Söyleşi Tarihi : 22. 06. 2005
Yiğit Tuncay: Uzun zamandır söyleşemedik Suat. Söyleşemediğimiz dönem içinde üç kitabın daha çıktı. Biri “Emperyalist Müdahale Doktrinleri: NATO ve Barbarlığın En Yüksek Aşaması: ABD”, diğeri ise “Barbarlığın kaynağı: Petrol”. Ayrıca şu anda gündemde olan “Egemenlikler Tarihinde Türkler ve Kürtler” diye çok kapsamlı bir tarih kitabın daha geliyor temmuzun sonunda. Zaten bunu ayrıca konuşacağız. Uzun bir süredir konuşamadık, fakat, bu zaman içerisinde bir çok gelişme oldu. Türkiye’de muhalefet, iktidar dahil herkes Avrupa Birliği trenine bindi. Avrupa Birliği treninde yol alan bu siyasi oluşumlar zaman zaman birbirilerine karşı ters düşüyor gibi dursalar da, sonuçta Türkiye’nin “kurtuluş” reçetesi gibi görülen AB ekonomisinin bir parçası olma konusunda müzakere tarihinin istasyonuna doğru hep birlikte yol alıyorlar.
Kimileri AB demokrasisinin peşinde, kimileri ise AB ekonomisine dahil olma peşinde. AB’nin de istekleri var. AB’nin istekleri ise yüzyıllardır halledemedikleri “Şark Meselesi”ni tekrar gündeme getirmek. Osmanlı’dan beri bütün imzalanan antlaşmaların son iki maddelerine bakarsak, ne olduğunu anlamak pek güç olmayacaktır. Bütün bu sözünü ettiğimiz şeyler bugün karşımıza Ermeni meselesi, Kıbrıs meselesi ve Kürt sorunu başlıklarıyla gündeme geliyor. Sen genel anlamda Avrupa birliği sürecini ve Avrupa birliğini nasıl değerlendiriyorsun?
Suat Parlar: Avrupa Birliği projesi, “Atlantik”çi bir çerçeve içerisinde iflas etti. Bunu net olarak belirtmek lazım. Ben bu iflası sadece Fransa’da ve Hollanda’da refarandumdan “hayır” çıkmasına bağlamıyorum. Bunun ötesinde değerlendirmek lazım bu iflas tablosunu. Avrupa’da sosyal refah devleti anlamındaki kazanımların hiçbiri yukarıdan ihsanla verilmedi. Bunların hepsi Avrupa’da egemen sınıfların devrim korkuları üzerine şekillendirilmiş olan kurumlaşmalardır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde, pek çok Avrupa ülkesinde, partizan savaşı içerisinde büyük prestij edinmiş olan sol hareketlerin iktidarın çok yakınına geldiğini görüyoruz. O anlamda Avrupa’nın yeniden kuruluşunda ABD’den destek alan egemen sınıflar, “Birleşik Avrupa” adı altında veya başka adlar altında, sınıf savaşında yeni bir mevzilenmeyi gündeme getirecek bir takım girişimlerin içerisinde oldular. Bu girişimlerin askeri yanında NATO duruyor. Diğer yanında ise Avrupa İmar Bankası, Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’ni -ki bu aynı zamanda Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu mayalandırılmış bir projedir- görmek mümkün. Bütün ortaya konan projeler, Avrupa’da savaşın, altüst oluşun getirdiği tablo içerisinde siyasal ve sosyal çelişkileri bastırmakla yükümlüdür. Böyle değerlendirerek meseleyi günümüze taşırsak, sosyal refah devleti anlamında bir devrim korkusunun ortaya çıkardığı ve 2. Dünya Savaşı sürecinde biriken mücadelelerden süzülüp gelmiş olan bir takım hakların budanmasının, Avrupa’daki emekçi sınıflar tarafından büyük tepkiyle karşılandığını görüyoruz. Fransa’da ve Hollanda’da yaşanan süreç budur.
Böyle değerlendirildiğinde de bu süreç emekçi halka dayandığı ölçekte ulusaldır. Bu bizi bir ulus tanımına da götürür aynı zamanda. Son 20 sene içerisinde yaşananlar “kapitalist emperyalizm”in ulus düşmanı niteliğini, ulus düşmanı olması vesilesiyle halk düşmanı niteliğini daha da net bir biçimde ortaya koymuştur. Dünyanın hiçbir yerinde ulusal değerlere sahip çıkan bir kapitalist sistem gerçeğiyle karşı karşıya gelmek mümkün değil. Kapitalizm ulusa düşmandır. Bu ulus düşmanlığıyla ve dolayısıyla emekçi halk düşmanlığıyla yola çıkan egemenler, Fransa’da, Hollanda’da çok büyük ölçekli bir tepkiyle karşı karşıya kaldılar. Fransız ve Hollanda halkı sosyal refah devleti kazanımlarını korumanın, haklarına sahip çıkmanın yanı sıra, aynı zamanda kendine yönelik bu saldırıyı da hem göğüsledi, hem de geri püskürttü.
Çünkü, bu saldırı bir yanıyla neo-liberal ölçekler içerisinde biçimlenen küreselleşmenin saldırısıydı. Bu saldırı çerçevesinde Fransız kültürü, Fransız pazarı, Fransız endüstrisi, Fransız halkının elde ettiği önemli hakların hepsi tehdit altındaydı. Bu tehdide bir bakıma “dur” denildi ve dediğim gibi; bu çerçeve içerisinde değerlendirildiğinde, bunun sosyal refah devleti kazanımlarının çapını aşan bir yönü olduğunu da görüyoruz. Çünkü bu Avrupa Birliği projesi, açıkçası, Amerika Birleşik Devletleri tarafından dayatılan tek yanlı neo-liberal politikalara oturtulmuş ve bu çerçeve içerisinde kültürden, endüstriye kadar bütün alanları kapsayan, Fransa’ya bir Amerikan bakışını oturtmaya çalışan ideolojik bir saldırı kapsamındaydı. Bu saldırının, Avrupa Birliği’nin yeni anayasası adı altında ortaya çıkışının geri püskürtülmesi, aynı zamanda “Atlantik”çiliğin de geri püskürtülmesi olduğunu görmek gereklidir.
Bunu daha net de söyleyebiliriz; Avrupa Birliği projesi bir Amerikan projesidir; AB projesi bir Avrupa projesi değildir. Dolayısıyla burada çözülmeye başlayan süreç, açıkçası bir Avrupa eksenli çözülme kapsamı içerisinde değerlendirilemez. Bu Amerika Birleşik Devletleri’nin odağında yer aldığı dünya anlayışının, bir kapitalizm anlayışının, bir küresel düzen anlayışının iflasıdır. Çünkü Avrupa Birliği projesi kendi öz dinamiklerine dayanan, kendi tarihsel birikiminden, kendi sınıfsal dengelerinden veya bu ülkelerdeki geniş halk kitlelerinin kazanımlarından mayalanan bir proje değildir. Bunun tam tersidir. Bu ölçekler içerisinde de aslında görülmemiş bir totalitarizmi, bir tek biçimciliği içeriyordu. Söylendiği gibi “emeğin avrupası” bir sosyal Avrupa projesi değildir. Dünyanın en içine kapalı tekno-bürokratik aygıtlarından birine dayanan uluslar ve devletler üstü bir kapitalist emperyalist projeydi.
Aslında, sınıf mücadelelerini keskinleştirmesi ve halka saldırması anlamında, “kapitalist emperyalizm”e içkinleşmiş olan faşizan bir içerik de taşıyordu. AB projesi demokrasi mesajlarıyla yüklü bir proje kapsamında değerlendirilemez. Tam tersine, tekno-bürokratik, tekellerle kaynaşma ve tekellerin küresel çıkarlarına hizmet anlamında bir neo-faşist programdır. Bu şekilde değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla, Fransız halkının tepkisini aynı zamanda anti-faşist bir kazanım olarak da algılamak gerekir. Birileri, Türkiye’de, bu projeyi “emeğin avrupası”, “sosyal avrupa” şeklinde değerlendirmekle çok büyük bir tarihsel yanlışlık içine düşmektedirler. Batı dünyasından aldıkları fonlar gözlerini kör etmiş olsa gerek.
Söz konusu olan tekellerin Avrupa’sıdır. Söz konusu olan Amerikan tekellerinin problemsiz bir şekilde bütün Avrupa pazarlarına yerleşmesidir. Söz konusu olan bu toprakları yerli tekellerle birlikte istila etmesidir. Söz konusu olan bu istilaya halkların hiç bir biçimde itiraz edememesidir. Olayın bir tarafında neo-faşist veya aşırı sağ denilen grupların durması, buradaki çok büyük ölçekteki halk tepkisinin niteliğini görmezden gelmemizi beraberinde getirmemeli. Bu anlamda anayasaya “hayır”ı ben de destekledim. Buradaki emekçi halk iradesini görmek lazım. Yani söz konusu olan emekçilerin haklarına sahip çıkmalarıydı. “Sahip çıkma”, aynı zamanda, Amerikan bakışının Avrupa’dan kovulması adına bir kazanımı da beraberinde getirdi. Yani şimdiden sonra eskiye dönülmeyecek. Artık anayasanın oylanması konusunda birer birer erteleme kararlarının geldiğini görüyoruz.
Yiğit Tuncay: Ulusal tanımlar içerisinde parçalanan bir Avrupa’nın gerici olacağı ve böyle bir Avrupa’nın keskinleşen çelişkileriyle tekrar savaşı davet edeceği konusunda kurgular var. Sence Avrupa Birliği projesi ebedi bir barış projesi midir?
Suat Parlar: Küreselleşmeye eklemlenmiş olan bir AB projesi militarist bir projedir aynı zamanda. Neo-militarist yapının oluşumu adına Balkanların nasıl paramparça edildiğini hep beraber gördük. En önemlisi ise, AB projesinin ekseninde Almanya’nın durmasıdır. Almanya, eğer, Avrupa’da kıskacı kapatabilmiş olsaydı ve o anlamda birleşmenin getirdiği mali problemleri bir parça halledebilmiş olsaydı, biz, merkezinde Almanya’nın durduğu tekno-bürokratik aygıtlarla sımsıkı sarılmış, büyük sermayenin totalitarizmine terkedilmiş bir Avrupa yakasıyla karşı karşıya kalacaktık. Ama halklar buna itiraz ediyorlar.
Yiğit Tuncay: Türkiye’nin, AB’ne girmesini bir insan hakları olgusu olarak ele alan ve ABD’nin demokrasi ihraç etmesine kızan ama, AB’den bu anlamda demokrasi ithal etmeyi düşünen marjinal kesimler var. Bu marjinal kesimlerin çok fazla yaygara koparabilmesinin nedenleri ise, Batı dünyasındaki legal vakıflar olarak gözüken ama, illegal işleri finanse eden karanlıklar prenslerinin fonlarından siyasi organizasyonlar için maddi destek almalarıdır. Diğer bir neden ise, medyanın ve üniversitelerin içinde odaklanmış olmalarıdır. Bu marjinal gruplar, böylelikle iletişim teknolojisini kullanarak kitleleri yönlendirmeyi amaçlamaktadırlar. Gerçi bu marjinal grupların siyasi hedefleri yüzyıllar boyu bu topraklarda bir siyasi akım olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Önce Batı dünyasıyla eklemlenme anlamında modernizmi savunmuşlar ve modernliğin iflası üzerine post-modernleşmişlerdir. Bu kesimleri Hürriyet ve İtilaf Partisi’nde de, Sivas Kongresi’nde de, Tanzimat döneminde de görebilirsiniz. Ben bu siyasi eğilimleri de izliyorum ve son dönemde Fransa’dan, Hollanda’dan çıkan “hayır” tepkisini milliyetçi sağın yükselişi olarak değerlendirdiler. Sen ise, AB projesini bir “Atlantik projesi” olarak değerlendirdin ve referandumlardan çıkan “hayır” oylarını hem “Atlantik projesi”nin iflası, hem de Avrupa’daki emekçi halkların anti-faşist bir çıkışı olarak tanımladın.
Suat Parlar: Evet. Dünyanın gündeminde anti-kapitalizm var, dünyanın gündeminde anti-emperyalizm var, dünyanın gündeminde anti-küreselleşmecilik var ama, dünyanın gündeminde anti-faşizm yok. Faşizm zaten bunların özündedir. Faşizm küreselleşmenin, “kapitalist emperyalist” aşamanın özündedir. “Kapitalist emperyalist” bir tekno-bürokratik kurumlaşma olarak AB kalesinin içerisindedir faşizm. Bu anlamda Le Pen’in faşizmi, Chirac’ın askeri endüstriyel kompleksin çıkarlarıyla bütünleşmiş faşizmi yanında ne anlam ifade eder? Yani bu konuda net olmak lazım.
Diğer önemli nokta ise; Almanya’da kendini çok “demokrat” sayan Yeşiller veya diğerleri, hangi anti-emperyalist, anti-sömürgeci mücadelenin içerisinde olmuşlardır? Alman büyük sermayesiyle hangi mücadeleye girmişlerdir? Ortadoğu’da sessiz diplomasiyle yada büyük çıkar şebekeleriyle yayılmaya çalışan Almanya ile ne gibi bir sorunları var? Sadece arada sırada teftiş heyeti olarak geliyorlar ve her gelip gittikten sonra Almanya, Türkiye’den büyük bir altyapı yatırımından imtiyaz koparıyor. Başka ne oluyor ki? İnsan hakları dediğimiz, küresel ölçekler içerisinde faaliyet gösteren faşizan yapıların halkla ilişkiler müdürlüklerinden başka bir anlam taşımıyor bunlar. O halkla ilişkiler müdürlüklerinin teftiş heyetleri, arada sırada, büyük bir yeni sömürgeci sürükleniş içerisinde olan ülkelere teftiş ziyaretlerinde bulunuyorlar. Bu da kendilerine çok görkemli altyapı siparişleri olarak geri dönüyor. Mesele budur.
Türkiye’den bakıldığı zaman görünen tablo budur. Bunun bazı kırıntıları da, Türkiye’deki, adı artık çok bilinen kişilerle, sivil toplum kuruluşlarına küçük kemikler olarak düşüyor. Onlar o kemikleri yaladıkları ölçüde, açıkçası imtiyazlarından kopmak istemiyorlar. AB projesini hiç olmadığı ölçüde ilericilik kisvesi altında değerlendiriyorlar. Yanlış mı yapıyorlar? Yanlış yapmıyorlar, bunların hakikâti bu. Bunu böyle değerlendirmek lazım. Yani siz, zaten bir yerden para alıyorsanız bağımsız olamazsınız düşünce çizginizde.
Yiğit Tuncay: Biraz önce yukarıda da sözünü ettiğim marjinal grupların “bağımsız”lık anlayışı, etnik parçalanma ve etnik kimliklerin öne sürülmesiyle karşımıza çıkıyor. Mesela bu marjinal gruplar, aldıkları bu fonlarla belgesel yapma histerisine kapıldılar. Tarihçilik adına etnik kimliklerin izini sürmeye başladılar ve bu anlamda bir sürü yayınevleri, belgeselci fotoğrafçılık, belgeselci sinema kurumlaşmaları yarattılar. Pek tabi, bu grupların arkasında ciddi bir maddi güç vardı. Bu maddi güçler içinde ülkemizde en fazla öne çıkan isim Soros oldu. Soros’un adı, özellikle Türkiye ve Kafkasya’daki ülkelerde gerçekleştirilen darbelerde gündeme geldi. Ama Soros, anlaşıldığı kadarıyla, Kafkasyadaki tarzından daha farklı bir tarzı Türkiye’de gündeme getirdi. Adında “açık” kelimesi geçen her şeyin altından Soros çıktı. Bunlardan biri Türkiye’deki “Açık Toplum” adı altında faaliyet yürüten bir kurumdur. Sence, Soros’un Türkiye’deki faaliyetleri, etkileri ve amaçları nelerdir?
Suat Parlar: Soros uzun yıllardan beridir Türkiye’de. 1990’ların başından itibaren Soros’un burada faaliyetleri var. Hatta daha önceye dayanıyor. Soros’un burada silah tüccarı olan ortakları da vardı. Bunlar Türkiye’de ansiklopediler çıkardılar, dergiler çıkardılar.
Yiğit Tuncay: Kim bunlar Suat?
Suat Parlar: Bunların isimlerini vermeye gerek yok. Herkes biliyor. Bunlar “sol”da şebekeleşmiş vaziyetteler. Bunlar adı ‘sol’ olan bir şebekedir. Soros’a gelince şunu söyleyebilirim; bence Soros 3. sınıf bir CIA teknisyenidir, bir vampirdir. Soros, ancak Türkiye’de bu kadar itibar görebilir. Yani Soros’u bir entellektüel olarak değerlendirip de, Soros’un toplantılarını sanki çok büyük bir peygamber konuşuyormuşçasına dinleyenlerin de aslında kimler olduğu belli. Ama, dinledikleri 3. sınıf bir CIA teknisyenidir. 1. sınıf değildir. Yani, Soros, Fuller ve Paul Henzeler’den bile daha niteliksizdir. Soros dünyanın birçok ülkesinde vampir olarak anılır. Ama Türkiye’de inanılmaz bir itibar görüyor. Beni şaşırtan da 3. sınıf bir CIA teknisyeninin böyle bir entellektüel itibara sahip olmasıdır. Bu nasıl oluyor? Ne güzel değil mi? Soros buraya geliyor ve bir spekülatör olarak faaliyetlerini yürütebiliyor. Bu zaten herhangi bir izine tabi değil. Her şey, zaten fazlasıyla açık bu ülkede; dış sömürüye, dış istismara ve spekülasyona. Ama, Soros’un bu ülkede bir entellektüel olarak muamele görmesi ve Soros’u eleştirenlerin bile ona entelektüel bir çerçeve içerisinde cevap vermeye çalışması anlaşılabilir bir şey değil. Bu ülkemizde ne kadar mesafe kaydedildiğini gösteriyor.
Soros tek başına ne Gürcistan’da, ne de başka bir ülkede darbe düzenleyemez. Soros, CIA’nin ön plana sürdüğü isimlerden biridir. Doğru olan arka plandaki gücü görmek lazım. Bunu Soros kendisi de söylüyor; “benim sahip olduğum finansal güç ne Rothschildler’le, ne Rockefeller’le, ne de diğerleriyle mukayese edilebilir” diyor. Yani, küresel sermayenin asıl güç merkezlerini değerlendirmek, bunların politikalarını ve stratejilerini yerli yerine oturtmak gerekir. Soros bu anlamda bir teknisyendir, uygulamacıdır. Soros, elbette ki tek başına ihtilal çıkartamaz. Yani Gürcistan’da, Amerikan özel kuvvetlerinin, askeri istihbaratının faaliyetlerini değerlendirmeden, tek başına Soros’un bir darbe sihirbazı, bir devrim sihirbazı -onların tabiriyle-, bir karşı devrim sihirbazı gibi bir yerlerde görülüp ihtilaller, karşı devrimler yarattığının söylenebilmesi zaten söz konusu bile değildir.
Yiğit Tuncay: Bu, Soros’u çok fazla ciddiye almak mı olur?
Suat Parlar: Evet, çok fazla ciddiye almak olur. Bu açıkçası, Amerikan devletinin bütün askeri birimleriyle, bütün istihbarat birimleriyle, bu ülkelere ne ölçekler içerisinde yüklenildiğinin gözden kaçırılmasını beraberinde getirir. En önemlisi de, Türkiye’nin, burada üs olarak ne gibi faaliyetler gördüğünün perdelenmesini getirir. 1990’da, Bodrum-Yalıkavak’da bir toplantı yapıldı. O toplantıya Gürcistan, Kazakistan, yani bugün karşı devrimin boy attığı bütün ülkelerden temsilciler geldiler. O da Soros’un finanse ettiği bir toplantıydı ve kapalı bir toplantıydı. İlk kararlar o toplantılarda alındı. Soros, Türkiye’yi uzun zamandan beridir üs olarak kullanıyor. Bir başka nokta da, bu anlamda şebekeleşmiş bir güç var Türkiye’de. Yani, Türkiye’de “sivil toplum” adı altında şebekeleşmiş, küresel sermayeden fon alan, ağırlıkta Amerikan istihbaratıyla içli-dışlı, bu anlamda Amerikan askeri stratejileri ve istihbarat projeleri ile uyum içerisinde, ağırlıklı olarak da “sol” maskeli isimlerden beslenen bir şebekeleşme oluşmuş vaziyette. Bu yapıların 1990’lardan itibaren çok boyutlu faaliyetlerine şahit oluyoruz. Hem Balkanlar eksenli olarak, hem Kafkasya eksenli olarak, hem de Kazakistan olsun, Gürcistan olsun ve diğerleri de. Tabi sadece Türkiye ile sınırlı kalmadı bu; Türkiye’den giden uzmanların da katıldığı toplantılar 1990’ların ikinci yarısında, örneğin Kazakistan’da gerçekleştirildi. Burada fonlayıcı olarak Soros görüldü.
Yiğit Tuncay: Niye fonlayıcılık özellikle Soros’da?
Suat Parlar: Bu soruya şu cevabı verebiliriz: Doğrudan doğruya bir istihbarat örgütünden kaynak almak veya doğrudan bir istihbarat örgütüyle temas da bulunmak hâlen daha çok kolay kabul edilebilir bir durum değildir. Özellikle de muhalif görünen insanlar açısından. Ama siz, adı “sivil toplum” kuruluşu olan bir vakıftan veya bir fondan rahatlıkla para alabiliyorsunuz. Oysa ki, onların arka planında da gene istihbarat örgütleri ve kurumlaşmaları var. Yani, Ford Vakfını CIA’nın operasyonlarından bağımsız tutabilir misiniz? Rockefeller Vakfı, CIA yada Amerikan askeri istihbaratıyla ne kadarlık bir mesafeye sahiptir? Mesafe düşünüldüğünden çok daha dar bir mesafedir. Böyle değerlendirildiğinde, bir istihbarat örgütünden doğrudan kaynak almanın veya onun politikaları çerçevesinde hareket etmenin getirdiği olumsuz değerlendirmelerden kurtulmanın yolu, adı çok çekici olan bir “sivil toplum” örgütü meydana getirip, CIA, Alman istihbaratına ve İngiliz istihbaratına bağlanmaktır. Bugün Türkiye’de yaşanan süreç de tam budur. Bugün Türkiye’de, özellikle de “sol” etiketli pek çok insan, “sol”u marka olarak kullanan pek çok insan doğrudan doğruya Soros’dan değil, -bu kibarlığa hiç gerek yok- CIA’den para alıyorlar. Aldıkları paranın kaynağında CIA fonları duruyor. Dolayısıyla bunlar CIA ajanıdırlar. CIA’den bir tek kuruşu dolaylı olarak veya doğrudan alan her insan CIA’e hizmet eden CIA ajanıdır. Şu anda Türkiye’de, özellikle “sol” içerisinde CIA ajanları cirit atıyor. Bunların kimler olduğunu da biliyoruz. Soros’la kimin bağlantısı varsa, kim beraber olmuşsa, Soros’dan kim para almışsa onun niteliği üzerine ayrıca bir tartışma üretmenin gereği yoktur ve bu gayet açıktır. Kurumsal düzeyde de kimlerin iş yaptığı bellidir.
Yiğit Tuncay: Peki, Soros’un Türkiye’de bu anlamda ilişki içinde olduğu ve siyasi manipülasyonlar için kullandığı göze çarpan başka kurum ve kişilikler var mı?
Suat Parlar: Soros, özellikle Türkiye’deki Yahudi işadamları arasında bir şebekeleşmeye doğru ilerliyor. Buraya geldiği zaman, özellikle bir Yahudi işadamını devamlı Soros’un yanında görüyoruz. Bu önemlidir. Ayrıca, Soros’un, oligarşinin üniversiteleriyle olan bağlantıları da vardır. Buralara hem kaynak aktarıyor, parasal fonlar aktarıyor, hem de bu üniversitelerle irtibat halindedir. Nitekim, “Ermeni konferansı”nın bu üniversitelerin birlikteliği çerçevesinde bir platformda değerlendirmesi de boşuna değildi. Kimse Ermenileri çok sevdiğinden, kimse Ermenilerin acılarına duyarlı olduğundan bu meseleyi gündeme getirmiyor. Ermenistan şu anda Kafkaslarda çok stratejik bir mevkidedir. Petrol boru hatlarının odağında ve “Genişletilmiş Ortadoğu-Kafkasya Projesi” çerçevesi içerisinde kilit mevkide bir bölgedir.
Bu kilit mevkideki bölge üç tane İsrail planı çerçevesi içerisinde; 1- İsrail, 2- Kuzey Irak’taki ikinci İsrail devleti, 3- Gelecekte bu anlamda kurgulanan Ermenistan’dır. Üç İsrail planı çerçevesi içerisinde burada yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor. Bu yapılandırılmaya hem bir meşruiyet sağlanması, hem de bu yapılanma çerçevesi içerisinde, Türkiye’de bu tarz bir üçüncü İsrail oluşumuna karşı çıkacak güçlerin kırılması bakımından bir meşruiyet hazırlığı vardır. Yoksa bu iş ne tarihçiler düzeyinde gitmektedir, ne de Ermeni halkının burada acıları söz konusudur. Burada söz konusu olan, Ermeni finans kapitalinin ve petrol şirketleri içerisinde yuvalanmış Ermeni petrol milyarderlerinin çabalarıdır. Burada aynen Yahudi soykırım endüstrisinde olduğu gibi, Ermeni soykırım endüstrisi yaratılmaya çalışılıyor. Bunu bir tutunum noktası yaparak, aynen Yahudi ulusal yurdu gibi, belki yarın Ermenistan’ın daha da genişlemesi üzerine kurgulu, Türkiye’den giderek toprak talebi de olacak bir Ermeni ulusal yurdu projesi de gündeme gelebilecektir. Bunlar açıkçası birilerinin söylediği gibi bizim açımızdan birer hezeyan değildir. Çünkü, Ermenistan yayılmacı ve sınırları belirsiz bir devlet. Ermenistan topraklarının %20’si işgalle edinilmiş topraklardır.
Yiğit Tuncay: AB ve ABD eksenli bu siyasi manipülasyonların asıl amacının odağında bu projenin hayata geçirilmesinin yattığı net olarak ortaya çıkıyor Suat. Bu anlamda Ermenistan tartışmasının yaratılması ve bunun “demokratik” bir tartışma görüntüsü içinde yapılarak, tüm toplumun vicdanında meşruiyet zeminin yakalanması amaçlanıyor. Senin de söylediğin gibi, tarihsel uzlaşma görüntüsü, esas olan projenin üzerini örtüyor.
Suat Parlar: Tabi. Soros’un gelecekteki en önemli projelerinden birinin, Ermenistan üzerinden yürüteceği proje olduğunu net olarak değerlendirebiliyoruz. Avrupa Birliği’nden de son dönemde, Ermenistan konusunda, özellikle sınır kapısının açılması için fazla baskı gelmesinin gerekçelerinden biri de, bir an önce harekete geçerek bir mevzi edinmektir. Çünkü bu doğrultuda Amerika’da ciddi bir hareketlenme var. Avrupa’da bunu haliyle takip edecektir. Böyle baktığımızda da, Soros’u ağırlıklı olarak Kafkasya’da, Ermenistan odaklı politikalar içerisinde önümüzdeki süreçte çok daha aktif bir biçimde göreceğiz. Soros’la birlikte, Türkiye’de de bir hareketlenmeyi, özellikle “Ermeni meselesi”ne yönelik bir hareketlenmeyi gündeme getireceklerini göreceğiz.
Yiğit Tuncay: Soros’un Türkiye’de yürüttüğü kampanyalardan bir tanesi de “Gelme Bush” kampanyasıydı. Diğeri ise, şu anda gündemde olan “Irak Dünya Mahkemesi”. Anti-Amerikancılık ekseninde yürütülmeyen bu kampanya, tamamen Amerikan iç politikasına yönelik olarak yol alıyor. Bu kampanyaları yürütenler alışık olmadığımız ve bu topraklara yabancı bir muhalefet kampanyası yürütüyorlar. İttifakları ise Türkiye halkının dışında, Batı kaynaklı “küreselleşme karşıtları”, “savaş karşıtları” ve “barış yanlıları”. Sadece Türkiye entelecensiyası içinde birlik arayan bu marjinal gruplar, kendi cephelerini halkla bütünleşmeye giden bir genişleme içine de sokmak istemiyorlar. Muhalefet tarifini bizim geleneksel çizgimize aykırı bir biçimde geliştirmeye özen gösteriyorlar. Türkiye sermayesi içindeki önemli isimleri bile bünyelerine alabiliyorlar. Geleneksel Türkiye solu ise, bütün bu olanları izliyor ve hatta “küreselleşme karşıtlığı”, “savaş karşıtlığı” konusunda ciddi bir kafa karışıklığı içine düşüyor. En önemlisi ise, Türkiye solunun kamusal kazanımlar ve devlet konusundaki yaşadığı teorik ve pratik karmaşa.
Suat Parlar: Küreselleşmeye ahlâki bir karşıtlığın anlamı yoktur. Küreselleşmeye karşıtlık, gayet net, kavramları son derece belirgin bir savaşı gerektirir. Küreselleşme karşıtlığı, küreselleşme askerî bir anlam içerdiği için savaş karşıtlığını değil, savaşta taraf olmayı beraberinde getirir. Bizler eğer küreselleşme karşıtıysak, zaten bu anlamda savaşta bir tarafız demektir. Ayrıca, Amerika’da son zamanlarda ortaya çıkan gelişmeleri, “neo-con”lar adı altında bir grup şahine mâletmek ve Amerika’da demokrat bir iradenin olabileceğini ileri sürmek çok moda oldu. Yani, Amerika’da kötü niyetli “neo-con”lar tarafından yürütülen politikaya bağlanabilecek bir Amerika gerçekliği yoktur. Kaldı ki, bizim bu “neo-con”lar dediğimiz kesim, 35 yıldır zaten iktidarda. Bunlar bir iktidar bloğudur. Zaten, Amerika’yı bütün o sınıfsal yapısından soyut, yani, açıkçası Amerika’ya baktığımız zaman çok güçlü ölçeklerde enerjiye dayalı muazzam bir büyük sermaye yoğunlaşması ve bununla ortaklaşmış devâsa ölçeklerde askeri endüstriyel kompleks görüyoruz. “neo-con”lar bu politikanın sadece bir yüzünü oluşturuyor. Amerika her zaman için, iki partiden oluşan tek partidir. Böyle değerlendirildiğinde, Bush gitse, Bush’un yerine gelecek olan çok farklı politikalar mı izleyecek? Hayır. Amerika’nın artık dünyadaki varlığı, siyasetleri, stratejileri insanlık açısından çok büyük problemdir. En önemlisi de şudur; Amerika’yı müttefikleriyle de birlikte algılamak ve değerlendirmek gerekir. Amerika’nın Irak’a yönelik vahşi soykırımını Avrupa desteklemedi mi? Güney Avrupa destekledi, Doğu Avrupa destekledi ama, Almanya sessiz kaldı.
Yiğit Tuncay: Evet, medeni Avrupa ve barbar Amerika, pardon, barbar Bush gibi bir görüntü vermeye çalışıyorlar. Sanki aralarında uzlaşmaz bir çelişki varmış gibi davranıyorlar.
Suat Parlar: Fransa sadece petrol çıkarları çerçevesi içerisinde buna karşı durdu. Bu meseleler insanî kampanyalarla yürütülecek meseleler değil. Ayrıca, direnen insanları etiketleyerek veya direnen insanları kendi bakış açınıza göre seçerek, siz, bu anlamda bir yapay savaş karşıtlığı üretemezsiniz. Eğer, orada, Vietnam’da olduğu gibi bir halk cephesi olsaydı ve Vietnam’da olduğu gibi Sol anlayışa dayalı bir mücadele yürütülseydi herhalde çok daha büyük bir ses çıkardı. O ses çıkmıyor, niye? Oraya baktıkları zaman, aynı zamanda bombalanmasından gizli memnuniyet duydukları, onların tabiriyle “gerici” dedikleri müslümanları ve arapları görüyorlar. Bu şöyle bir bilinçaltı; Afganistan bombalandığı zaman, Afganistan’da 7.5 milyondan fazla insan açlığa mahkum olduğu zaman, Türkiye’de bundan gizli bir memnuniyet duyularak bu meselenin insanî ölçekler içerisinde daha fazla uzatılmamasını savunan entelecensiya vardı. Durum çok farklı değil.
Türkiye’de çok yapay tarzda, bir takım işleri “dünya mahkemeleri” oluşturarak ortaya sürmekle ne yapılmaya çalışılıyor? Oradaki direnişe en küçük bir destek yok. “Biz savaşa karşıyız”! Ortada bir savaş mı var. Yoksa ortada bir katliam mı, bir soykırımcı psikopatlar çetesinin yürüttüğü bir katliam mı var? Böyle bir katliam yürütülürken, “savaş karşıtlığı” demek, her iki tarafı da aynı potanın içerisine koymak demektir. Saldıran, yakan, yıkan, öldüren bir emperyalist güçle, bunun karşısına dikilen bir halk savaşı var. Bunu net olarak görmek lazım.
Dolayısıyla, “savaşa karşıyız” demek bir anlam ifade etmiyor. Burada sorun edilmesi gereken Amerikan emperyalizmine, Batı emperyalizmine karşıtlık olmalı ve bu karşıtlık sadece Bush üzerinden geliştirilecek bir karşıtlık da olmamalıdır. Bakın net olarak görülüyor: Amerika nerelerde üsler kurdu? Müslüman ülkelerde üsler kurdu. Katar’da, Türkiye’de ve diğer ülkelerde. Amerika’nın en büyük müttefikleri kim? Japonya, Fransa, Almanya. Halen daha Amerika’ya borç veriyorlar. Halen daha Amerika’nın bütçe açıklarını bunlar karşılıyor. Bunların hiçbirini göz önünde bulundurmuyoruz.
Yiğit Tuncay: Bu marjinal gruplar çok ciddi siyasi manipülasyonlar yapıyorlar. Biriken siyasi enerjiyi farklı kanallara akıtma uğraşı veriyorlar.
Suat Parlar: Evet. Mesela “Büyük Ortadoğu Projesi” bir “Büyük İsrail Projesi”dir. Peki, İsrail’e yönelik, bugüne kadar, bu grupların bir tek tepkisini gördük mü? Gösteremezler, çünkü burada çok iyi yönlendirilmiş bazı kampanyaların bileşimi söz konusudur. O bakımdan bunlar göstermelik gündemler yaratarak, oluşan toplumsal muhalefetleri boşa çıkarma çabalarıdır. Hele Türkiye gibi anti-amerikancı ve giderek anti-emperyalist bir muhalif anlayışın yükseldiği bir ülkede bu tarz bir muhalefetin istenilen kanallara çekilmesinin yolu, bu muhalefetin iğdiş edilmesinden geçiyor. Bu açıkçası, Türkiye’deki anti-Amerikancılığı iğdiş etme harekâtıdır. Bunun başka bir anlamı yoktur.
Çünkü; 1- kalıcı değildir, 2- halk seferberliği üzerine dayanmaz, 3- Irak’taki direnişe destek vermez, 4- Bölgedeki Siyonist cepheyi kırıp parçalayacak bir çağrısı yoktur. Ve sonuç itibariyle de, anti-emperyalist bir hatta kesinlikle oturmaz. Türkiye içerisinde etkili, cüretkâr mücadele hattını bu anlamda gündeme getirmez. Çünkü, sorun aynı zamanda Türkiye’dir. Türkiye, sonuçta Amerika’ya büyük destekler veren bir cephe ülkesi konumundadır. Ortada böyle bir yapı varken, Bush’u yargılamak, Cheeney’i yargılamak gibi şeylerin bence çok fazla bir anlamı yoktur. Bunlar, buz üzerine yazılan yazılar gibi kalırlar. Ben bu kampanyaları doğru bulmuyorum ve bu kampanyaların arka planında açıkçası yönlendirmeler olduğuna da inanıyorum. Tabi bu kampanyaların içerisinde yer alan her insanın bu niyetler içerisinde olduğunu söylemek istemiyorum. İyi niyetli insanlar da vardır. Ama yönlendiren odakları da iyi değerlendirmek lazım.
Yiğit Tuncay: Peki, bütün bunların demokrasi adına yapılması ve giderek de Soros gibi bir şahsiyetin dünyada demokrasiye para harcayan bir şovalye gibi görülmesi için ne diyorsun?
Suat Parlar: Soros kapitalizmi eleştiren kitaplar da yazdı. Soros anti-kapitalist midir? Soros dünya finansının geldiği nokta da büyük krizleri de haber verdi. Soros bu anlamda dünya finansından vergi alınmasını mı sağladı? Peki ne yapıyor? Soros çok usta bir politika izliyor. Soros dünya üzerindeki muhalefetleri iğdiş ediyor ve yolundan saptırıyor. Soros bunu yapıyor. Bir bakıyoruz ki, Soros’un devrim etiketi haline geldiğini görüyoruz. Soros bir devrim etiketi gibi. Ama, dediğim gibi, Soros bir 3. sınıf CIA teknisyenidir. Bizim açımızdan acı olan 3. sınıf CIA teknisyenlerinin (ki eskiden 1. sınıf CIA teknisyenleri gönderilirdi), pasifikasyon uzmanlarının, Türkiye’nin işini bitirme konusunda, özellikle Türkiye’nin “sol” kamuoyunun işini bitirme konusunda çok yetenekli görülmeleri.
Bu bizim nereden nereye geldiğimizin en iyi göstergelerinden biridir. Nereden nereye geldik? Avrupa Birliği’ni “sol” bir kimlik içerisinde değerlendiren, “sol” bir kimlikçiliğin değeri olarak ele alan ve bu anlamda kendi çektiği acıları Avrupa’dan elde ettiği fonlarla değiş tokuş eden bir “sol” muhalefetin geldiği nokta, aynı zamanda, Türkiye’nin de açmazını oluşturuyor. Çünkü, Türkiye’de şu anda, “sol” muhalefetin çok büyük kitleselliğe erişmese bile, küreselleşmeye ve küreselleşmenin Avrupa Birliği gibi projelerine güç veren bir yaklaşımın, özellikle entellektüel kesimle hiç tartışma görmeden kabul edildiğine tanık oluyoruz. Bu son derece vahimdir. Yani, burada, açıkçası, acıların fonlarla değiş-tokuş edilmesinin sürecini yaşıyoruz.
Yiğit Tuncay: Sözünü ettiğin “çekilen acılar”ın değiş-tokuş edilmesi, 1980 öncesinde devrimci mücadele içinde olan siyasi kişiliklerin yaşadıkları dönüşüm mü?
Suat Parlar: Ne oldu 12 Eylül’den sonra? 60 bin kişi Avrupa’da mülteci oldu. 12 Eylül cuntası, Avrupa ve orada bulunanlar arasında bir uyum oluşturuldu. Gittikleri yerlerde sınıf mücadelesine karışmayacaklar, o ülkeye özgü sınıfsal örgütlenme içerisinde aktif olarak yer almayacaklar, maaşa bağlanacaklar ve cuntayı da fazla yıpratmayacaklardı. O anlamda da, dışarıdan da çok ses getirecek bir muhalefetle dönmeyeceklerdi. Ortadoğu ülkelerine, asla silahlı anlamda giriş yapmayacaklardı. Karşılığında da kendilerine bazı imkânlar aktarılacaktı. Süreç o zamandan başladı ve Soros gibi bağlantılar o zamandan gündeme geldi.
Yiğit Tuncay: Evet. Sözünü ettiğin bu siyasi kişilikler, aslında siyasetten kopmadılar. Tam anlamıyla profesyonel politikanın içine dahil olup buradan ekmek yer hale geldiler. Sözünü ettiğin dönüşlerinde yeni teorileri de hazırdı. Reel sosyalizmin çözülüşü de yeni teorinin önünü fazlasıyla açtı. Neydi bu teori; sınıfın yerine kimlikçilik, sömüren ve sömürülen ilişkisinin yerini ezen ve ezilen ilişkisi, üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı itirazın yerini yönetim araçlarından yabancılaşmaya karşı itiraz aldı.
Suat Parlar: Marksist düşüncenin içerisinden sadece ve sadece insancıllığı çekip alırsanız, elinizde kala kala burjuva hayırsever anlayış kalır. Bugün yapılan budur. Burjuva hayırseverliği, kimlikleri kategorilere ayırır. Bu kategoriler ebedî kabul edilir. Aslında, emekçinin konumu da ebedî bir konumdur. Ebediyen o emekçi bazı haklar çerçevesi içerisinde sistemden ne koparırsa kârdır mantığı savunulur. Yoksa, o ilişkinin yerle bir edilmesi, o ilişkinin ortadan kaldırılması, o ilişkinin tasfiye edilmesi söz konusu değildir. Bu anlamda, Türkiye’de sözünü ettiğimiz “sol” muhalefetin de Amerika’yla ve emperyalizmle bir sorunları yoktur. Burada söz konusu olan, emperyalizmi vareden mekanizmaların yerle bir edilmesi değildir, çünkü, bunun için sizin ciddi bir mücadele vermeniz, savaşmanız gerekir.
Nedir söz konusu olan? Bir takım kimlik kategorileri yaratılmasıdır; eşcinsel kimliği, kadın kimliği, çocuk kimliği, Kürt kimliği, alevi kimliği ve bu kimlikler üzerinden politika üretilmeye çalışılmasıdır. Buradan politika üretemezsiniz, bu açıkçası toplumu, insanı, emekçiyi, bireyi, her ne derseniz deyin, hangi kategori veya hangi büyük insani bütünlükten yola çıkarsanız çıkın, toplum dışına, insan dışına sürmek anlamına gelir. Siz eğer kitleleri siyaset dışına çıkarıyorsanız, insanlığın dışına çıkarıyorsunuz demektir. Çünkü, siyaset bu anlamda insani mücadelenin odağında durur. “Siz insanlık dışısınız” diyorsunuz. Kimlikler üzerinden siyaset yapmak, açıkçası, sadece “kim” sorusunun cevabı üzerinden şekillendirilmiş bir insanlık dışılığın kabullenilerek, bu çerçeve içerisinde sözde iktidar yapılarına karşıtlık anlamında sistemin yeniden üretilmesi demektir.
Şimdi kimlikçi bir muhalefeti düşünün, kimlikçi bir muhalefet sürekli olarak iktidar sömürüsü üzerine dayanır. Oysa karşınızda insanı yerle bir eden, ezen, yokeden, beşeriyi sıfır noktasına düşüren bir sistem var. Bu sistemin temel aygıtlarını nasıl kırıp paramparça edeceksiniz? Bu noktada sizin, yani açıkçası elinizde donanımlı silahlarınızın olması gerekiyor. Ama söylenen nedir? Şudur; “kimliklerinizin içerisine hapis olun”, “bu kimlikler size yeterlidir” ve “bu kimliklerden yola çıkın”. O kimlikler birey üzerinden zaten gündeme getiriliyor. “Azınlık hakları” deniliyor ve bu tariflerin kimin birey, kimin azınlık olduğunu sistem tarafından beslenen bir takım ideolojik aygıtlara, gruplara ve “sivil toplum” kuruluşlarına ihale edilmesi söz konusudur. İhale sivil toplum şebekelerinin üzerinde kalıyor. Benim kimliğime, kim olduğuma onlar karar veriyorlar. İsteyeceğim haklarıma da onlar karar veriyorlar.
Tersinden bakıldığında inanılmaz ölçekte, faşizmin bugüne kadar planladığının çok ötesinde bir tektipleştirme, sözde bir çoğulculuk adına ortaya sürülüyor. Burada çoğulculuk yok, burada tek tipleştirme var. Çünkü kimlik kaynaklı bir süreçten burada söz ediyoruz, sınıf kaynaklı bir süreçten söz etmiyoruz. Sınıf kaynaklı bir sürecin insanı yok eden, sömüren, özgürlüğünü ortadan kaldıran mekanizmalara karşı kullanılması esastır. Siz bunun bütün araçlarını, o sınıfsal araçları reddediyorsunuz.
Dolayısıyla, bu baskı aygıtlarını çözecek, ortadan kaldıracak bütün silahları insanlığın elinden çekip alıyorsunuz. Ondan sonra diyorsunuz ki, bizim ideolojik aygıtlarımız sizin için en iyi olanı düşündü; Siz Kürtsünüz, siz alevisiniz, siz homoseksüelsiniz, siz kadınsınız, siz çocuksunuz. Sonuçta, burada tek yanlı insanlığın bir boyutundan yola çıkan, o anlamda da hiçbir biçimde aynı durumda olanların bütünleşmesini getirmeyecek yapay kategoriler icat ediyorsunuz ve bu yapay kategorilere bazı haklar yazıyorsunuz. Bazı hak etiketleri yapıştırıyorsunuz. O hak etiketlerinden sonra da diyorsunuz ki, “burada iktidar yok”. Hayır, burada iktidarın en koyusu var. Çünkü ne diyorsunuz; “bu kimliklerin en büyük güvencesi Avrupa Birliği’dir”; “bu kimliklerin güvencesi sivil toplumdur”. Bunu söylediğiniz noktada en koyu militarist projeleri temsil eden AB gibi kurumlara, açıkçası, bütün bir ülkeyi değil bütün bir insanlığı peşkeş çekiyorsunuz.
AB dahil olmak üzere bu kurumların hepsi koyu militarist kurumlardır. Tekno-bürokratik totalitarizmin ürünü olan kurumlardır. Bunlar büyük tekellerin o insanı yok eden, boğan yaklaşımların ürünü olan kurumlardır. Avrupa’daki tekno-bürokratik yapılanma içerisinde büyük tekellerin ödünç verdiği çok sayıda uzman, işadamı bulunuyor. Böyle değerlendirildiğinde, sizin tutup da oradan güç alarak ve onların projelerinden yola çıkarak kimlikler icat etmeniz, özünde faşizme hizmetten başka hiçbir anlama gelmez.
Yiğit Tuncay: Evet suat, faşizm tanımı konusunda hala daha teorik bir birlik sağlanamamıştır. Avrupa ülkelerini faşizmi yasaklamış ülkeler olarak tanımlayanlar var. Türkiye için faşist tanımlaması yapılırken, Avrupa demokrasisinin faşizmden 2.dünya savaşı sonrasında sıyrıldığını düşünenler var.
Suat Parlar: Faşizmi, kapitalizmden, emperyalizmden, küreselleşmeden, büyük tekellerden soyutlayarak ele alıp, ayrı bir mücadele kategorisi tarzında sunmak bir süre sonra ülke içerisinde sınıf mücadelesini kesen, sınıf mücadelesini bölen paramparça eden birtakım bölünmeler de yaratacaktır. İşin bu boyutunu da görmek lazım. Avrupa açıkçası bunu besliyor ve bu süreci ısrarla bekliyor. Türkiye’nin modernizmle abuklaştırılmış, pozitivizmin artık en yüce noktalarına ulaşması diyebileceğimiz bir devrim jandarmalığı temelinde post-modern tezlerle bulamaç haline gelmiş, bir takım kerameti kendinden menkul münevverler bu projelerin bayraktarlığını yapıyor. Karşılıksız mı yapıyor? Hayır, acenta sıfatıyla yapıyor. Bu anlamda da bir faşizm tehlikesi varsa ve bu faşizm tehlikesini MHP’den ve ülkücülerden ziyade bu kesimlerde aramak bence daha yerinde olacaktır.
Yiğit Tuncay: Mesela, ünlü tiyatro ustası Bertolt Brecht “Faşizm Üzerine Yazılar” adlı kitabında, “iki türlü kasap vardır” diyor; “biri sürekli elleri kanlı gezer, diğeri ise sürekli ellerini yıkar” diye bir tanımlama yapıyor.
Suat Parlar: O zaman biz “sürekli ellerini yıkayana” bakalım. Yani Türkiye’de faşizmi MHP’den ziyade Soros’un ittifak olduğu güçlerde aramalı. Soros kimlerle ittifak kuruyorsa, faşist cepheyi orada arayalım. Türkiye’de her kim ki, ülke rejimini tartışmıyor, Türkiye’de her kim ki, bu ülkenin sahip olduğu muazzam değerlerin, işçi sınıfının lümpenleştirilmesi pahasına büyük tekellere peşkeş çekilmesini sağlıyor, faşizmi orada aramak lazım. Yoksa tutup da, keyfi bazı kategoriler icat etmeye gerek yok. Bugün, faşizm bize Amerika’nın gözleriyle, Almanya’nın gözleriyle, Fransız büyük sermayesinin gözleriyle, Britanya’nın gözleriyle bakıyor. Faşizm Nedir? Bunları iyi değerlendirmek lazım. En önemlisi de, bugün bölgemizde çok yakın bir dolaylı saldırı anlamında -bilerek de bu tabiri kullanıyorum, çünkü, bu aynı zamanda Türkiye’nin son bağımsızlık kırıntılarını da ortadan kaldıracak niteliktedir-, faşizm bize İsrail’in gözleriyle bakıyor.
Yani, bu bölgede Büyük Ortadoğu Projesi ki, BOP’u, AB projesinden de soyut göremeyiz. Böyle değerlendirildiğinde bir “büyük İsrail projesidir” ve Türkiye’de, İsrail iç mesele haline gelmiştir. Böyle değerlendirildiğinde: Türkiye’de, Yahudi finans-kapitalinin cirit atması; Türkiye’nin hemen hemen bütün kaynaklarına Yahudi finans-kapitalinin el koyması yaşadığımız bir gerçekliktir. Ayrıca, Türkiye’de, açıkçası, “siyonist Türk tipi” veya “Kürt tipi siyonizm”i de ufukta gözükmektedir. Evet, Türkiye aynı zamanda da böyle bir tehditle karşı karşıyadır. Türkiye, “Türk tipi” ya da “Kürt tipi bir siyonizm” tehlikesiyle de karşı karşıyadır.
Yiğit Tuncay: Bunu Sebataycıların izini sürmek anlamında mı söylüyorsun?
Suat Parlar: Hayır. Ben şu anda gündemde olan şeylerden bahsediyorum. “Siyonizm” dediğimiz zaman, ben bunu sadece basit bir İsrail yayılmacılığı biçiminde değerlendirmiyorum. Onun ötesini görüyorum. Siyonizm bir toprak meselesidir. Siyonizm bir kültür, bir ideoloji meselesidir. Siyonizm, Ortadoğu’da, Ortadoğu halklarının bakışının bu siyasi coğrafyadan silinmesi meselesidir. Ortadoğu halklarının bakışının Türkiye’den silinmesi için herşey yapılıyor. Bu anlamda da böyle bir meseleyle de karşı karşıyayız. Ama, en önemlisi, tekrar tekrar vurguluyorum: toprak meselesidir.
Yiğit Tuncay: Evet Suat, zaten “kültür” kavramı etimolojik olarak da, toprağı işlemekten gelen bir tanımlamadır.
Suat Parlar: Bakın, şu anda Suriye sınırındaki mayınlı araziler mayından temizlenecek. Bu işlem için 500 milyon dolar gerekiyor. Bu araziler iki Kıbrıs büyüklüğünde ve bu arazilerde yıllardır tarım yapılmadığı için organik tarım anlamında birer hazine niteliğindedir. İsrail buraya el attı. İsrail bizden toprak çalıyor. Dolayısıyla, eğer bir yargılama yapılacaksa Türkiye’de, -bu konuda İsrail’in acentalığını yapanlar kimlerdir, ne yapıyorlar, nasıl bir ihanet içerisindeler- bunun yargılanmasının yapılması lazım.
Yiğit Tuncay: Sözünü ettiğin yargılamayı yapanlar, kendi topraklarının savunmasını yapanların verdiği savaşı meşru görmüyorlar ki. Onlar sadece Bush komutasındaki Amerikan ordusunun yaptığı işgali yargılıyorlar. Belki de fiziksel olmayan işgali öneriyorlar. Yani itirazları, sanırım açık işgale. Yoksa, Amerika’nın yıllardır dünyada yaptıkları biliniyor. Bir de bunlar önceden yoktular ve birdenbire Bush’un iktidarında ortaya çıktılar. Memlekette şu anda çok ciddi özelleştirmeler gerçekleştiriliyor. Hatta bu özelleştirmelere karşı işçi sınıfının çok ciddi direnişleri oluyor. Bütün bunlar zaten bu marjinal mahkeme komedyenlerinin bu topraklarla ilgisinin olmadığını gösteriyor.
Suat Parlar: Solcu demek, her türlü bağlarından kopuk, her türlü toprak değerlerinden, her türlü ulusal değerlerden soyut, İstiklal Caddesi barlarından süzülen zibidi anlamına gelmez. Solcu ayağı kendi toprağına basan, kendi ülkesinin geleceğini kendi ellerine alan, kendi ülkesinin kaynakları konusunda söz sahibi olması için emekçi halkıyla mücadele eden anlamına gelir. Bush’u herkes yargılar. Tekrar söylüyorum; Suriye sınırında iki Kıbrıs büyüklüğündeki toprak ne olacak? Ne diyeceğiz? “Verelim gitsin”, bunu mu söyleyeceğiz? Böyle bir sorumsuzluk olabilir mi? Ama ne yazık ki, özellikle, solun yıllara dayanan ideolojik kazanımlarının ve mücadele birikiminin tırpanlanmış ve insan hakları koordinatlarına sıkıştırılmış olmasıdır.
Bu konuda, açıkçası, kendi ülkesinin sorunlarına sırtını dönen bir yapıyı ortaya çıkarıyor. Yoksa oligarşinin mi savunmasını bekliyorlar. Hiç bir kapitalist sistem veya tekil olarak hiçbir kapitalist ülke topraklarının savunulmasını, o ülke bayrağının savunulmasını, o ülke kültürel değerlerinin savunulmasını üstlenmez. Kapitalizm bayrağa, toprağa, dine düşmandır. Bu esaslar üzerinden varlığını devam ettirir. İşine geldiği zaman bu değerleri kullanır ama çoğunlukla da bütün faaliyeti, bütün siyasi ve iktisadi pratiği bu değerlerin satışı üzerine kurulur. Ortada böyle bir gerçeklik var ve ne yazık ki, halen daha ortada tartışılan tek gündem Avrupa Birliği. Haklarını ve de sorumluluklarını Avrupa’ya göre belirleyen bir anlayış bizi olsa olsa koyu katmerli bir sömürgeleşmeye doğru götürür. Türkiye kolonyal bir sürüklenişle karşı karşıya.
Türkiye’de bu anlamda bağımsızlığın son kırıntıları toprakla insan, toprakla köylü esası üzerine kuruluyken, bağımsızlık kırıntılarının en sonlarına da gelmiş vaziyetteyiz ve onlar da gidiyor. Bakın, toprakla insan arasındaki ilişki onbinlerce yılda kurulmuş bir ilişkidir. Bu ilişki çözüldüğü zaman sosyalizmi kuramazsınız. Bu ilişki çözüldüğü zaman, bu ilişkinin yerine ikâme edilen tarım tekelleri insanı altüst eder. Türkiye’de şimdi bu süreç yaşanıyor. Toprakla insan ilişkisinin koptuğu nokta hem beşeriyetin, hem üretimin, hem kültürün, hem de yaratılan bütün değerlerin sonudur. O noktadan itibaren direnemezsiniz.
Yiğit Tuncay: Toprağı işleyen ve yaşamını devam ettiren insanın tüm değerleri, bu üretim ilişkisinin sonucunda şekillenmiş. Bu insanın maddi ve manevi alanının birbirinden koparılamaz bir ilişkisidir. Topraksız kalmış toplumlar zaten ulus da olamazlar.
Suat Parlar: Evet. Kültürün en doğrudan tarifi topraktır. Toprakla insan arasındaki ilişki dünyanın dört bir yanında bozuldu ve şimdi “organik tarım” adı altında o ilişkiyi tekrardan tesis etmeye çalışıyorlar. Çünkü siz, en müthiş teknolojileri de kullansanız, tarımla insan arasındaki o bağı, toprakla insan arasındaki o bağı kuramazsınız. Dolayısıyla, tutup da teknolojist sabuklamaları, post-modernizmin kaçışıyla dengeleyerek kimse tarım toplumunu reddeden, tarım toplumunu aşağılayan teoriler üretmesin. Bunları bize yenilik, bunları bize devrimcilik olarak sunmasın. Bunlar yalandır. Bunlar hayalî kapitalizmin ürünü olan ideolojik sabuklamalardır. Bunlardan kurtulmak lazım. Bir yanıyla böyle bir baskıyla da karşı karşıyayız.
Bize söylenen şu: “AB teknolojik açıdan ileri, Türkiye bir tarım toplumu olmaya mahkum olmamalı”, “bir adım öteye geçmeli, bu anlamda da AB sayesinde Türkiye’deki bu tarımsal reformun kolaylaştırılmasını sağlayacak kentli bir toplum olacağız”. Kentli bir toplum olmayacağız; biz entel lümpenler, entel fahişeler, entel soytarılardan oluşan bir toplum olacağız. Biz olsa olsa bir müddet sonra tozlaştırılmış ve iradesini yitirmiş şekilsiz bir gerçekliğe dönüşeceğiz. Böyle değerlendirildiğinde, AB’nin, Türkiye’de tarımı tasfiye etmeye dönük projeleri bize bir adım mesafe kazandırmak bir yana, toprak-insan ilişkisini bozduğu ölçüde bu topraklardaki tüm kültürel birikimi, tüm beşeri değerleriyle darmadağın edecektir.
Bu basit bir Pazar meselesi değil. Kaldı ki, şimdi, iktisadi yönü çok ciddi bir konu ve onun tartışmasına hiç girmiyorum. Yani, bir toplum sahip olduğu kaynakları zaten bu şekilde verdikten, bunları peşkeş çektikten sonra toplum olarak varlığını sürdürebilecek ekonomik dayanaklardan yoksun kalır. O artık toplum olamaz. Türkiye’deki gidişat buna doğru ve bu da en önemli noktalarından biri. AB’nin, Türkiye’ye yönelik stratejik dayatmaları -stratejik dayatmaları kavramını bilinçli olarak kullanıyorum- çok ciddi ölçüde planlanmış, tarımdan, eğitime kadar hemen hemen her sahayı kucaklayan stratejik bir pakettir. Bu niteliktedir ve giderek de bu topraklarda topyekün tasfiyeyi hedeflemektedir.
Daha net konuşalım; bu ikinci bir Endülüs vakasıdır. İşin bu boyutu da var. Şark Meselesi’nin ikinci perdesidir aynı zamanda. Şark Meselesi’nin ikinci perdesi olma anlamında, burada; Doğu’nun iradesinin kırılması; Doğu’nun sahip olduğu son metafiziklerin tarumar edilmesi; Doğu’nun insani direniş anlamında sahip olduğu kaynakların ve potansiyellerin ortadan kaldırılması iğdiş edilme projesidir. İşin böyle bir yanı da vardır. Burada, “masum Doğu”, “hain Batı” şeklinde bir kategoriden sözetmiyorum. Doğu’yu zaten bu anlamda Batı yaptı. Ama Batı; sömürgeciliğiyle, yağmasıyla, soykırımıyla, Doğu’yu bu hale getirdikten sonra da ben Doğucuyum. O noktadan itibaren, Batı’nın meydan okuması hoş geldi ve sefa geldi, anti-Batıcıyım, Batı’nın karşısındayım. Elbette dünyayı ikiye bölmüyoruz ve şunu çok iyi biliyoruz ki, insani kaynaklar bütünlüklüdür. Bu anlamda bizim, Batı’nın kaynakları ve Batı’nın yarattıkları üzerinde söz sahipliğimiz var. Muazzam bir sömürgeleştirmeden elde edilen korkunç yağmaların akıtılmasıyla Batı meydana getirildi. Bu zenginlik bizim ve bunu net olarak görüyoruz. Ama, gelinen noktada Batı, bütünsel bir insanlık tablosu çizmiyor. “Batı” derken neyi kastettiğim gayet açıktır. Ben burada insanı tek tipleştirmeye yönelmiş, bütün kaynakları ele geçirme peşinde, tekelleşmiş, küresel bir sermaye iradesinden bahsediyorum. Yoksa Batının emekçi sınıflarından sözetmiyorum.
Yiğit Tuncay: Bütün bu konuştuklarımız çerçevesinde, ülkemizde, Avrupa Birliği süreci ile de farklı bir boyuta yönlendirilen gündemlerden biri de “Kürt sorunu”. Ülke içindeki sözünü ettiğimiz kesimlerin politikaları ve dışarıdan da AB’nin, Türkiye’nin önüne koyduğu kozlardan biri olan bu mesele, son noktada el birliğiyle bir kimlik sorununa indirgenmiş durumda. Bu durum zaten Türkiye’deki sınıf mücadelesinin zayıflatılmasına çok ciddi hizmetler sunmaktadır. Hatta, zaman zaman sınıf mücadelesinin içindeki devrimcilerle karşı karşıya bile getirilen bir güç niteliğine bürünmüş de diyebiliriz. Bu konuda neler düşünüyorsun?
Suat Parlar: “Kürt sorunu” tarihteki en yetersiz taleplerden biridir. Birincisi; hiçbir gerçekliği ele vermez, ikincisi; tarih dışıdır, üçüncüsü; keyfe göre tanımlanabilecek kurgulara açıktır. Bu bile bu konuda, aslında, niye doğru dürüst çözümlemeler yapılamadığının, adım atılamadığının göstergelerinden biridir. Yani şunu söylemek istemiyorum; hani bu konuda niyetler üzerinden veya bilgi üzerinden değerlendirmelerle daha iyi sonuçlara varılır demek istemiyorum. Şunu söylüyorum; tarihsel, siyasal, iktisadi, coğrafi, jeopolitik boyutlarıyla ele alınmadan bazı tanımlamaların yapılması ve bu tanımlamalar üzerinden kimlikler üretilerek çok alelacele bir tarzda her yöne çekilecek ve programatik netlikten yoksun, kaypak bir zemine oturtulmuş problem tarifleri bizi bir yere götürmez. Şimdi bunu net olarak koyalım.
Diğer nokta ise, Kürtlerin, Ortadoğu’daki konumudur. Kürtler, Ortadoğu’da birden fazla ülkede yaşıyor. Sadece Türkiye’de yaşamıyorlar ve bu konuda Ortadoğu’nun her ne kadar problemi varsa, bütün bu problemler minyatür olarak zaten Kürtlere fazlasıyla yansımıştır. Hatta bir bölümü de Kürtlerden kaynaklanmış durumdadır. Ortadoğu’nun sorunları, Ortadoğu çerçevesi içerisinde bölgesel kalan sorunlar değildir. Ortadoğu, Avrasya jeopolitiği kapsamında değerlendirilmelidir. Aslında, hep de böyle değerlendirilmiştir. Bu tablo, beraberinde, emperyalizm olgusunun Ortadoğu’daki işleyiş dinamiklerine götürür bizi. Bu dinamikler çerçevesinde meseleyi ele almaktan kaçamayız artık.
Bir başka boyut da, burada emperyalist statükonun oturttuğu rejimler şebekesidir. Bu rejimler şebekesi içerisinde meseleyi değerlendirmek lazım. Bu rejimler şebekesinin ötesinde bir de, Ortadoğu’da, özellikle Batı’nın bakış açısıyla meselelere yaklaşan ve bu anlamda, bu bölgedeki bütün sosyal, siyasal meseleleri katmerli bir biçimde, içinden çıkılamaz hale getiren bir yaklaşımlar dizgesi vardır. Bu yaklaşımlar dizgesi içerisinde, biz ulusalcılığı da, marksizmi de, BAAS’çılığı da ve başka bir takım ideolojik veya doktrinel boyutları da sayabiliyoruz. Şimdi, görüldüğü gibi, Kürtlere ilişkin meseleler çok boyutlu. Bunlar biraz önce çizdiğimiz çerçevelerin hepsiyle bir biçimde ilişkili. Buna bir başka boyutu daha eklemek gerekiyor, o da; şu anda kapitalist emperyalist sistemin kan dolaşımını “petrol” sağlıyor. Böyle baktığımızda, Ortadoğu, sürekli kan pompalayan bir kalp gibi. Bu kadar önemli.
Kalp durursa, sistem durur. Dünya petrollerinin %67’si burada. Bu rakam tespitli rezervler. Tahmini rezervler daha büyük boyutta. Dünya doğalgaz yataklarının %43’ü burada ve petrol kullanım oranları düşmüyor, daha da artıyor. Petrol bitmeyecek kısa süre içerisinde. Petrol uzun yıllar devam edip gidecek, varlığını sürdürecek. Ve dünya para piyasasıyla da petrol çok bağlantılı. Bu da aynı zamanda bir boyutuyla, o karmaşık meselelerin içerisinde yer alıyor ve şunu görüyoruz; Ortadoğu’da, Kürtlerin, petrolün çok yakınında yaşayan bir halk olduğunu görüyoruz. Yoksa Kürtler, bir anda Batı’nın sevgilisi haline gelmezler. Yani, bu kadar büyük ilgiye mazhar olmaları ve Batı’da bu kadar sevilmelerinin temel gerekçesi, Kürtlerin bu enerji bölgelerine yakınlığıdır. İşin böyle bir yanı da var. Şimdi bu tespitlerden sonra şunu söylemek gerekir; Kürtlerin elindeki en yeni teori Wilson teorisidir ve o da; “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”.
Yiğit Tuncay: Evet Wilson’un “ileri demokrasi” stratejisinin önemli noktalarından biri budur.
Suat Parlar: İlkel bir teori, faydacıdır. Wilson’un, ağırlıklı olarak Almanya’nın bir kez daha tehlike oluşturmayacak tarzda, özellikle Doğu Avrupa ve Yakın Doğu’ya yönelmesinde bir engel olarak düşünülmüştür. Yani Wilson, “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” formülasyonunu geliştirdiği zaman amaç, Almanya’nın önüne bir devletler seti kurmaktır. İşin aynı zamanda böyle bir jeopolitik yönü var. Çünkü, Amerika şunu çok iyi biliyordu: Dünya sahnesine iki güçten biri çıkacaktı; Britanya’dan sonra ya ABD ya da Almanya.
Dolayısıyla, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” prensibini, Wilson bu şekilde formüle etti. İşin bu jeopolitik yanı gözden kaçırılmamalı ve bu anlamda, aslında, Amerikan jeopolitikçiliğinin ürünü olan bir yaklaşımın, tanrısal, gökten vahiyle indirilmiş kutsal mübarek bir anlayış gibi Kürtler tarafından, daha 1. Dünya savaşından sonra benimsenmesi, bunun daha o yıllarda propagandasının yapılması ve o günden bugüne de, sadece, aradaki bir dönem içerisinde aynı zamanda buna bir Leninist bir cila çekilmesi bir anlam ifade etmez.
Gelinen bu noktada, Amerikan jeopolitiğiyle çok yakından ilgili bir formülasyondur söz konusu olan. Ortadoğu’da veya adını daha doğru koyarsak, Batı Asya’da hiçbir halkın kurtuluşu diğerinden soyutlanarak olmaz. Burada hiç bir ulus, o çok yaldızlanan “kendi kaderini tayin hakkını”, diğerlerinin dışında değerlendiremez. Dolayısıyla, Ortadoğu’da ne Filistinlilere, ne Türklere, ne Kürtlere, ne Faslılara, ne de Araplara, hiçbirine tek başına kurtuluş yoktur. Çünkü Ortadoğu’da sınır çizemezsiniz. Ortadoğu’da dinlere sınır, kültürlere sınır, mutfaklara sınır, insanlara sınır çizemezsiniz. Çizerseniz ne olur? Çizerseniz, İsrail gibi bir gerçeklik ortaya çıkar. Kuzey Irak’ta da yaşanan şey aynıdır: Tümüyle dışarıya bağımlı, dişinden tırnağına kadar silahlandırılmış, bütün bölge halklarıyla kavgalı düşman bir yapının oluşturulması, emperyalizme dayanan bu yapının, bu sömürge güçleriyle daha fazla bütünleşmesi, burada bir devrim jandarması haline gelmesi; tıpkı İsrail gibi, bir süre sonra dünyanın dört bir yanında devrim jandarması olarak dövüşmesi, hizmet etmesi.
İsrail sadece kendi sınırları içerisinde, bu anlamda mücadele etmedi. İsrail, Hondurasta’da, Guetamala’da da , Uruguay’da da, Nikaragua’da da savaştı. Bir müddet sonra oraya getirirler, silah uzmanlarını yığarlar, silah fabrikalarını kurarlar, “Kürt Yahudiler” tanımı içerisinde, -ki iyi yetişmişlerdir- kontrgerilla birliklerini kurarlar ve dünyanın dört bir yerinde, Batı Asya’da devrim jandarmalıkları görevine soyunurlar.
Yiğit Tuncay: Bu söylediklerinden taşeronluk tarifi çıkıyor. Ortadoğu’da yer tutanlar ister istemez taraf olmak zorundalar. Kürtler’in zaten İsrail’le herhangi bir çelişkileri olmamış bugüne kadar.
Suat Parlar: Bu işin başka yönü nedir, petrol vanasında belli bir ücret karşılığında, bunların o vanayı kaybetmemesidir. Çünkü o vanadan akan petrol nereye gidecek? İsrail’e gidecek. Çok yakında bunları göreceğiz. Kerkük petrolünün Manyas hattı üzerinden, Suriye üzerinden İsrail’e akıtıldığını göreceğiz. Sadece bu anlamda Yumurtalık hattını da kullanmayacaklar, bir müddet sonra, İsrail o bölgede finansal, tarımsal ve enerji anlamında çok önemli bir odak haline gelecek. Burada da İsrail’in en büyük dayanağı Kuzey Irak’taki ikinci İsrail yapılanması olacak. Peki bu yapılanmaya ne etiketi yapıştırılıyor? Kürt deniliyor. Kürt müdür? Değildir. Kürt halkına tarihinde yapılmış en büyük ihanettir. Çünkü işin başına bir gangster şebekesi getirilmiştir. Barzani ve Talabani’nin Kürtlere karşı işlediği suçlar, Saddam Hüseyin’den daha fazladır. Onların öldürdükleri Kürt sayısı, bütün bölge ülkelerinin öldürdüklerinin toplamını katlar.
Çünkü bakın, Peşmergelerin istihbarat örgütü Parastin’i, Mossad kurdu. Yani şu anda, Barzani’nin istihbarat aygıtı Mossad tarafından kurulmuş ve onun yetiştirdiği elemanlarla donanmış vaziyette. Silah eğitimi ve istihbarat alt yapısı onlar tarafından veriliyor. Celal Talabani’nin kayın pederi İbrahim Ahmed sözde marksisttir ve yıllarca Britanya istihbaratından maaş almıştır. Şu söylenemez; bölgedeki bütün rejimler emperyalizmle işbirliği yaptı ve sıra bizde. Bölgedeki emperyalizmle işbirliği yapan rejimlerin sonu ortadadır. Bir fazla ilave etmek istiyorlarsa, bu bölgedeki bütün halklarla düşman olmayı göze alacaklardır.
Yani sadece, burada söz konusu olan, Türkiye’de değil, çünkü oradaki yapılanmanın İran’a yönelik olarak kullanılması söz konusu. Ne olur? İran’la, Suriye arasındaki koridor, Kuzey Irak üzerinden kapatıldı. Kapatılınca, Suriye’nin, Lübnan’dan çıkışı gündeme geldi ve bir müddet sonra İsrail’in, Lübnan’a girdiğini de göreceğiz. Bu da olacak. Bu askeri işgal tarzında gerçekleşeceği gibi, Lübnan’ın sömürgeleştirilmesi tarzında da olabilir. Her iki biçimde de olabilir. Onun yanı sıra hem Suriye’ye, hem de İran’a yönelik bir abluka var. Bu abluka beraberinde Filistin dayanışmasının ve Filistin’e yönelik desteğin çözülmesi anlamına geliyor. Yani şu anda Filistin’de uzlaşma konusunda attıkları adımlar, aynı zamanda bir zorunluluktan kaynaklanıyor. Çünkü, açıkçası, İran’ın kuşatılması, Suriye’nin kuşatılması, bu bölgede Filistin’e destek veren Arap bakışının ve müslüman bakışının darmadağın olmasını beraberinde getirdi. Bu aynı zamanda, bölgede büyük İsrail’in önünü açıyor.
Yani, Kuzey Irak’taki bu varlık, bölgedeki siyonist gericiliği sonuna kadar besliyor ve bölgede sömürgeciliğin dayanağını oluşturuyor. En önemlisi, Filistin halkının topyekün bastırılmasını, mücadelesinin tasfiye edilmesini beraberinde getiriyor. Daha şimdiden bölge halklarına düşman bir niteliği var. Onun yanı sıra buradaki gerici yapılanma, İran’a yönelik olarak da bir tehdit içeriyor. Çünkü İsrail istihbaratının bir takım mevziler oluşturması söz konusu. O mevzilenme çerçevesi içerisinde İran’ın, Kürdistan bölgesinde hareketlenmeler görülüyor. Bunun daha da boyutlanması söz konusu.
Yiğit Tuncay: “Bölgede daha fazla hareketlenmeler olacak” diyorsun Suat. Bu hareketlenmelerin gerekçeleri nelerdir?
Suat Parlar: Azerbaycan petrolünün ikinci en büyük alıcısı İsrail. Azerbaycan ordusunu şu anda İsrail’li uzmanlar eğitiyor. Azerbaycan’la istihbarat değiş tokuşu içerisindeler. Azerbaycan’la ortak projeleri var. Bir müddet sonra Azeri milliyetçiliğinin, İran’ın bütünlüğünü tehdit eder boyuta gelmesinde hem İsrail, hem de Kuzey Irak’taki oluşumun katkılarını hep beraber göreceğiz. Bir de böyle bir boyutu var.
Yiğit Tuncay: Peki, İran bir çözülme yaşarsa ve bu kuşatma karşısında karışıklık içine düşerse, Ortadoğu’daki tablo nasıl bir görünüm içine girer?
Suat Parlar: Ortaya inanılmaz ölçüde bir kaos tablosu çıkar. Bu bölgede, açıkçası, halklar açısından hiç bir umut kalmaması demektir. Bu İran devletini savunmak anlamına gelmiyor. Ben bunu söylemiyorum. Ama buradaki büyük birikimlerin eritilmesi söz konusu. Yani bölgede bir takım sömürgeci köşe taşları kuruluyor ve bu sömürgeci köşe taşları bir kuşatma mantığı izliyor. Daha büyük fotoğraf açısından bakıldığında da, bu aynı zamanda Avrasya’nın güneyden kuşatılması projesidir. Örneğin; Erbil, Avrasya’daki en stratejik merkezlerden birisidir. Siz, Erbil’i elinizde tuttuğunuz zaman 25 başkente 1000 km’lik mesafede bir vuruş gücünü harekete geçirebilirsiniz. Bölgenin en önemli 5 limanını kontrol altında tutabilirsiniz. Körfezi kontrol altında tutabilirsiniz. Bu bölgelere şimdi Amerika’yı, İsrail’i ve Britanya’yı yerleştirdiler. Buradaki üslenmeler yerleşik üslenmelerdir. İşgale göstermelik olarak son verseler bile, Amerika’nın bu bölgelerden çekilmesi söz konusu olmayacak ve aynı zamanda bölge halklarının sonsuza kadar tarım, su, enerji kaynaklarından uzak tutulması üzerine kurulan bir politika izleyecekler. Batı’nın politikası bu.
Yiğit Tuncay: Kürt halkının bir çıkarı var mı bu tablo içinde?
Suat Parlar: Kürt halkının ne çıkarı olacak. Kaldı ki, İsrail tarihinde ilk defa dışarıya göç veriyor. Kimleri gönderiyor? Kürt Yahudilerini. Nereye? Kuzey Irak’a. Orada şimdi yeni bir kastlaşma ortaya çıkmaya başladı. Bir kast sistemi oluşuyor. Yani, seçilmişlik duygusu ve üstünlük duygusu halinde oraya gelen Kürt Yahudiler bir müddet sonra diğer Müslüman Kürtlerle çatışma içerisine girecekler. Aynı zamanda toplum böyle bir parçalanmaya doğru gidiyor. Bakın, İsrail’de, Afrika’dan getirilmiş Falaşa’lar en alt kademede görülür. En kötü işleri Falaşalara yaptırırlar. Onlar da Yahudi’dir ama, kendilerinden saymazlar. En değerli, kendilerini en yüksekte gören Yahudi’ler, Eşkenazlardır. Böyle bakıldığında yeni bir kimlik üzerinden parçalanmanın da oraya işlendiğini ve aktarıldığını görüyoruz.
Herşey bir yana, siyonist gericiliğin en büyük müttefikinin, bu devlet yapılanması olması bile, aslında, senin sonradan “Kürt sorunu” olarak değindiğin meselenin geldiği noktayı gösteriyor. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesi içerisinde değerlendirilemeyecek, doğrudan doğruya emperyalizm tarafından kurulmuş ve desteklenen bir yapılanma söz konusu. Bu bağımsız bir devlet değil. Kuruluşundan itibaren bağımlı. Onun için, tutup da buna bağımsızlık süslerinin yapıştırılmasının bir anlamı yok. Orada bağımsız bir Kürt devleti olamaz. Orada, emperyalizme ve siyonizme bağımlı gerici bir devlet olur. Bunu da Kürtler kendilerine yakıştırıyorlarsa eğer, bizim ona çok fazla söyleyebileceğimiz bir şey olmaz. Bunun adını Kürt devleti koyarlarsa, buyursun koysunlar. Çünkü, bu siyasi coğrafyada buna benzer yapılanmalar daha önce de kuruldu.
Yani, emperyalizmin bu bölgede kendi tampon anlayışı içerisinde kurduğu devletler var. Burada sınırlar nasıl çizildi, biliniyor. Burada sınırlar petrole göre çizildi. Buradaki sınırları emperyalistler çizdi. Böyle değerlendirildiğinde, bu yeni sınır değişikliklerinden Kürtlerin payına “kendi kaderini tayin hakkı” düşmez. Olsa olsa sonsuza kadar “kendi kaderini tayin hakkı”nın, Batı emperyalizminin eline geçmesi gerçekliği anlamında değerlendirmek lazım.
Yiğit Tuncay: Türkiye Kürtleri açısından durum nedir?
Suat Parlar: Burada çok uzun zamandan beridir Barzani ve Talabani’nin faaliyet halinde olduğunu görüyoruz. Gerek parlamento içerisinde, gerek ağalar içerisinde, gerek uyuşturucu baronları içerisinde, gerek Türkiye’de egemenlik sistemiyle bütünleşmiş ve büyük bir finans kapital gücünü elinde tutan, kendini Kürt sayan işadamları içerisinde güçlü şebekeleşmeleri var. Bu şebekeleşme, hem İsrail’den destek görüyor, hem de Amerika’nın himayesiyle gerçekleştiriliyor. Ki bunlar, yönetim erklerinde son derece etkili pozisyonlar elde etmiş durumdalar. Böyle bakıldığında, Türkiye’de bir süre sonra PKK’dan ziyade bunların bazı siyasi oluşumlara gittiğine tanık olacağız. Bunlar, Türkiye’de yayın faaliyeti içinde de etkililer ve bunlar Türkiye’de çok ünlü bazı politikacılara da ulaşabiliyorlar. Açıkçası, egemenlik sistemi içerisinde alabildiğine de güçlü konuma geldiler. Bu da beraberinde İsrail’le ittifak halinde olan Türkiye’nin buradaki yapay oluşumu, devlet oluşumunu, aslında hazmetmiyor görüntüsüne rağmen desteklediğini gösteriyor.
Yani, sanıldığı gibi Barzani-Talabani devletiyle Türkiye’nin bir sorunu yoktur. Türkiye-İsrail Birleşik devletleri, aynı zamanda buradaki yapıyla bütünleşmiş vaziyette. Yani, burada sanılanın aksine, Türkiye’nin Musul’a yürümesi, buraları işgal etmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Tam tersine, büyük Türk şirketlerinin hepsi orada iş yapıyor, Amerikan tekelleriyle birlikte iş yapıyorlar ve her şey Türkiye’nin onayıyla oluyor. Türkiye, Irak’ı paramparça etti. Kimse şaşırmasın ve bu anlamda da oradaki yapılanmaya bir itiraz söz konusu bile değil. Buradaki temel meselenin sınıfsal yönünü görmek lazım. Yani, uzun zamandan beridir halkın içine düşürüldüğü derin umutsuzluk tablosu, özellikle de ekonomik parçalanmışlık, topraktan kopartılan insanlar, büyük ölçekli göç hareketleri, bunlar Türkiye’de çok ciddi bir mevzilenmeye ve müdahaleye yol açacaktır. Bana göre hareketlenme buraya doğru. Bunu tutup da “kimlikçilik” çerçevesi içerisinde başka bir kanala akıtılması, hem Türkiye’deki emekçi mücadelelerin birliğini ortadan kaldıracak, hem de açıkçası bir iç savaş tablosunu ortaya çıkaracak ve o iç savaş tablosunu da bence egemenler büyük bir memnuniyetle alıp kabul edeceklerdir.
Çünkü, zaten Türkiye’nin kent devletçikleri tarzında parçalanmasının bu anlamda belli nüfuz ve egemenlik alanlarının oturtulmasının, serbest bölgeler mantığı içerisinde tümüyle endüstriden arındırılmış ucuz iş gücüne dayalı, fason iş yapan bir takım iş gücü depolarının meydana getirilmesini savunuyorlar. Bu noktada, ABD’yle, AB arasında çok fazla proje farklılığı da yok. Türkiye’nin nüfuz alanlarına ayrılması, ayrıştırılması söz konusu. Ama bunun yapılabilmesi için de, Türkiye’de bütünlüklü hareket edebilecek olan ve şu anda çok haklı, çok meşru zeminlere oturacak emekçi mücadelesinin paramparça edilmesi gerekli. Kimlikçilik çerçevesi içerisinde bölünmesi, ayrıştırılması, toz edilmesi lazım. Bu yapılmaya çalışılıyor.
Önümüzdeki süreçte de, Türkler ve Kürtlerin birbiriyle kavga etmesi için çok fazla çaba sarfedilecek. Bunu net olarak göreceğiz. Burada PKK’nın inatlaşması var. Yani, PKK kimlikçilikte inatlaşıyor. PKK’nın bu anlamda Kürtlere doğru bir önderlik yapabilmesi artık söz konusu değildir. Çünkü olan biteni net olarak kavrayamıyorlar. Artık bakış açıları uzun bir zamandan beridir, buradaki bir takım dengelerle bulamaç olduğu için hep o dengeler üzerinden politika yürütülüyor. Silahlı mücadele de bu anlamda çok fazla dış dengelere tâbî olmuş vaziyette. Bu anlamda da, Taşnak ve Hınçak’ın bir dönem içine düştükleri taktik yanlışlıklarını tekrarlamaktan öteye gidemiyorlar. Bunun acısını açıkçası Kürtler de, Türkler de çekerler. Bu konuda çok sorumlu davranmak gerekiyor.
PKK her ne hikmetse silahlarını oradaki gangster şebekelerine çevirmedi. PKK’nın, Talabani, Barzani, Amerika ve İsrail güçleri ile hiçbir problemi yok. PKK sürekli olarak silahını İran’a veya Türkiye’ye çevirdi. Bunu yapıyor, bu da önemlidir. Her bunu yaptığında da, Amerika, o çok sözü edilen operasyonu geciktiriyor. Barzani ve Talabani’ye, kendilerine siyasileşme imkânı veriyor seçimlere girme tarzında. Ve en önemlisi de şu; emperyalist güçlerle veya siyonizmle bu anlamda karşıtlaşmamak, bu anlamda mücadele içerisine girmemek bir müddet sonra PKK’nın, sistemin istediği tarzda siyasileşmesinde ve giderek şebekeleşmesinde bir alan açacak, imkân sağlayacak gibi gözüküyor. Ama o sürece kadar da çok sancılı bir gidişatla karşı karşıyayız.
Çünkü artık çok açık, Türkiye’de halk namluların kendi çocuklarına dönük olmasını istemiyor. Yani, hele de Amerika’nın, İsrail’in gelip de bu bölgeyi böyle işgal etmesinden sonra, sizin namluları tutup da bu halkın çocuklarına çevirmeniz kabul görmez. Bu namlular Amerika’ya dönük olsaydı, bu namlular İsrail’e dönük olsaydı, o zaman durum çok başka olurdu. Ama o namlular çok başka noktalara dönüyor. Bir müddet sonra açık söylemek gerekirse bunun tepkisi çok ağır olur. Yani bu halktan yönelecek tepki de çok ağır olur ve dediğim gibi birlikte hareket etmesi gereken o büyük emekçi halk iradesini böler, parçalar. İstedikleri de, zaten tam da budur.
Yiğit Tuncay: Abdullah Öcalan’ın tekrar yargılanması gibi bir gündem oluşturuldu. Bu gündemin sonuçları ne olacaktır Suat?
Suat Parlar: Abdullah Öcalan dışarıda yargılanmak istiyor. Abdullah Öcalan, eğer, Avrupa’dan, Amerika’dan veya kendi tabiriyle kendini bağımsız yargılayacak her kimse, o yargı mekanizmasını kim temsil ediyorsa, bağımsız ya da nesnel bir yargılama bekliyor ise, buna söylenecek çok fazla bir söz yok. Kendini Türkiye’ye, Amerika teslim etti. Hiç bir Avrupa ülkesi kendisini kabul etmedi. Hangi Avrupa? Bu nasıl bir Avrupa, nasıl bir Batı değerlendirmesi? Öcalan Batı’yı tanımıyor mu? Batı’nın ne olduğunu bilmiyor mu? Hangi Batı’ya sığınacak Öcalan? Burada bağımsız bir Batı yargısından söz etmek bile, aslında, çok açık bir biçimde hem mevzi kaybettirir, hem de prestij kaybettirir. Bu anlamda sığınacağı bir Batı yargısı yoktur. Eğer, böyle bir yargılama neticesinde dışarıya bırakılacağını düşünüyorsa, bunun için vakit erkendir. Daha başka düzenlemelerin olması gerekir. Daha başka düzenlemeler olduktan sonra, eğer, bu egemenlik sistemi yararına inanırsa, Öcalan’ı serbest de bırakır. Muhtemelen de serbest bırakacaklar ama, şimdi değil. Bunun için bölgedeki kurumsal yapıların oturması gerekiyor ve Büyük Ortadoğu insiyatifinde mesafe katedilmesi gerekiyor. O mesafe henüz daha katedilebilmiş değil. Yoksa işlerine yaradıkları noktada serbest bırakırlar. Niye serbest bırakmasınlar?
Yiğit Tuncay: Kürt muhalefetinin, AB desteğini de arkasına alarak bu politikayı ilk gündem yapmaya çalışmasının Türkiye’deki sınıf mücadelesine yararları ve zararları neler olacaktır?
Suat Parlar: Türkiye’de, Kürtlerin Öcalan’ın yargılanması veya serbest bırakılması üzerinden bir gündem takip etmeleri, gün ortasında karanlıktır. Bunun başka anlamı yok. Çünkü bu ülkede çok daha ağırlıklı ve çok daha üzerinde durulması gereken gündemler ve daha büyük meseleler var. En büyük mesele de, Kürtlerin bu ülke üzerindeki söz sahipliklerinin, geleceklerinin, bu ülkenin bağımsızlığına ilişkin vurguların neresinde durduklarına karar vermeleridir. Amerika’nın, Türkiye’yi darmadağın etmesi, AB’nin, Türkiye’yi darmadağın etmesi onlara bir şeyler kazandıracaksa, açıkça birleşsinler ve Türkiye’yi göçürsünler. Ama, bundan sonra hiç kimsenin elinde bir şey kalmayacak. Yani bu tarz bir politik anlayışın geleceği yoktur. Bu tarz bir anlayış sadece intikamcı bir anlayış olur. İntikamcı bir anlayış da açıkçası en fazla, o intikam güdüsüyle hareket edenlere zarar verir. Tek cümleyle söyleyecek olursak, bu bölgede hiçbir halkın diğerinden soyut bir kurtuluş içerisinde olması mümkün değildir. Türkiye’de yaşayan Kürtlerin de, açıkçası, Kuzey Irak’taki bu şebekeleşmeyle bağlantılarını kesmesi gereklidir. Tümüyle bunu reddetmeleri, hiç ilişkiye girmemeleri lazımdır.
Yiğit Tuncay: AB’nin elindeki diğer önemli kartlardan biri de Kıbrıs gerçeğidir. Türkiye’deki sol muhalefet bu konuda sınıfta kalmıştır. Geleneksel şablon politikaları ile Kıbrıs sorunu hakkında hiçbir politika üretememe yeteneksizliğine düşen Türkiye solu, bu sürece karşı donma yaşamıştır. Çünkü, böyle bir durumda, “bu egemenlik sisteminin sorunudur” gibi bir yaklaşımın açıklaması yoktur. Bu gündemi nasıl değerlendiriyorsun Suat?
Suat Parlar: Türkiye’de solun şu konuda net olması lazımdır: Türkiye iki yayılmacılık arasında sıkışmıştır, Doğu Akdeniz’de; 1- Helen yayılmacılığı, 2- İsrail yayılmacılığı. Bu iki yayılmacılık kıskaca almıştır Türkiye’yi. Yani burada ben, Türkiye’yi bir özne olarak değerlendiremiyorum. İsrail’in de, Helenlerin de sahip olduğu araçlar çok gelişkin araçlardır. Hem finans-kapital anlamında, hem küresel ölçekte en büyük güçlerle içiçedirler, hem de kendileri zaten büyük bir güce sahiptirler. Türkiye’de görülmek istenmeyen şu egemenlik sistemi, bu yayılmacılarla ortak hareket ederler. Türkiye’deki egemenlik sistemi bunlarla ortak çıkarları paylaşırlar, içiçedirler ve bunlardan soyut değildirler. Türkiye’de ortalama solcu, her şeyi devlet üzerinden alır. Egemenlik sistemi tarifi olmadığı için devlet boşlukta kalır. Her türlü iyiliğin veya her türlü kötülüğün ondan geldiği bir devlet çözümlemesi vardır. Bu doğru değildir tabi.
Yiğit Tuncay: Peki Kıbrıs’ın önemi ve Kıbrıs politikasındaki yanlışlıkların bedelleri nelerdir?
Suat Parlar: Kıbrıs’ı, ne Ada’daki Rumlara, ne de Türklere bırakırlar. Çünkü Kıbrıs, orada sadık bir uçak gemisidir. Kıbrıs’ı tuttuğunuz zaman Suveyş Kanalı, bütün Doğu Akdeniz, hatta çok kısa mesafe içerisinde Körfez denetiminiz altında olur. Buraları denetlemek, sadece petrol havzaları bakımından değil, daha önce sözünü ettiğimiz Avrasya Jeopolitiği açısından, Avrasya’yı güneyden kuşatan çok stratejik bir mevziyi denetlemek anlamına da gelir. Hindistan, Çin ve Pakistan birer kıta genişliğindedir. Avrupa bir kıta değildir. Yanlış olur, Avrupa’yı kıta olarak görmemiz ama, bunların her biri birer kıta genişliğindedir.
Doğu Akdeniz’i tutamayan güç, alt kıtaları da tutamaz. Burası bu kadar önemlidir. Süveyş Kanalı bağlantısıyla beraber düşünüldüğünde, sizin, Hindistan, Pakistan ve giderek Çin üzerinde etkili olmanızı beraberinde getirir. En önemlisi de, Kıbrıs’ı, Ortadoğu ile beraber değerlendirmek gerekiyor. Bir de buna, hiç üzerinde durulmayan bir başka noktayı eklemek lazım, o da İsrail’in güvenliği, aynı zamanda Kıbrıs’ın denetimiyle mümkündür. O bakımdan da Kıbrıs, o sözü edilen “Büyük Ortadoğu İnsiyatifi”ni çerçevesi içerisine alır. “Büyük Ortadoğu İnsiyatifi”, “Büyük İsrail” olarak değerlendirildiğinde, Kıbrıs tâcın incisidir. Bu kadar önemlidir Kıbrıs. Kıbrıs’ı ne Türklere, ne de Rumlara bırakırlar.
Kıbrıs’ta zaten şu anda muazzam ölçeklere yayılan Britanya üsleri ve Amerika’nın dinleme tesisleri var. Bir müddet sonra Kıbrıs’ta, daha başka askeri oluşumlar gündeme gelecek. Bu problemler çözüldüğünde, Kıbrıs’ta her iki kesimi de kapsayan Cebelitarık’tan başlayıp; Malta, Girit, Kıbrıs’a uzanan hatla bütünleşen bir askeri sistematik ortaya çıkaracak. Böyle değerlendirildiğinde Kıbrıs’ta çözüm ve çözümsüzlük gibi yapılacak yorumların çok fazla kıymeti bulunmuyor.
Yiğit Tuncay: İsrail’in, Kıbrıs’ta da faaliyetleri sözkonusu. Kıbrıs, sanki İsrail’in bir iç meselesi gibi gözüküyor.
Suat Parlar: Kıbrıs meselesi, başından itibaren İsrail’in bulaşık olduğu bir meseledir. 1955’te durup dururken patlak vermiştir, ki orada çok fazla Yahudi istihbaratı göz önünde bulundurulmamıştır. Ama çok fazla önemlidir. 1955’te o olaylar başladığında Rockefeller’in adamı CIA başkanı Allen Dulles’in burada olması tesadüf değildir. Ondan sonra sürekli olarak burada, özellikle bizim dönme dediğimiz Yahudi kökenli isimleri kontrol altında tuttular. Basının bir anda Kıbrıs kampanyası başlatması boşuna değildir. “Dünya Yahudi partisi”, Ortodokslarla çok tartışırlar. Aynı zamanda, “dünya Yahudi partisi”nin en önemli zincirlerinin, Türkiye’yi Ada’ya çıkartılması doğrultusunda yönlendirmeleri zaten akıllardadır. Türkiye, Kıbrıs’a çıkarak Makaryos’u tasfiye etmiştir. Bir anlamda, “dünya Yahudi partisi” Türkiye’yi aracı olarak kullanarak, Kıbrıs’a çok büyük bir darbe vurmuştur; Makaryos’un kişiliğinde…
Yiğit Tuncay: Ki Makaryos’u Sovyetler Birliği’de desteklerdi. Hatta Yunanistan’daki faşist darbeyi gerçekleştiren cuntanın liderine düzenlenen suikaste de adı karışmıştı Makaryos’un.
Suat Parlar: Sovyetler Birliği’de desteklerdi, evet. Büyük fotoğraf açısından bakıldığında, yani, Kıbrıs’ta bir İsrail varlığının, aslında, ciddi ciddi oluştuğunu da görüyoruz. Türkiye’ye çok fazla yansımıyor. Fakat kendi pasaportları ile değil, acentaları vasıtasıyla orada çok ciddi miktarda, hem kuzeyde, hem de güneyde varlık ve gayri-menkul topladılar. Mesele böyle değerlendirildiğinde, yine klasik üçlüye oturuyor: Britanya, ABD ve İsrail’in Kıbrıs’a yönelik olarak bir planları olduğunu görüyoruz. Ama, Avrupa ülkelerinin de bu noktada bir atağı var. Onlar da, orada bir köşe taşı tutmak isteyeceklerdir. Hem ticari açıdan isteyecekler; çünkü Doğu Akdeniz dediğiniz zaman çok geniş pazarlara bir açılım alanıdır. Siyasi açıdan da isteyeceklerdir. Sadece askeri bakış açısından değl tabi. Kaldı ki, orada bir Alman üssü mümkün değildir. Fransızlara bir üs verilmesi söz konusu bile değildir. Ama bunun üzerinden bir pazarlık olacaktır. Doğu Akdeniz’de bazı siyasi avantajlar elde etmeniz, olaylara müdahil olmanız bakımından önemlidir. Avrupa Birliği’nin bu anlamda işi bunlarla götürdüğünü görüyoruz.
Yiğit Tuncay: Söylediklerinden Kıbrıs’ta bir netliğin ortaya çıkması mümkün gözükmüyor. Ama şu net bir şey, AB bu süreci istediği gibi kullanacak. Bütün bu karmaşa, aynı zamanda İsrail gerçeğinin de üzerini örtecek galiba.
Suat Parlar: Ama şu var, Kıbrıs’ta, açıkçası, bir müddet daha bu çözümsüzlüğe dayalı bir çözüm planı yürürlükte olacak. Çünkü bu işlerin karışık durumu, adanın ne Rumlara, ne Türklere, ne de Britanya’ya yar olmamasını getiriyor. Ki böyle bir çözümsüzlüğün de, İsrail’in çok işine yaradığı kesin. İsrail’in bu bölgedeki politikasını, Doğu Akdeniz politikasını doğru okumak lazım. 1970’lerde İsrail, İtalya’da darbe düzenledi.
Sebep şuydu; Amerika’ya, İsrail’in bölgede kaostan ne kadar uzak ve İtalya gibi bir büyük güç kaosa sürüklenirken, ne kadar istikrar gücü olduğunu göstermekti. Şimdi, düşünebiliyor musunuz, Kıbrıs’ta sürekli bir karışıklık havası var ve bu sayede Doğu Akdeniz söz konusu olduğunda İsrail, Filistin sorunu çok önemli ama, projektörlerden bu anlamda hem kaçabiliyor, hem de Filistin sorunu hep çözüme yakın bir sorun olarak gösteriliyor. Orada Filistinliler’in terörist eylemlerinden sözediliyor ve İsrail’in pozisyonu eleştirilse bile, İsrail katliamlarına da göz yumuluyor. Bu bölgedeki bütün kaoslardan İsrail bu anlamda yararlanıyor, karlı çıkıyor. Bu kaoslar onun işine yarıyor çünkü.
Bölgede bir problem odağının varlığı onların işine gelmez. Burada ne kadar çok problem olursa, Batının bir ileri karakolu olarak, bir üssü olarak, güvenilecek, dayanılacak askeri bir yapılanma olarak İsrail’in de uzun vadeli konumu sağlamlaşıyor. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs üzerinden savaş çıkmaz belki ama, bu tür bir gerginlik bir bütün olarak bakıldığında, İsrail’i bölgede Batının ileri bir karakolu olma pozisyonuna düşüren etkenlerden biridir. Benimki jeopolitik bir değerlendirme veya çıkarım ama, uzun vadede de böyle.
Yiğit Tuncay: Yine ülkemizin gündemini işgal eden ve Avrupa Birliği sürecinde kartlardan biri olan “Ermeni meselesi” var Suat. Ermeni meselesini, sözünü ettiğin “sol” öyle bir ortaya koydu ki, artık, üzerine gittikçe şu bile gündemimize geldi; Ermenistan kökenli ASALA’nın 68’in bir ürünü olduğu ve o döneme ait bir devrimci hareket olduğunu bile savunanlar oldu.
Suat Parlar: Haşa, haşa, haşa!…
Yiğit Tuncay: Evet. Bunu savunanlar bile var. Bu savunmaların gerekçelerini ne şekilde ortaya koydukları belirsiz tabi.
Suat Parlar: Hiç bir değeri olmayan bir tezdir. Asala, gladyonun örgütlediği bir ajanlar hareketidir. Hiç bir değeri yoktur bu anlamda. Asala’nın bütün önemli merkezi yapıları Amerikan ve Fransız kentleridir. Oralarda örgütlenmişlerdir. Böyle bakıldığında, Asala’nın, Ermeni halkının çıkarlarını savunduğundan söz etmek mümkün değildir. En önemlisi, Asala, Türkiye için bir iç meseledir. Çünkü, Asala, Türkiye’de egemenlik sistemiyle ortaklaşa bazı faaliyetler de yürütmüştür. Asala’nın, Türkiye’de, özellikle Dışişleri Bakanlığı’nda bulunan ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına bağlı diyebileceğimiz hem şube müdürlüğü yapmış diplomatları, neredeyse bir bilgisayar hassasiyetiyle seçip öldürmesi, son derece düşündürücüdür. Bunun adını koyalım; gladyo operasyonudur. Asala bunun tetikçisidir ve kullanılmıştır. Türkiye ile İsrail yakınlaşmasında kullanılmıştır. Psikolojik operasyonda da kullanılmıştır. İşinin bitirilmesi gerektiğinde de işi bitirilmiştir.
Asala ile ilgili en ilginç açıklama da 90’larda geldi. “Ermeni Adalet Komandoları” adı verilen bir örgütlenmenin eylemi söz konusu olduğundan, sanırım 90’ların ilk yarısıydı, Türkiye’den bir açıklama geldi: “Bu bir Asala eylemi değil, Asala’nın içindeyiz” dediler. “Asala’nın içindeyiz” bir formülasyondur.
Bunu iyi değerlendirmek gerekir. Birincisi; Türk Dışişleri’ndeki tasfiye boyutuyla, Asala’yı iyi değerlendirmek gerekir. İkincisi; uyuşturucu boyutu önemlidir. Üçüncüsü; Türkiye’de, Asala finansörleri çok iyi bilinirler ve Türkiye’nin 70’lerdeki kanlı bilmecelerde kilit noktalarda adlarını görmek mümkündür. Türkiye’de çok “milliyetperver” bilinen bir kesimin örgütlenmesinde, silahlandırılmasında, finansör olarak görev yapmışlardır. En önemlisi de, Lübnan’daki kampta, Asalacılar ve Türkiye’den giden sözde bazı “milliyetperverler” birlikte eğitim görmüşlerdir. Asala, o anlamda bir 68 hareketi değildir. Asala’nın tasfiyesi, özellikle devlet katında, devlet ricalinde İsrail’in sunulmasında, İsrail’in hazmettirilmesinde, İsrail’in propagandasının yapılmasında ve İsrail’in varlığının kabul ettirilmesinde psikolojik dayanak noktası olarak kullanılmıştır.
Denilmiştir ki; “Asala’nın bitirilmesinde, İsrail’in bize çok büyük yardımları ve katkıları olmuştur”. Elbette ki olacak, çünkü, Asala’nın yetiştirilmesinde İsrail’in katkıları da vardır. Asala, falanjist kamplarda yetiştirildi. Lübnan’da semirtilen bu yapı işi bittiği zaman tarihin çöplüğüne atılmıştır. Tabi, Asala’yı 68’le birlikte ananların dayanaklarını ortaya koymak lazım.
Yiğit Tuncay: Türkiye’de bir işaret fişeğiyle gündeme sokulan “Ermeni sorunu”na genel hatlarıyla nasıl bakıyorsun?
Suat Parlar: Ermeni meselesini şöyle değerlendirmeliyiz: Ermenistan’dan ziyade, Ermeni finans-kapitalinin meselesidir, diaspora demeyelim. Bakın petrol işinde en önemli isimlerden Gülbenkyan’dı bir zamanlar. Bu bölgede meşhur o kırmızı hat haritasını Gülbenkyan çizdi. Yani “Ortadoğu’yu cetvelle ayırdılar” deriz ama, sormayız nasıl olduğunu. Haritayı Gülbenkyan çizdi. Ermeniler petrol işinde, uyuşturucu işinde ve dünya finans-kapitalinde önemli köşe taşlarını tutmuşlardır.
Böyle değerlendirildiğinde, bunun Ermenistan’ı aşan bir çapı, bir küresel ölçeği olduğunu görüyoruz. Türkiye’de bu meselenin ısıtılıp gündeme getirilmesi bundan kaynaklanıyor. Herhalde birilerinin bilim adamlığı merakından olmasa gerek. Bu mesele 20 sene önce, 30 sene önce, 10 sene önce, 5 sene önce niye bu ölçeklerde tartışılmadı da bir anda herkes hararetlendi ve kongreler filan toplanmaya başlandı. Bu konuda dışarıdan bir işaret alınmıştır ve alınması da doğaldır.
İşareti yakanların biri de Rockefeller vakfıdır. Gene Türkiye’de bazı tarih kurumlarına, belgeselcilikle uğraşan kurumlarına büyük paralar dağıtılmaktadır. Elbette bunun gündeme gelmesini isteyeceklerdir. Çünkü Ermenistan çok önemli bir meclistir Kafkasya’da. Ermenistan’ı, Rusya’dan kopararak, İran’la iyi ilişkilerine son vererek, Türkiye üzerinden sisteme dahil etmeyi planlıyorlar. Böyle bir planları da var. Bütün bu soykırım planları da, aslında, ağırlıkta olarak bu çıkar savaşından kaynaklanıyorlar. Kimsenin Ermeni halkı ile uğraşacağı ve ilgileneceği yok. Bu yapılırken de, Ermenistan’ın şu anda %20’lik Azeri toprağını işgal ettiği görmezden geliniyor.
En önemlisi de, Laçin’den 35.000 Kürt sürüldü, çıkarıldı. Nedense “insan hakları”na çok meraklı Kürt kardeşlerimizin Laçin’den sürülen, şu anda çadırlarda yaşayan 35.000 Kürt kardeşlerine ilişkin hiç bir tepkilerini görmüyoruz. Bu da tabi son derece düşündürücüdür. Genel olarak baktığımızda şunlar çıkıyor karşımıza: Sarp sınır kapısının açılması, oradan serbest bölgelerin oluşturulması, giderek oradan aşağıya doğru bir hat çizilmesi, bazı turizm bölgelerine bu anlamda yatırımlar yapılması, Ermeni diasporasının yatırım yapmasının kararlaştırılması, küreselleşme hattında, Ortadoğu insiyatifine eklemlenmiş Türkiye ile Ermenistan’ın birlikte hareketinin sağlanması, Azerbaycan’la “barış” adına verilmesi gereken tavizlerin Türkiye üzerinden verilmesi ve bu tavizleri Azerbaycan adına Türkiye’nin vermesi… Bunlar gündemdedir.
Bunları bizden tek tek talep edecekler, hepsini de alacaklar. Durum onu gösteriyor. Şimdi Türkiye’den en fazla toprak alanlar, tabi kendi pasoportlarıyla değil ama, Türkiye’deki acentalarıyla İsrailliler, Amerikan Yahudileri ve Helenler var. Bir müddet sonra Ermenilerin de bu kervana katılacağını göreceğiz. Çünkü Türkiye’de toprak satmak kabul görülüyor ve buna kimsenin itirazı da yok. Yani, Bush’u yargılayanların, Türkiye’nin topraklarını satanları yargılamayı akıllarından bile geçirmiyorlar. Halbuki Türkiye’nin topraklarının satılması, en az Bush’un faaliyetleri kadar önemlidir. Çünkü satılacak toprakların hangi amaçlarla kullanılacağını da net olarak bilemiyoruz. Askeri amaçlarla da kullanılabilir. Bu Ermeni boyutunu, aynı zamanda toprak mülkiyeti çerçevesinde de değerlendirmek gerekiyor.
Tahminime göre, Van’da, Ağrı’da bir müddet sonra Ermenilerin önce turistik yatırımları gündeme gelecek. Ermeni milyonerleri buralarda göreceğiz. Türkiye bunu kabul eder mi? Şu aşamada eder. Çünkü Türk toplumu, giderek, deyim yerindeyse dışarıdan gelen her türlü tecavüzü kabullenen bir noktaya getiriliyor. Mesela; Gazi kentlerine “yabancı damat”ların sokulmasını bile sevecen ölçeklerde kabul eden, sahip olduğu o bütün değerleri çok rahat değiş-tokuş edebilen bir duruma büründürülmeye çalışılıyor. Bu anlam da, Ermenilerin de burada böyle bir faaliyet içerisinde bulunması bizi şaşırtmamalı.
Yiğit Tuncay: Türkiye’de zaten yaşamakta olan Ermeniler mevcut.
Suat Parlar: Evet. Bir de Türkiye’de “kripto Ermeni”ler var. Bunlar sistem içerisine yuvalanmış, Ermenilere herkesten daha büyük zararlar vermiş, kendini herkesten daha fazla Türk sayan ama, özünde bizim “kripto Ermeni” diyebileceğimiz bir anlayışa sahip kişiler var. Bunların da bir müddet sonra “Ermeni”liklerini hatırladıklarını ve ön plana çıkarmaya başladıklarını göreceğiz. Bir diğeri de, Türkiye’de “Gregoryan Kürtler” vurgusudur. “Gregoryan Kürtler” vurgusu da son zamanlarda ilgi görmeye başladı. Bu anlamda Kürtlerle, Ermeniler arasında çok fazla akrabalık bağı tesis etmeye dönük yaklaşımlar var. Türkiye’de insanlar Türküm demeye utanıyorlar ama, özellikle bir dönem “milliyetçi” anlamda Türklüğü kimseye bırakmayanların 5-6 sene sonra Ermeni kimlikleriyle övündüklerini göreceğiz.
“Gregoryan Kürtler” gerçeği, Kuzey Irak’ta başladı. Bir müddet sonra Türkiye’de de, “Gregoryan Kürtler” gerçekliğinin bu Ermeni vurgusuyla birlikte ön plana taşındığını göreceğiz.. Böyle giderse, zaten, bu siyasi coğrafyada insanların “Türküm” demesi bir utanç meselesi haline gelecek. Durum onu gösteriyor. Ben Türk olduğumu da vurguluyorum. Yani, insanlar söylesinler. 1980 sonrasında Türk olmak birdenbire ayıp oldu. Bu kimlikçilik de değildir. Bu rahatlığa sahip olmakta bir sakınca yok bence. Bunu bile açıklamalarla söyler hale getirildik. Bu da, deminden beri sözünü ettiğim “II. Endülüs vakası”nın, psikolojik anlamda, iradeleri benim gibi insanlar da bile yer yer kırmaya başladığını gösteriyor.
Yiğit Tuncay: Evet Suat. Endülüs’teki gibi kovulma aşamasına doğru gitmekteyiz galiba. Bizi kovmak isteyen Garp’ın hiç bitmeyen “Şark Meselesi” gündemi devam ediyor. Bu anlamda “Garp cephesinde yeni bir şey yok”. “Şark meselesi”ne içeriden de bir yeni “mavi kitap” yazmaya aday olanlar var. Bu coğrafya’da yaşamanın böyle handikapları da var. Söyleşimizi bugünlük burada noktalıyoruz. Sana teşekkür ediyoruz. Önümüzdeki haftalarda yeni gündemlerle tekrar söyleşilerimize devam edeceğiz…
Fotoğraflar: Saygın Serdaroğlu
İlk yorum yapan olun