keyfiyetlerle sürekli gündemde tutulmasını, solun çok hayrına bir değerlendirme olarak görmüyorum. O anlamda bir yerde devrimci demokratlar var, bir yerde Marksistler var, bir yerde işte şunlar var, bunlar var… Yani şimdi bu payeleri kim veriyor, neye dayanarak veriyor, kim Marksist, neye göre Marksist, neye göre devrimci, demokrat?.. Şimdi bir takım kavramlar havada uçuşuyor, dergilerde sayfalar dolusu yazılıyor; yazıktır, emek kaybıdır. Bana kalsa, mümkün olsa, ben Türkiye’de bir-iki sene boyunca, sol dergilerin hiçbirinin çıkmamasını isterim. Belki de içe dönük bazı şeyleri yeniden görüşmek, tartışmak, konuşmak gerekiyor. Yani kimseye yararı olduğunu da düşünmüyorum, açıkçası, bir çok çıkan yayının. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Ben, bu yayınlardan artık öğreneceğim birşey olduğu inancında da değilim. Onbeş-yirmi yıldır tüm bu yayınları takip eden bir insan olarak, Türkiye’de sol, birçok noktada olduğu gibi bu noktada da tıkanma noktasına gelmiştir. Yani bu aşırı bulunabilir ama benim önerim, en azından şu yeni kuşakların kafa sağlığı adına, bir müddet dergiler çıkmasa, bunun yerine başka bir süreç ikame edilse, bir araya gelinse, konuşulsa, bazı şeyler tartışılsa, herhalde çok daha iyi olacak. Belki de bu kargaşa bir parça ortadan kalkacak. Çünkü giderek Türkiye’de solun önemlice bir kesimi de bu toplumsal kargaşanın, bu kavram karışıklığının bir parçası haline gelmeye başladı. Yani muazzam bir kavram savurganlığı yaşanıyor. Bu kavram savurganlığıyla gelecek kuşaklar nasıl başa çıkacaklar, doğrusu onu bilemiyorum. Hele de o gelecek kuşakların tarihsel misyonları düşünüldüğünde, bugünden yarına bırakılacak mirasın, teorik olarak son derece cılız, ama o ölçüde savruk bir miras olacağı inancındayım.

Son dönemdeki bir gelişmeden de söz etmek istiyorum. 1996 yılının Aralık ayından beridir ben, önce Refah’ın, sonra Faziletin bölüneceğini, söylüyorum. O bölünme, bugün Hürriyet Gazetesi’nin manşetine yansıdı. Yani “yenilikçiler” ve “Erbakancılar” olmak üzere sayılar verildi. Tabii bu, Türkiye’de politikanın önemli yasalarından biridir. Her darbe döneminden sonra, partiler ufalanır. Bu ufalanmaya en iyi dayanan parti de, geçmişin Milli Selamet Partisi’ydi. Fakat onların da ömrü buraya kadarmış! Onlar da bölünecekler. Bu bölünme neticesinde de, o parti içerisinden, inanılmaz derecede yeni dünya düzeni söylemlerine bağlı ve hızla islamın bugüne kadarki geçerli değerlerinden uzaklaşan, ehlileştirilmiş, liberal, Avrupa’daki hıristiyan demokratlara benzer bir yapılarıma çıkacak. Necmettin Erbakan bile, onlara göre, son derece radikal kalacak. Gidişat bu noktada.

Yine; Milliyetçi Hareket Partisi, yükselen bir dalgaya bindi, ama o dalgayı yönlendiremedi. Milliyetçi Hareket Partisi’nin, parti tarihi boyunca başına gelmiş en büyük felaket, şu anda hükümet ortağı olmasıdır. Milliyetçi Hareket Partisi için yapılacak birşey yok. Milliyetçi Hareket Partisi’ni, bu tarihten sonra, Alpaslan Türkeş mezardan çıkıp gelse kurtarması mümkün değil. Milliyetçi Hareket Partisi’nin, önümüzdeki süreçte, o seçimlerdeki rüzgarı bir kez daha yakalaması mümkün görünmüyor. O hareket içinde de ciddi kopuşlar yaşanacağı inancındayım ben. Özellikle ülkücü kesimin tabanında ciddi kopuşmalar yaşanabilir. O tabanın da, egemenlik sistemi tarafından organize edilecek bir başka partiye veyahut da mevcut partilerden birine gitmesine müsaade etmemek gerekiyor. Çünkü o taban içerisinde de, ağırlıklı olarak sistemden memnun olmayan, sistemle barışık olmayan unsurlar bulunmaktadır. Solun da bir an önce bu noktada bazı konuları düşünmesinde fayda var. Yani Milliyetçi Hareket Partisi’nin tabanı şu anda yüzde 15’lere varan bir taban. Biz bu insanların hepsini faşist ilan edip işin içerisinden çıkma durumunda değiliz. O bakımdan, çok dikkatli bir şekilde, ülkücü kesim içerisindeki gelişmeleri izlemekte bence fayda var. Bu süreçte de zaten sahte milliyetçiler, uluslararası tahkim, IMF ve diğer politikalarda gerçek yüzlerini ortaya koydular. Onlar, bir müddet sonra daha iyi deşifre olacaklar…

Tavır Dergisi: Teşekkür ederiz.

Suat Parlar: Ben teşekkür ederim.


Tavır Dergisi, Sayı: 22, Nisan 2000.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın