Dünyada En Sivil Toplum Pentagon’dur – Suat Parlar & Fazıl Duygun


Fazıl Duygun: Bildiğiniz gibi Tayip Erdoğan ABD’ye gitti. Yalnız ziyaret 15 dakika kadar sürdü. 15 dakikada ne konuşulabilirdi? Sizce neden bu kadar kısa sürdü? Buradan başlayarak ABD-Türkiye ilişkilerini değerlendirir misiniz?

Suat Parlar: ABD-Türkiye ilişkisi, Türkiye’de sürekli stratejik çerçevede yorumlandı. Dünya sistemi basamaklıdır. Bir firavun düzenidir. Bu anlamda da Amerika ile siz stratejik düzeyde hiçbir ilişki geliştiremezsiniz. Bu ilişkinin adını bir kere net olarak koyalım. Bunun adı “stratejik kölelik”tir! “Stratejik Ortaklık” ilişkisi değildir. Şimdi böyle değerlendirildiğinde sürenin kısa olması doğaldır. Bunda gocunacak bir durum da yok. Bunda açıkçası, sistemin deşifre olması anlamında memnuniyet duymak lâzım. Tam da olması gerektiği gibi merkezde duran güç, kendi imparatorluk çerçevesinde ilân ettiği güçle 15 dakika görüşecek, değerlendirmesini bunun üzerinden yapacak. Burada önemli olan nokta o görüşme değil, burada önemli olan nokta, özellikle Türkiye’nin oradaki Yahudi lobisine rehin verilmesi noktasıdır.

Türkiye’nin artık “doğrudan” bir ilişki geliştirecek düzeyde olması yani Türkiye’nin orada giderek “devlet” olarak kabul görmesi, bütün dertlerini Yahudi lobisi aracılığıyla anlatmak mecburiyetinde kalması… Daha da önemlisi Türkiye’nin Yahudi lobisinin elinde bir rehin konumuna gelmesi…

Yahudi lobisi tarafından yürütülecek. Bunun böyle devam etmesi de bizi şu tarifi yapmakta haklı gösterir. Nedir o tarif? : “Türkiye-İsrail birleşik devletleri” tarifi… Biz bu durumdayız. Evet, geldiğimiz konum bu konumdur. Ben burada şu çizgiyi net olarak koyabiliyorum. Artık Türkiye’de bir İsrail egemenlik alanı var. Sistem alanında İsrail’in egemenlik alanı var. Türk, egemenliğini İsrail’le paylaşıyor. Aslından fiili bir durum olarak oradaki Yahudi lobisine gitmek son derece doğal…

Fazıl Duygun: Bu meselenin (Türk-Yahudi ilişkisinin) kökleri tarihte nereye kadar uzanıyor?

Suat Parlar: En başa gitmek lâzım… Yahudiler buraya 1492’de gelmediler. Yahudiler buradaydılar. Yahudiler, burada çok büyük bir finans düzeneği kurmuşlardı. Bizans İmparatorluğu’nu Yahudiler teslim aldı ilk önce…  Bizans’ın içinde yer alan Yahudi şebekeleşmesini Osmanlı devraldı. Bunun üzerine gidemedi. Yahudiler bir padişahı zehirlemekle işe başladılar. Bir önemli düşünürün, bir önemli çağı açıp kapatan liderin, Fatih Sultan Mehmed’in ölümüyle işe başladılar. Bu bilinir… Venedik Seferine çıkıyor Fatih Sultan Mehmet… Ve Venedik Yahudilerin denetimi altındaydı. Akdeniz ticareti Yahudilerin kontrolü altındaydı. Cenova Yahudilerin kontrolü altındaydı. Mesele buradan başlıyor. Bu yanlışı düzeltelim. 1492’de başlamadı! Yahudiler zaten buradaydılar. Sonrasında Kanunî dönemi var ve sonrasında meselenin boyutlanması var. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun hem kaynaklarının kurutulmasında, hem de Osmanlı’nın içeriden çökertilmesinde, hem de Osmanlı’nın dünya kapitalizmine çok büyük birikimleri aktaran bir merkez olarak kullanılmasında Yahudi şebekesinin önemi çok büyüktür.

Evet… Amerika kıtası üzerinde duruyoruz ama ben iddia ediyorum ki; Merkantilist dönemden itibâren Osmanlı’nın müthiş büyük ölçeklerde sömürülmesi, yağmalanması, talan edilmesi olmasaydı, dünyada “kapitalizm” diye bir olgu olmayacaktı. Ve Osmanlı bu anlamda Yahudiler tarafından sömürgeleştirilmiştir. Osmanlı’nın parası yoktu. Osmanlı’nın parası üzerinde Yahudi kontrolü vardı. Osmanlı’nın hiçbir zaman kendi sistemi içersinde akçesi, parası olmadı. Orada her tür para geçti. Para noktasında da Yahudi bankerlerinin, Yahudi sermayesinin konumunu iyi değerlendirmek lâzım… Bakın şu çok önemlidir; Tanzimat’ın kurucu lideri, göklere yerlere sığdırılamayan  “Büyük”  Reşit Paşa, köşkünün hamamında kalp krizi geçirip öldüğü zaman, kapının önünde Yahudi banker bekliyordu!..

Fazıl Duygun: Neden?

Suat Parlar: Neden sorusu boşlukta değil. “Neden” sorusunun cevabı belli… Borçluydu… Şahsî olarak da borçluydu, devlet olarak da borçluydu! Bu şebekeleşmeyi görmemiz şart. Tabii bu ilişki ağlarını günümüze doğru getirirsek şunu görüyoruz. Türkiye’de, bu topraklara dayalı, soy anlamında, bu topraklarda köklenen bir Türk Milliyetçiliği hiç olmadı. Koordinatları Selânik’de belirlenmiş bir “Selânik Milliyetçiliği” oldu.

Fazıl Duygun: Bu durumda Türk Milliyetçiliği Yahudilik tarafından yönlendirilmiş oluyor. Türkiye’de “dönme Türk” denen bir taife var. Bunlar ne Amerika’ya, ne de AB’ye karşı… Gerçek Türklerin tavrını göstermediği gibi gerçek Türklüğü de bozuyor.

Suat Parlar: Türk’ün tarifini ortaya koymamız lazım. Gerçekten ulusalcı bir Türk bu bölgedeki bütün yapılardaki değişik insanları kendi kardeşi olarak bilendir. Bu ülkenin bütün ulusal kaynaklarına kamusal bir anlayışla sahip çıkandır. Anti-siyonisttir, anti-Batıcıdır, anti-Amerikancıdır. Bu anlamda düşüncesinde bir kirlenme yoktur. En önemlisi de Türkçülük özünde halkçı olmak ise; halkçılık temelden beslenmek ise; Türkçülük her türlü tesire açıktır. Zaten bu Türkçülük 1940’lardan beri Amerikancı Türkçülük peşindedir. Türkçülüğün başlangıcında kısa bir halkçılık arayışı vardı, o söndürüldü.

Bir kere “beslenme” kaynaklarını net olarak görmemiz lâzım. Türk Milliyetçiliği’nin bütün önemli metinleri Selânik ve Bakü kökenlidir. Selânik-Bakü kaynaşması ortaya garip bir tablo çıkarmıştır. Bakü petroldür. Bakü Rotschild’tir. Bakü Alfred Nobel’dir. Bakü Yahudi Sermayesidir. Yahudi’nin, Bakü’de hem Ermeni petrol milyonerleriyle hem de Azerî, onların tâbiriyle Tatar petrol milyonerleriyle bağlantısı vardır.

İlk “Türkçü” dergiler, Azerî petrol milyonerleri tarafından finanse edilmiştir. İlginçtir Rotschild’lerle ortaktırlar ve bize çizdikleri “rota” Ortadoğu rotası değildir. Bizi Arap kardeşlerimizden kopardılar. Bizi Müslüman kardeşlerimizden kopardılar. Bize “muhayyel” bir Orta Asya gösterdiler. Gösterdikleri Orta Asya bizim kimlik, kişilik kaygımızın temelidir. Türk Milliyetçiliği Selânik’te mayalanmıştır. Bakü petrol fonları akmıştır. Selânik koordinatları bu memlekete bölücülük, ayrımcılık olarak girmiştir. Bizim gerçekten bir ulus tahayyülümüz olsaydı, bu memlekette Kürt-Türk ayrışması da yapılamazdı. Neden? Çünkü hiçbir akıllı Türk Milliyetçisi ne Müslüman şahsiyeti dışlar, ne buradaki Kürt kardeşini dışlar… İlk defa bizim bu topraklara dayalı Ulusalcılık anlayışımız olacak. Bu anlamda şanslı bir noktadayız.

İsrail projesinin Selânik bağlantısını görelim. Bunlar oradaki masonik mahfelerle Siyonist doktirini çok iyi mezcetmiş toplulukların finans-kapital bağları üzerine şekillendirdi. Siyonizm İsviçre’de, Londra’da, Paris’te şekillenmedi. Siyonizm Selânik’te şekillendi.

Çünkü Siyonizm, Osmanlı’yı sömürgeleştirme doktrinin adıdır. Eğer “Şark meselesi” adı altında, Osmanlı’nın tasfiyesi gerçekleşmeseydi bir Siyonist devlet o bölgede kurulamayacaktı.

Fazıl Duygun: Huntington, “Küreselciliğin hedefi şimdi ulusalcılık üzerinden yürümek, ulusalcılığa dayanmak. Batılı olmayan ulusları batıyla benzeterek, batılı gibi yaşayış üzerinden yerleşmek” diyor. Türkler ne batılı olabildi ne Türk kalabildi.

Suat Parlar: Avrupa merkezcilik, Türk düşüncesini ve insanını şizofren yaptı. Çözümsüzlüğümüzün başlıca nedenlerinden biri budur. Dışarıdan dayatılan ideoloji, bizim kurban, mağdur, köle seviyesinden meselelere bakmamıza sebep oluyor. Bunu kırmadıktan sonra, bölgede ne beşeri bir anlamda bir rol oynayabiliriz, ne de dünyada bir sözümüz olabilir. Tasavvur haritalarımızın yenilenmesi lazım. Bu da entelektüel kararlılıkla olur.

Fazıl Duygun: Amerikan dış politikasına İsrail’in etkisi nedir? Etkisi bu kadar büyük mü?

Suat Parlar: Amerika’yla İsrail’in ideolojik ortaklığı vardır. Amerika imbikten geçirilmiş, mayalanmış, süzülmüş yahudiliktir.Bunu net olarak görmek lâzım. Amerika’yı bütün kurum ve kuruluşlarıyla… Sayılarının az olması önemli değil. İdeolojiye, Amerikan kimliğine, finansına, ekonomik kurumlaşmaya damgalarını onlar vurdular.

Fazıl Duygun: Amerikan Yahudi kuruluşu ADL, Türkiye’nin rehin verilmesiyle alâkalı olarak Tayyip Erdoğan’a “ilgi göstermeye cesaret” ödülü verdi. Bu neyin cesaretiydi?

Suat Parlar: O madalyayı ben bu ülkenin vatandaşı olarak kabullenmiyorum. O madalyonun bizimle bir ilgisi yoktur. O madalyon Tayyip Erdoğan’ın nev-i şahsına verilmiştir. Hiçbirimiz o madalyonu resmi mânâda savunmaması lazım. Hatta o madalyonun iade edilmesi için ciddi girişimlerde bulunmak lazım. Bizim öyle bir kurumla diyaloğumuz da olamaz. Devlet düzeyinde böyle bir madalyonu kabul de edemeyiz. Bu madalyon nev-i şahsına münhasırdır. Türkiye’de muhalefet, mecliste her konuyu gündeme getiriyor da bu madalyon meselesi neden gündeme getirilmedi? Mesela bu madalyonun iadesini sağlamak için milliyetçilerde niye bir hareket yok? Niye bu konuda Saadet Partisi’nden açıklama yok. Bu sıkıntının temelinde ne var?

Fazıl Duygun: Bir şey dememelerinin sebebi madalyon sırasının bir gün kendilerine de geleceğinden ötürü olamaz mı?

Suat Parlar: Tabii, iktidara gelindiğinde her şey değişiyor. Bu madalyondan daha önce başkaları da aldı. Bildiğim kadarıyla Ecevit’e de verildi. Bu madalyonun iadesi hususunda herkes düşüncesini açsın. Örneğin AYLIK DERGİSİ bu konuda misyon üstlenirse çok iyi olur. Bu hususta ne gibi faaliyet yürütülecek? Buna cevap verirken bu kuruluşu muteber, bu ödülü olumlu mu bulacaklar? Herkese, her kuruluşa bu konuda görüşleri sorulmalı.

Fazıl Duygun: Bu madalyon neye cesaret edildi de verildi? Durup dururken kimse kimseye bir şeyini vermez. Hele bu bir de Yahudi olursa…

Suat Parlar: Çok büyük cesaret gösterdi. Bakın, Mehmet Elkatmış geçen sene İsrail’in soykırımından bahsetti. Geri adım attı ayrı… Erdoğan, İsrail’in “devlet terörü” uyguladığından bahsetti. Bundan sonra gidip de orada öyle bir kurumda konuşma yapmak çok büyük bir cesaretti. Müthiş bir cesaret gösterdi. Ben devlet adamı olsam istifa ederim. Ben o açıklamayı yaptıktan, “İsrail teröristtir” dedikten sonra bu, bugüne kadar gösterilmiş en büyük cesaretlerden biridir. Bu, insanlara çok büyük eleştirel hak ve yetki verir. Çok derin tepkileri gündeme getirir. Meclis çoğunluğu elinizde, gelecekte Cumhurbaşkanı olacaksınız, fakat o güç merkezi size o açıklamaya rağmen bir konuşma yaptırıyor. “BOP’un içinde yer aldığınızı” söylüyorsunuz.

Bu, “Sultan II. Abdülhamid’in Theodor Herzl’e kapı aralaması” gibidir. Bize şimdi “borçlarınızın hepsini silelim” demiyorlar. Bize söylenen “borcunuzu ödeyeceksiniz, fakat biz size yeni borçlar vereceğiz. Bırakın borç silmeyi…” Geldiğimiz nokta budur. Sultan II. Abdulhamid, Herzl’in teklifini kabul etmiş olsaydı ne olurdu? O bu teklifi kabul etmedi ama en çok küfredilen isimlerden oldu. Küfür etmenin de edebiyatı vardır. Ben AYLIK DERGİSİ adına da bu konuda konuşabileceğimi düşünüyorum. Dünya Yahudileri, umarım bize küfreder, biz de bunu “madalyon” olarak kabul ederiz!..

Fazıl Duygun: Yahudilerin şöyle bir sözü var: “Türkiye’yi kaybetmektense Amerika’yı kaybetmeyi göze alırız.” Bu sözün hakikati de burada anlaşılıyor.

Suat Parlar: Bu topraklarda bir patlama olması mukadderdi, kaçınılmazdı ve patladı. Buradaki iradeyi görmek lâzım… Bir de şu var; ben Elhamdülillah Misâk-ı Millî’ciyim… Çünkü Misâk-ı Millî Lozan’da teyid edilmedi, tam aksine tasfiye edildi. Lozan, Misâk-ı Millî’nin tasfiyesidir. Lozan, “yeni sömürgeci dalga”nın bu topraklara sokulmasıdır! Bu anlamda Lozan, bir direnişin, bir başarının, bir anti-emperyalist mücadelenin hikâyesi değildir. Lozan, kapitalizmin ilk küreselleşme boyutunu geçişidir. Tasfiye edilen sadece Misâk-ı Millî olmadı. Birinci Meclis de tasfiye edildi. Bana kimse; “tek yol buydu” demesin. Birinci Meclis’de nelerin konuşulduğunu biliyoruz. Bir kahraman Meclis’dir, Kuvay-ı Milliye Meclisi’dir. İleri atılımın öncüsüdür. O Meclis, Musul gittiği zaman ağlayan Milletvekilleriyle doludur! O Meclis; “Evet ben Kürdüm, fakat dilim Türk’tür, ben Türk dilinin şerefiyle yükseldim” diyen Kürd kardeşlerimizin olduğu Meclis’dir. Bu Meclis’e fırsat verildi mi de “tek yol”un Lozan olduğunu gördük?

Bu anlamda kimse “Lozan Misâk-ı Millî’nin kabulüdür” demesin! Biz Musul’u, Britanya ve ABD emperyalizmine peşkeş çekerek –burada ABD’yi de bilinçli kullanıyorum- Britanya’nın girmesini sağladık. Yeni sömürgeciliğin Ortadoğu’ya yerleşmesinde Britanya başı çekmiştir. Bunu yaparken bizim elimizde(!) tabii ki Orta Asya kalacaktı. Tabii ki dikkatler oraya çevrilecekti. Bundan da kim yararlandı? İsrail!.. İsrail başka türlü kurulamazdı. İsrail’i biz kurduk. En önemlisi de şudur: Ortadoğu’da yeni sömürgeciliğin yerleşme sürecinde “koç başı” bizdik… İsrail’in varlığını da biz garanti ettik. Dolayısıyla biz, İsrail açısından rezerv ülkeyiz. Bizden tabii ki vazgeçemezler. Biz finansal garantiyiz. Biz askerî garantiyiz. Her türlü stratejik imkânı sağlıyoruz.

İsrail’in 130 senelik bir “su kurumu” var. Adı TAFA… İsrail’de, kuruluş aşamasında hangi sular üzerinde stratejiyi uyguluyordu? Fırat ve Dicle!..

Aşamalı olarak ele alırsak, ideolojik, politik, ekonomik ve askerî ayakları olarak Türkiye’nin bu alanlardaki önemini görürüz. En önemlisi beyinler… Yani ideolojik açıdan teslim alınmıştır. Bunu şöyle de değerlendirmek mümkün: Aydınlanma, açıkçası bir “Yahudi programı”dır. Pozitivizmi bir din hâline getirmek, Türkiye’de İslâm karşısında, yeni bir “din” kurmak anlamına gelmiştir ve pozitivizm körüklenmiştir. Dolayısıyla ayrıca fazladan bir müdahale etmelerine gerek yok! Zaten biz onların anlam haritalarıyla meseleleri değerlendiriyoruz. Ve bu anlam haritalarında kimse kendini atlamamalı; bu anlam haritasını, Müslüman için de marksist, kemalist, ülkücü için de, hepsine çizmiş…
Ne yazık ki, bu meseleler de yeni tartışılmaya başlandı. Ne yazık ki…

Fazıl Duygun: Türkiye’de Yahudiyi ilk çözen Üstad’dır. Bunu biliyoruz. Şimdi bazı salaklar bunu yeni gördü, anladı.

Suat Parlar: Buradaki mesele şu… Hepimiz meselenin “bir ucu”nu görebildik. Bu Üstad Necip Fazıl açısından da geçerli. Hepimiz gerçeği bir zaviyesinden… Neden?, söyleyeyim: Bu ülkede ciddi bir “akıl körleşmesi”, psikolojik savaşla dayatıldı bize. Bizlerin de özel ilgileri, merakları, çabaları olmasaydı, bunu göremeyecektik. Hiç birimiz Türkiye’nin bu kadar iç içe geçtiğini, onurumuza yediremeyip de 60’larda, 70’lerde çok net ve bu ölçekte bütünleşmek gerektiğini fark etmek müşküldür.

Fazıl Duygun: 1940’ların, 50’lerin Büyükdoğu Yayınları, meseleleri olanca çapında ele almıştı. Mücadeleyi tek ve sabit bir istikâmette yürütürken, tez-antitez zıtlığı şeklinde gösteriyordu. Sonradan gelen ve buna malumattar olanların her ne bildiği ve yaptığı varsa Büyük Doğu’dan pay almak suretiyle tecelli etmiştir.

Suat Parlar: Dünya hakimiyetinin anahtarının Türkiye olduğunu görelim. Biz, İmparatorluk metafiziği üzerine kafa yormak mecburiyetindeyiz. Biz beğenelim beğenmeyelim bu coğrafyada iki İmparatorluk metafiziği vardır. Biri İran, diğeri Osmanlı… İkisi de büyük ölçekte kurulmuş ve “Şark meselesi”nin kalbinin burası olduğunu işaretlemiştir. Avrasya egemenliği…

Avrasya egemenliğinde de Anglo-Sakson emperyalizmi ile Siyonizm iç içedir. Burada tabii ki Hristiyanlığın ve bir de Evanjeliklerin yoğun desteği var. Katolik dünyası da uzlaşma hâlinde. O P-2’ler, mason locaları…

Meselâ Fransa’da Sarkozy’nin ortaya çıkıp, “gelecekte AB’ye dahil olması açısından Türkiye’den daha önemli iki ülke var. Biri İsrail, diğeri Lübnan” demesi projeyi ortaya koyuyor. Gelecekte İsrail NATO üyesi olacak. AB alanı bu ülkeyi kapsayacak. Lübnan Müslümanlardan arındırılmış olacak. Tabii şu var: Bu bölgeyi Müslümanlar’dan arındırmanız için Türkiye’yi Endülüsleştirmeniz lâzım. Bu Endülüsleştirme sürecinde operasyonu yürüten güç: İsrail!.. İsrail’in operasyonel faaliyetine dair meselâ Türkiye’deki “iplik piyasası” Yahudi finans-kapitalin elindedir. Türkiye en çok tekstildeki öncülüğü ile ünlüdür. Haberleri olmadan piyasadan bir gram iplik alamazsınız. Türkiye’de kredi piyasası Yahudilerin elinde… Giderek alenîleşen İsrail’in resmî kuruluşlarının elinde… Türkiye dünyada en fazla kredi alabilen ülke… Ariel Şaron 2001 yılında Türkiye ziyaretinde Kemal Derviş’le bir görüşme yaptı. “Sizin bütün kredi sorunlarınızı çözeceğiz” dedi. Ve o tarihten sonra Türkiye’ye fonlar yağdı. İsrail Merkez Bankası’ndan bir uzmanlar topluluğu geldi. Burada aylarca çalıştılar. Yani sadece New York, Paris, Londra finans kulüplerini değil İsrail bağlantısını da görmek gerekiyor. Büyük Ortadoğu Projesi, “Büyük İsrail” inisiyatifidir. Çok büyük incelemelere gitmeden, önümüzdeki 25 senenin projesini söyleyebilirim. Tel Aviv’den arabasına binen bir İsrail vatandaşı, pasaport sorulmadan Erivan’a çıkabilecek, oradan Bakü’ye geçecek. Bugün İsrail petrolünün önemli bir bölümü Azerbaycan’dan alınmaktadır. Azerbaycan entelektüelleri “Burada hiç anti-semitizm yok” diye övünüyorlar.

Fazıl Duygun: Soros…

Suat Parlar: Soros’a gelince… Bizlerin abartmaması gerekiyor.

Fazıl Duygun: Evet…

Suat Parlar: Soros’a değer bahşetmememiz gerekiyor. “Vampir” olarak değerlendirilmesi gereken bu adam, üçüncü sınıf CIA teknisyenidir. Arka plândaki gücü göreceğiz. Biz hesabımızı Rotschild’lerle, Rockefellar’larla keseceğiz, Standart-Oil  emperyalizmiyle çok uluslu tekellerle keseceğiz. Bize de bu muhataplık ilişkisi yaraşır. Soros’un adını anıp ağzımızı kirletemeyiz. Ağa babalarına bakacağız. Bizi ilgilendiren Yahudi kapitali… Soros’un akıl hocası Popper’dir. Popper, zamanında Türkiye’ye gelseydi, entelektüel muhatabımız olurdu. Hem İslâmcılar adına, hem solcular adına, hem ulusalcılar adına konuşuyorum: Aramızda bu meselelere yeni dahil olmuş en genç arkadaşımız bile dünyayı Soros’dan daha iyi tahlil edebilecek durumda… O’nu hiç muhatap bile almıyoruz.

Fazıl Duygun: Adam zaten “birinci sınıf” devlet olarak görmüyor Türkiye’yi… Peki, T.C.’nin Soros’u muhatap kabul etmesi?..

Suat Parlar: “Egemenlik” kavramıyla “Devlet” arasındaki mesafe açılmış durumda. Bir devlet metafiziği vardır. Bir de “Devlet vasatı” vardır. Devlet vasatıyla, devlet fikrini birbirinden ayırmak lâzım… Çünkü biz Devlet’i, bu egemenliği yerle bir etme işinde kullanacağız. Türkiye’de egemen sistem gayr-ı millîdir. Bugün sermayenin denetimindedir. Şu anda Amerika’nın bir tespiti var: Türk halkının %82’si kendisine karşı. Bu aynı zamanda anti-emperyalist bir bilincin saptaması… Bu %82’nin içerisinde devlet var, ordu mensubu var, hepsi var… Sivil Toplum kuruluşları da bu hususlarda konuşuyor. Diyorlar ki, “Aman burada Devlet var, kısıtlama var, tekel durum var” falan… Bizi bu tuzağa düşüremezler. Biz o devletin şiddetle egemenlik sistemiyle karşı karşıya gelmesini sağlıyoruz. Başka türlü bu devlet varlığını tümden kaybedecek. Bugün devlet hiçbir biçimde ne bir psikolojik savaş yürütebilir, ne de başka bir şey… Yapamaz, çünkü artık psikolojik savaş merkezleri medya tekellerinin manşetleri ve haber programlarıyla karıştı. Bu halka yönelik olarak her gün psikolojik savaş uyguluyorlar.

Çok küçük bir ulusal hayatiyet kaldıysa da, Türkiye’nin egemenlik sistemi, o ulusal hayatiyet, bu kurumsal devlet refleksi karşısında bağımsızlığını ilân etti. İş öyle bir hâle geldi ki büyük tekeller her gün o devlete meydan okuyor, aşağılıyor, devleti her gün inanılmaz derecede küçültüyorlar.

Fazıl Duygun: Devletin bizzat kendisi bu psikolojik harbe maruz kalıyor. İBDA Hareketi de rejimi uluslararası emperyalizmin bir ayağı olarak görüyor. Bu tür bir rejimi halk da benimsemiş değil aslında.

Suat Parlar: Egemenlik sistemi, rejim, bizim sözünü ettiğimiz “Devlet metafiziği”nin haricindedir. Devleti şu şekilde değerlendireceğiz: Bir, küresel güçlerle mücadele için kurumsal varlığımız olacak elbette. İkincisi halkımızı sürünmekten kurtarmak için kurumsal varlığımız olacak. Bağımsız bir ekonomimiz olacak, küresel sermayeyle savaşmamız açısından bu elzem. Ama şunu yapıyorlar, haince yapıyorlar. Emperyalizm olgusu burada ortaya çıkıyor: “Bu ülkedeki bütün haksızlıkların, işkence ve zulümlerin temelinde şu, şu, şu güçler var. Bakın siz bunlara odaklanın, arka plân ayrıdır” Türkiye’de olan meselelerden silahlı bürokrasi mesul tutuluyor. Öyle değil!.. Çünkü arka plânda bir irâde var. Görmemizi istemedikleri, mücadele etmemizi istemedikleri… Ve şu söyleniyor: “Anayasa değişikliği gündeme gelecek”, “aman silahlı bürokrasi ne der?”, “başörtüsü meselesi”, “aman silahlı bürokrasi ne der?” sistemin kefaleti oraya havale edilmiş vaziyette. Halbuki sistemin işleyişinde oradaki irâdeyi, gerçek irâdeyi teşvik etmek lâzım ki, bizim kafamızda sallanan sopayı tutanı görelim. Yıllarca Türkiye’de Ülkücüsü, İslâmcı’sı hepsi devletle bir noktada çatışmaya sokuldu. Çok büyük sıkıntılar yaşandı. Bunu özellikle alevlendirdiler. Mesafeyi açmak adına her şeyi yaptılar. Neticede “ben devleti şu noktada savunuyorum” diyecek hiç kimse kalmadı.

Nasıl çözdüler meseleyi? Şöyle: “Tasfiye edin gitsin, sizin devlete ne ihtiyacınız var. Meselelerinizi “kent devleti” ile çözelim, “mahallî, idarî birimler olsun, biz bu işi alır götürürüz. Dünya sermayesi gelsin. Diyarbakır’da, Hakkari’de ayrı devlet olsun, İstanbul’da ayrı devlet olsun.” Zaten çok hantal bir bürokrasi var, bütün kurumları verin gitsin” Soros’un Türkiye’ye yaptığı ağır bir hakarettir. En az, askerlerin başına çuval geçirilmesi kadar ağır bir hakarettir yaptığı… Dedi ki: “Sizin en iyi ihraç malınız ordunuzdur.”  Bu son derece onur kırıcı bir durumdur. İki nedenle… Bir, Türkiye’de ordu hâlen ulus kaynaklıdır. Asker Anadolu’dan toplanır. Bu önemli!.. İkincisi, hiç kimse Türkiye’de ordunun, ABD emperyalizmi ile, İsrail’le bağlantılarından hoşnut olduğunu söyleyemez. Bu hoşnutsuzluk bir tepki şeklinde gündeme gelemez. Çünkü orduyu da devamlı tehdit ediyorlar. “Halka ve halkın değerleriyle bütünlüklü olarak hareket ederseniz biz size kriz çıkartırız. Bu krizin faturasını da siz ödersiniz” diyorlar. Bu ülke parçalanmanın eşiğine gelir.

Fazıl Duygun: Peki ordunun tavrı ne olmalı bu noktada? Öyle bir yapısı var mı? “Başına çuval geçirilen” ve “ihraç malı” denilerek hakarete uğrayanın sesi soluğu çıkmadığı gibi, tepkileri de sulandırır bir konumda durması nasıl izah edilebilir?

Suat Parlar: Net bir biçimde bu tehdide pabuç bırakmadan büyük tekellerle de mücadele etmesi gerekiyor. Çünkü kendi varlığı ve bekâsının vazgeçilmezi; bizden önermesi… “bizim önerimiz halk olarak bütün kurumlarımızla çok ciddi bir anti-emperyalist, anti-siyonist, anti-amerikancı, anti-AB’ci, anti-batıcı bir mücadele içine girmezsek, Ortadoğu Müslüman halkları ile dayanışma hâline girmezsek, meydan okumazsak, biz yavaş yavaş  “tarihin mezarlığı”na doğru itiliyoruz, biz gidiyoruz. Bu öneriyi kimin nasıl değerlendireceği bizim problemimiz değil. Bu memleketin sahibi millettir.

Fazıl Duygun: Müdahaleden kasdınız ne? Biraz açabilir misiniz?

Suat Parlar: O müdahaleyi ağırlıklı olarak millet yapacak. Millet mefhumunun tarifini de yeniden gerçekleştirerek yapacak. Şöyle, bu toprağa, bu köklere bağlı olan, bürokrat olur, solcu, devrimci olur vesaire… Hangi kimlik olursa olsun… Hele kimlik ayrımcılıkları üzerinden gitmek hakkına, lüksüne sahip değiliz. Müthiş bir dinamizme ihtiyaç var, bir fikrî dinamizm… Tepkisel çıkışlara, programsız yürüyüşlere, kof eleştirilere hepimiz doyduk.  Öyle bir noktaya geldik ki, bizim bir programatik açılıma gitmemiz lâzım. Bunun dinamik fikrî cephesini kurmamız lâzım. Bizim bu sorumluluğu duymamız lâzım. “Biz” kavramını çok geniş tutmamız lâzım. Biz kavramını tutarken, dışında tutacaklarımız da bellidir. Anti-amerikancılık insan olmanın gereğidir. Anti-emperyalist olmak insan olmanın gereğidir. Anti-siyonist olmak insan olmanın gereğidir. Anti-Batıcı olmak insan olmanın gereğidir;bakın bu kadar net söylüyorum. Benim insanlık tarifim bu. Öbür türlüsü beşeriyetin sıfır noktasına inmektir.

Dâvâsını en az savunan, dâvâsını savunurken en fazla politik güvence talep eden, en fazla pozitivist olan, Batı’nın İnsan Hakları “ideoloji”sine en fazla sığınan bizzat İslâmcıların kendisidir. Onun dışında da oynamaya ne hakkın var?! Bu bir, ikincisi inanca politik güvence talebi hususunda, inandığın şekilde, başörtülü olarak üniversiteyi gerektiriyorsa, canını verir girersin. İnanca politik güvence verildiği nerede görülmüş? Peygamber “politik güvence mi” aradı inancına? Efendim? Bu pazarlıktır! Bakın İslâmcılarda bir tahayyül kaybı var.

Fazıl Duygun: İslâmcılar derken buna İbdacıları da katmıyoruz herhalde?!..

Suat Parlar: Hayır genelleme yapıyoruz. Genellemelerden devam edelim. Bu meseleler üzerinde devamlı patronaj sistemi kurulmuş. Sistemin bir iş bölümü var: Başörtüsü sürekli gündemde tutulacak. Bu gündem içerisinde bölünmeler oluşturulacak, perdenin arkası görünmeyecek. Bu konuda sürekli politik yapılanmalarla pazarlığa oturulacak. Sistem bunun üzerine kurulu… Ve çok güzel yararlanmıştır.

Bedeli ödenmeyen inanç, inanç değildir. Allah ile pazarlık yapılmaz! Bunun başka yolu yok. Yoksa “İnsan Hakları” falan… Ne insan hakları, bunun insan hakkıyla ilgisi yok!..

Ayrıca şunu söyleyeyim: Kirlenmiş bir İslâmcı dili var Türkiye’de… Sosyolojik kategorilerle bulamaç yapılmış. Ben hukukçuyum, şunu anlamıyorum: “Kamusal Alan” Ne Kamusal Alanından bahsediyorsun? Ben bunu hiçbir yere oturtamıyorum. Hukukun temelinde de mücadele yatar. Batı, batı diyoruz. Bu hukuk, bu ilkeler Batı’da, barikatlarda yazılmıştır. Dolayısıyla “hak mücadelesi” bedel ödeyerek yapılır. İslâm’da da bunun aksi yoktur. Bu ince bir noktadır. Kur’an Kursları meselesi… Niye Türkiye Müslümanlığı, Kur’an Kursu’na mahkûm ediliyor. Neden bu ülkede büyük İslâmî ilimler akademileri, İslâmî üniversiteler kurmak için çaba sarf edilmiyor. Ne yasal engel var? Niye bu halkın çocukları tek düzeyde tutuluyor. “Ben kelâm öğrenmek istiyorum, fıkıh öğrenmek istiyorum, İslâm tarihi öğrenmek istiyorum. Kaç tane fıkıhçımız var? Play-boy ilâhiyat hocalarının dışında kendini ortaya sürmüş kaç tane ilim adamımız var? “Büyücü çırakları” her gün t.v.lerde çıkıp yeni yeni şifreler keşfediyorlar. Bunlar büyücü çırakları… Bunlar, Türkiye’de Yahudi kabalizminin temsilcileridir. İslâm’da şifre aranmaz. İslâm mesajdır, adı üzerinde, ben böyle değerlendiriyorum. Buna bile itiraz eden ne yazık ki yok. Bu tarz İslâm, bizim İslâm’ımız değil. Bu “dine karşı din” politikaları. Bu Amerikan standardı, askerî, istihbarî bir strateji olarak Türkiye’ye dayatılıyor. Önemli bir örnektir: Şeyh Ahmet Yasin’in şehadetinin gerçekleştiği sabah bir gazetede Amerikan çiftliklerinde semirtilen bir din adamının anıları yayınlanmaya başladı. O’nun üzerine füze yağdırıldığı saatlerde, insanlara yönelik “İslâm’la terörizm yan yana olmaz” türünden değerlendirmeler var. Bu tesadüf değil. Bu bir stratejinin göstergesidir. Dolayısıyla “dine karşı din” politikası bir Pentegon stratejisidir. Buna karşı çıkılması için bir şey yapılmıyor. Neden bu kadar uzak kalınıyor?! Türkiye’de Siyonist çöreklenmenin, Siyonist egemenlik alanının güvencesi bazı İslâmî anlayışlardır. Bazı İslâmî şahsiyetler ve cemaatlerdir.

Fazıl Duygun: İslâm’ın protestanlaştırılması…

Suat Parlar: İslâm’ın protestanlaştırılmasının ötesinde, Yahudi şifreleri karşısında boyun eğmesi, Soy anlamında bir protestanlık yok. Kalvinizmde, protestanlık Yahudi düşüncesinin mezcedilmesinsinden doğmuştur. Püritanizm denen, İngiltere’de Oliver Cromwell’in başını çektiği, önderlik ettiği hareket, temelinde yine Yahudi şarihliğidir. Şerhler Yahudiliğe göre düzenlenmiştir. Aziz Pavlos, aslında Hristiyanlığın temelini atan şahsiyettir ve Hristiyanlığı Yahudileştirmiştir. Ve şimdi sıra bizde. Bu güne kadar direndik, Türkiye’de omurganın kırılması, İslâmî değerler anlamında da çok büyük bir erozyona yol açıyor. Çünkü kırılma noktası burada başladı.

Fazıl Duygun: Şimdi orduda görülen İslâm karşıtlığı bir yana… Batıyla hesaplaşması gereken ordu olmalıydı. Bakıyorsunuz tam aksine entegre olmuş durumda. Mesela ordu Pentagonlaştırılıyor.  AKP- ordu zıtlığı bir tarafta, öbür tarafta Pentagon tarzı kurumlaşma. Şimdi ordu nerede, orducu tavır nerede?

Suat Parlar: Şimdi, ordunun profesyonelleşmesi, Türkiye açısından çok büyük problemleri beraberinde getirir. Önümüzdeki süreçte bu profesyonelleşme Türkiye’nin büyük maceralara sürüklenmesini, meselâ İran’la çatışmaya sokulmasını getirir. Ordu hakikaten ulusal kaynaklı.Yani nihayetinde teyzemin oğlu, kardeşimiz, akrabamız… Bu konuda dışarıdan daha büyük imkânımız var. Aynı dili konuşuyoruz. Hep beraber yaşarsak göreceğiz. Önümüzdeki dönemde Türkiye’de çok “kanlı bilmeceler” gündeme getirilecek. Araya bir “mesafe” konulacak. Derdimizi anlattığımızda, çoğaldığımızda, % 82 olduğumuzda ve bu % 82 içinde bürokrasi içinden insanlar da olduğunda bir bakıyoruz bir yerden bir “mesele” patlak veriyor.

Fazıl Duygun: Manipülasyonlar yapılıyor diyorsunuz…

Suat Parlar: Yapılmaz mı yapılıyor tabii. Ne zaman siyasî bu coğrafyada kardeşleşme ortaya çıkıyor, politik anlamda da problem yaşanıyor.

Türkiye’deki bütün cemaatler, hareketler, gruplar kendini “bütün”den sorumlu görmeli. Bu sizin için de geçerli. Bir başka grup için de geçerli… Çok büyük bir sorumluluk… Sadece ülke sorumluluğu değil, Orta doğu değil tüm beşeriyetin sorumluluğu sözkonusu…  Bu bilinci taşımak lazım. Bu komplo düzeneklerinin arka planını iyi çözmemiz lazım. Bu aynı zamanda tarihsel bir hesaplaşmadır. Kışkırtıcı hareketlerle çok fazla karşılaşacağımızı –başladı hatta- bildiğimiz için.

Fazıl Duygun: Kumandan Mirzabeyoğlu bu hususta diyor ki: “Provakasyonlar da bize yarar” hangi anlamda konuşursak konuşalım, onu kullanmamıza bağlı Kaos teorileri… Mesela Soros… Kaos çıkarmaya çalışıyor, çıkarıyorlar da… Fakat çıkan kaostan ben faydalanabilirim. Bu durumda çıkardığı kaosu nasıl denetleyecek. Bu kaosu, kozmosa dönüştürmek esas olan…

Suat Parlar: Kaos, başkası açısından bir plânlamaya dayanıyorsa, o kaostan biz yararlanamayız. Kaos gerçek bir kaos ise o kaostan siyasî açıdan yararlanılır. Mirzabeyoğlu’nun söylediğini ben şu şekilde değerlendiriyorum; Kaos sürecinde, elbetteki sistemi zayıflatmak adına yararlanılır. Çok daha doğru bir mantık. Fakat, eğer o kaos bize dışarıdan planlanarak dayatılan bir kaossa sistemi daha da güçlendirebilir. Sisteme karşı olan güçleri bölebilir.

Şimdi Aylık dergisi kitleselleşecek, açılacak genişleyecek, kendi cemaati içerisinde kalmayacak ki. Şimdi bunu istemem ama gönül bağı ile bağlı olan insanlar, böyle bir yapının içerisine birileri tarafından çekildi. Mesela bir güç, İbdacılarla devrimcileri karşı karşıya getirirse bundan yararlanabilecek mi?

Fazıl Duygun: Böyle bir şeyi başarabilirler mi?

Suat Parlar: Başaramazlar bunu söylüyorum ben de. Bazen söylenir, “aman kışkırtmalara gelmeyelim!”… Bu bir müddet sonra eylemsizliği de beraberinde getirir. En yasal haklarından istifade ederken, orada bir “çekilme” duygusu içine giriyor. Hak derken diyalektikten doğan haklarını kullanmaktan bahsediyoruz.

Fazıl Duygun: Tam bu noktada Sivil Toplum Örgütleri çıkıyor karşımıza… Gramsci’yle başlayan, daha sonraları Karl R. Popper’in elinde  “Açık Toplum”, ” liberal toplum” şeklini bulan anlayışı benimseyen Soros, bunun “Sivil Toplum” adıyla propagandasını yapıyor. Bir takım operasyonlara fikri alt yapı oluşturması açısından… Nedir Sivil Toplumun hikayesi ve bu gün nereye varmıştır?

Suat Parlar: Marx’ta da Sivil Toplum kavramı var, Alman ideolojisinde de… Gramsci’deki “Sivil Toplum” kavramı bunlarınki gibi değil. Bunların Sivil Toplum kavramı, “sosyal refah devleti” anlamındaki bütün kazanımların tasfiye edilmesi Ulus-devletlerin tasfiye edilmesi, büyük sermayenin, neo-liberal ideolojileri kapsamında muhataplarını kendisinin belirlemesi.

İnsanî mücadelelerin tüm kazanımları, bunlar sendikal, toplumsal vs. hepsinin bertaraf edilerek onun yerine “Sivil Toplum Kültürü”nün oturtulması… Ufalanan büyük devletin yerine “Kent devletçikleri”nin muhatap alınması… Kent devletçikleri fazla güçlü olmayacağı için ülke kaynaklarının talana, yağmaya açılması, giderek bunun bir “kültürel etiket” anlamı taşıması, “hayırsever kapitalizm”in sunduğu bir takım sosyal toplum modelleriyle insanların beyninin boşaltılması, yapılan kimlik tarifinin temel oluşturacak şekilde emperyalizme boyun eğmelerinin sağlanması, bütün dinlerin “rehabilitasyon”dan geçirilerek dünyadaki sömürü aygıtlarıyla mücadele potansiyellerinin eritilmesi… Bunların hepsi STK(Sivil Toplum Kuruluşları)nın temel mücadele alanlarıdır.

STK. Amerika’da demokrasi projesi olarak başladı. Çok büyük fonları harekete geçirdiler. 90’ların ikinci yarısından itibaren STK sadece dağılan Sosyalist ülkelere de değil dünyanın dört bir yanında faaliyete geçirildi. Ağırlık Afrika’ya verildi. Çünkü muazzam mineral kaynakları var. Ağırlık Müslüman ülkelere verildi. İnsanların sosyo-kültürel anlam haritalarını değiştirmek üzere getirilmiş bir program olarak da girdi. Bununla yetinmedi “Sınır tanımayan” adı altında oluşturulan kurumlar aracılığıyla “İstihbarat” faaliyetleri yürütüyor. Bunun dışında “yönlendirme”  faaliyetleri yürütülüyor. İnsan yüzü maskeli bir emperyalizmin kitlelere hazmettirilmesi yönünde örümcek ağı gibi dünyanın dört bir yanında büyük bir “bürokrasi ağı” oluşturdular. Aslında insanların demokratik kazanımlarını kapasitelerini de yok ettiler. Çünkü oluşturulan büyük sivil toplum bürokrasileri muazzam fonlarla beslendi ve insanlara yarı insan-yarı Tanrı mitolojisi gibi sunuldu. Fonları, üniversitesi, medya ağlarıyla büyük bir güç çıktı ortaya.

Fazıl Duygun: Aksi takdirde zararlı olmaya başlar.

Suat Parlar: Tabii. Ben herhangi bir dosyamı AİHM’e götürmem. Bu benim düşüncem. Yanlış anlaşılmasın… “Avrupa merkezci” liği, Batı’yı reddetmek lazım. Ben şu yanlışa düşmem. Doğu kavramı zaten Batı’ya hastır. Doğu’da Batı kavramı yoktur. Biz dünyayı “bütün” olarak gören bir kültürün çocuklarıyız. Dünyayı Doğu-Batı ayrımıyla görmek gibi felsefemiz arayışımız hiç olmadı. Doğu kavramını Batı yarattı. Sömürgeci bir tarzda yarattı. O yarattıktan sonra da, ben o meydan okumayı kabul ediyorum ve Batı’yı şiddetle reddediyorum! Aydın olmanın en önemli unsurlarından biri Avrupa-merkezci düşünce yapısını reddetmektir… Sonuna kadar… Kurumlarıyla işleyişiyle, her şeyiyle reddetmektir. Ben reddediyorum. Bu reddiyenin temel alınması lazım. Bizim sağlığımız bu olmalıdır. Yoksa biz toplumsal bir şizofreni içindeyiz. Parçalanıyoruz. Şahsî, ahlâki bütünlüğümüz de parçalanıyor.

Şimdi, başörtüsüne ne olacak, Batı mı garanti verecek? AİHM’den karar çıkması mı beklenecek? Bu öyle bir yere götürür ki, Allah’ın emrinin AİHM tarafından tasdikini beklemek anlamına gelir bu! Bunu kabul edecek Müslüman varsa buyursun. Bu siyasî bir mesele değil. Bu inanç meselesidir. Karşıtlık derken bu anlamda söylüyorum. Batı’yı red anlamında çok eksikliklerimiz, aşağılık kompleksimiz var. Reddedersek entelektüel açıdan “damga”lanır mıyım? Beni damgalasınlar ben anti-Batıcıyım.

Aydın kavramı da Batı’dan neşet eden bir kavram. Ben beşer olduğum için bunu savunuyorum. Beşer olmanın özünde Aydınlanma var zaten. Beşer aydınlanmış demektir. İnsan merkezli bir düşüncenin dışında, ben dışarıdan bir etiket niye arayacağım ki? Tam tersi bu benim bütünlüğümü bozuyor. İnsanlığın bu güne kadarki birikimlerinden fikirlerinden faydalandık. Hepsi benimdir, ama insan olmak şartıyla: Bir, sömürgeye karşı olacak insan. İki, insanları ayırmaya karşı olacak. Üç, insanlar renk ve ırktan dolayı hakir görülmeyecek. Dört, zulüm ortaklığı içerisinde olmayacak. Beş, beşerî kimliği parçalanmayacak. Bu özelliklerde olan her düşünce benim için makbuldür. Kabul ederim.

Yahudi sistematiğine karşı olmamız nereden kaynaklanıyor? Irkçı olmasından, insanları parçalamasından kaynaklanıyor. Sadece bugünkü Filistin’de savaş ve zulüm makinesi olmasından, işkenceci zihniyetinden soykırımcı psikopatlar çetesi olarak yönetilmesinden dolayı tepki vermiyoruz. Özünde ırkçılığı, sınıflaşmayı, baskıyı, sömürüyü kabul eden… Yahudi düşüncesinde kadını “yok” sayıyor, reddediyor. Kadını baskı altına alması vardır. Şia felsefesine izafe edilen kadınlara dair yaklaşımların kökeninde bu düşünce vardır. Kadın-erkek eşitliğini devamlı propaganda edenlerle ben nasıl bağdaşabilirim.
Ben bu düşünceyi kabul etmiyorum. Türkiye’de ceza yasaları değişecek. Diyecekler ki; “Siz bunları söylediniz, antisemitizm yaptınız, gelin yargılayacağız” işte beni yargılasınlar.

Sadece bu bir Siyonizm meselesi değil. Siyonizmin arka plânındaki, Yahudi düşünce sistematiğini, filozofisini, mistisizmini çözmek lazım ki, bu noktada bulaşıcı etkilerinden uzak kalalım. Bu bulaşma pozitivizmidir, Avrupa merkezci düşüncedir. Çünkü Avrupa merkezci düşüncenin temelinde Hristiyanlıkla-Judaizmin temeli yatar. Bakın başımıza musallat olan pozitivizm belasını aşamadık. Pozitivizm, Augusto Comte tarafından Avrupa’da bir daha “halk hareketi” ve “ihtilâl”i olmasın diye ne tür tedbirler alınacağına dair bir felsefedir. Biz istiyoruz ki bu egemenlik sisteminin adaletsizliklerine son verelim. Bu pozitivizmi hele İslamcılarda görmek beni çok üzüyor. Hangi programa katılsam bana “siz kötümsersiniz”, “peki çözüm ne?” Çözüm önerisi yok. Çözüm ahlâklı olmak! Sonu umutlu kavgaya herkes girer.

Fazıl Duygun: Keyfiyetleri Allah’a havale etmek… Gaibi Allah bilir. Biz bu yolda mükellefiz.

Suat Parlar: Ben İslâmî inancı bu şekilde yorumluyorum. Kültürel açıdan İslâmiyet’i çok önemseyen bir insan olarak bunu söylüyorum. Ben kendimi İslâmcı olarak yorumlayamam. Bunu söyleyemem. İslâm’ı çok büyük, ciddi bir temel olarak değerlendiren bir bakışla İslâm’ın pozitivizmle bağdaşmayacağını görüyorum. İslâm’ın temel sorusunun “beşerî ahlâk” üzerinde şekillendiğini… İslâm’da “ödül” yok ki!.. İslâm dünyada ödül vaat etmiyor… İslâm diyor ki “ahlâklı olman, sömürüye karşı olman, namuslu olman, ezilen insanın yanında olman benim için muteberdir” diyor…

Bunun karşısında; “Bizim küçük dünyalarımız ne olacak? Evim ne olacak? Arabam ne olacak? Bana mücadeleye girerken garanti veriyor musun?!”…

Fazıl Duygun: Öyle bir şey olsa “şehidlik” diye bir müessese zaten olmazdı!..

Suat Parlar: Tabiî… Başka bir nokta daha var. Şunu da anlamıyorum. “Başörtüsünü takıp üniversiteye gideceğim” diyorsun!.. Hangi üniversiteye gideceksin? Kemal Alemdaroğlu’nun filozofisinin biçimlendirdiği bir üniversite yaklaşımı, seni bir Müslüman olarak tatmin edecek mi? Etmeyecek!

Şöyle söyleyeyim ya da:  başörtüsü serbest bırakıldığında İslâmcıların sistemle çelişkisi bitecek mi? Bu büyük bir sorudur. Yedi yaşındaki bir çocuk İstanbul’da sokakta yatıyorsa, kimse bana namustan, kimse bana Müslümanlıktan bahsetmesin!

Fazıl Duygun: Bir milyon “tinerci” çocuk…

Suat Parlar: Yıl 1970 Amerikan 6.Filosu İstanbul’u ziyaret eder. Filonun Karaköy’de ağırlanması için bir takım tedbirler alınır. “Genelev” badana yapılır şu,bu… Kadınlar kapıda barikat kurarak Amerikan askerini içeriye sokmazlar. Bu kadınlar benim kardeşlerim. Ben o kadınların Türkiye’nin namusunu, şerefini, haysiyetini temsil ettiği inancındayım. İkinci bir nokta; Türkiye’de tek bir hayat kadını varsa hiçbir erkek “ben hayat erkeği değilim” diyemez. Bunlar hayat kadınıysa biz de hayat erkeğiyiz. Çünkü namus kolektiftir.

Başörtüsü meselesi de öyle. Bir tek kadın bile bedenini satmak mecburiyetinde ise bu mânâda ben namussuzum. Bu lekeyi ben hayatım boyunca taşıyacağım. Dolayısıyla kimse hayırseverlik de satmasın. Bu ne namussuzluktur ya!? Yardım açık yapıldığı zaman insanın izzetini en fazla kıran bir şeydir. Bu ne terbiyesizlik, bu ne yüzsüzlük, bu ne namussuzluktur. Bunların yapılmaması lâzım…

Mirzabeyoğlu’nun yazılarında da ben bunu müşâhade etmişimdir. Niye kimsenin teknolojiyle meselesi yok? Teknolojinin insanı yok etmesine, yabancılaşmasına yönelik hiçbir değerlendirmemiz yok.
Bağımsız bir inceleme konusu: İslâm teknolojisi var mı?

Fazıl Duygun: Kumandan Mirzabeyoğlu şunu söylüyor: “İdeolojisi olmayanın teknolojisi olmaz” diyor… Batı, teknolojiyi kendi dünya görüşü, yaşayışı, hayat tarzıyla birlikte üretiyor. Dünya ülkeleri, biraz evvel temas ettiğiniz pozitivist düşünceleri, insanın eşya ile olan ilişkisi üzerinden, teknoloji üzerinden tesire tabi tutularak kuşatılıyor.

Suat Parlar: Dünyadaki en tehlikeli konu, teknolojiyi eleştiren, teknoloji konusunda fikir üreten konudur. Tüketim toplumun özü budur. Buna müsaade edilmez. İletişimde, teknolojide herkesin sözü olacak, hayatın her sahasında sözü olacak herkesin Türkiye’de…

Fazıl Duygun: Latin Amerika’da Üsame bin Ladin’e gösterilen rağbet, Amerikan emperyalizmine karşı Latin Amerika halklarının gösterdiği duruşta başlı başına bir misâl…21.yy.’da, gidecek olan Yalancı Yeni Dünya Düzeni, yerini İslâmi Yeni Dünya Düzeni’ne bırakırken, dünya halklarının kendilerini bulmak istediği gelecek olan Yeni Düzen’de, adaleti temsil eden mânâyı kaskatı bir şekilde görüyorlar…

Suat Parlar: Irak’taki direniş İslâm dünyasından gereken ilgiyi ve desteği görmüyor. Çok büyük bir mücadele var, fakat Amerika ağırlığı belli merkezlerde tutmaya çalışıyor. Bir müddet sonra o merkezleri yerli yerine oturtacak. Kuzeyde “ikinci İsrail” olarak şekillendirilen ve hatta tümüyle Britanya-İsrail-Amerika hattına bağlı olan devlet yapılanması oluşturulacak. Suriye parçalandıktan sonra Suriye’yi iyi bir eyalet olarak içerecek. Yâni Barzani’nin Ovaköy sınır kapısının açılmaması konusunda bu kadar gayret sarfetmesi bu plânın göstergesidir. Suriye’den çok büyük bir parça kopartılarak bu yapıyla bütünleştirilecek. Bunun adımlarını attılar. “Bölge Federasyonu” oluşturuldu. Bölge başkanı seçildi. Aynen İsrail gibi bir sınır tarifi yapmadı.

Hızla oraya Kürt Yahudi göçü teşvik ediliyor. Bunlar aynı zamanda askeri yapılanmaya da sahip. Böyle bir durum var. İran’la Suriye arasındaki bağlantı kesildi. İran tümüyle kuşatılmış vaziyette. Gürcistan, Özbekistan, Türkiye, Azerbaycan, Hazar Denizi… Ekonomik iktidar… Sizi askeri açıdan kuşatıp ablukaya alıyorlar. Bu abluka aynı zamanda ekonomik ablukaya dönüştüğünde de içeride ister istemez bazı hareketlenmeler de gündeme geliyor. Bu bir etnik dile de dönüşebiliyor.

Oradaki direniş çok önemli ve çok kapsayıcıdır. Fakat o direnişe yönelik olarak, bir müddet sonra topyekun bir kontr-gerilla harbinin gündeme geleceğini görüyoruz. Çünkü NATO, Avrupa’nın da mutabakatıyla ilk kez buna destek verdi. Şunu net görelim. Bölgenin güneyinden bir kuşatma olmasına rağmen “gizli ortak” Rusya var. Rusya’nın yüksek petrol fiyatlarına ihtiyacı var. Burada direnişin bitmesi durumunda, Amerika’nın oradaki askerî varlığı meşruyetini kaybeder. Amerika şu anda yüksek petrol fiyatlarını deyim yerindeyse “güvence” sayıyor. Bir, Avrupa’yı kırbaçlıyor, iki, Çin’i kırbaçlıyor.

Fazıl Duygun: Ama kendisi de batıyor.

Suat Parlar: Hayır batmıyor. “Petrol” üzerinden değerlendirirsek şunu göreceğiz: Hazar petrolleri ilk defa verimli hale geldi. Bakü-Ceyhan hattı açıldı. Alaska petrolü yüksek maliyetli petroldür. İlk defa verimli hale geldi. Niye? Yüksek petrol fiyatlarından dolayı. Dünyada petrol fiyatlarına müdahale edebilecek iki ülke var: Suudi Arabistan ve Irak… Irak’ın şuan verdiği kapasitesi 400.000 ton… Çok önemli değil fakat kademe kademe yatırımlarla –direniş olsa da olmasa da bu kaçınılmaz- 27 milyonluk bir toplum bunu üretecek. İlk planda 3 milyon, ikinci plânda 7 milyon varil… Bu ucuz petrol anlamına gelir. Bunu istemezler. Ucuz petrol Rusya’yı kaosa sokar.

Fazıl Duygun: Pentagon, direnişin devam ettiği takdirde ordusunu bölgede tutamayacağını anladı ve Saddam’a teklif götürdü… Yani tek başına petrol değil… Savaş iktisadî olduğu kadar ideolojik-dinî unsurlarla da besleniyor. Bu topraklar aynı zamanda medeniyetin beşiği… Felluce’ye saldıran birlikler “evangelist-siyonist” bilinçle hareket eden birliklerdi. Rumsfeld her harekât öncesi kendinden emin konuşuyordu. Felluce harekâtından sonra bu tarz konuşmalardan vazgeçti Pentagon. Petrolün işgaldeki önemi ikinci plândaydı. İlk plânı İsrail’e emniyetli koridorlar açılmasıydı. Gördüğümüz kadarıyla bu plân yürümedi. İkincisi dünya stratejisi açısından Amerikanın ikinci bir cephede savaşacak gücü yoktur. Bunu kendileri dahi söylüyor. Irak 3 ayda halledilecekti!

Suat Parlar: Bakın. Mesela Irak’ta Umm Kasr… Bir müddet beklediler. En önemlisi bütün Irak ordusu satın alındı. Bagram’daki üsse bütün generaller gelip biat ettiler. Irak’ta direniş tek başına bırakılırsa oradaki direniş dünya bağlarından koparılarak, dünya petrol piyasasından, koparılması neticesinde bir müddet sonra sahte bir direniş de yaratılabilir. Bunlar çok büyük tehlikelerdir.

Fazıl Duygun: Bu saatten sonra bu mümkün değil.

Suat Parlar: Önemli olan bu direnişe verilen desteğin niteliği, direnişin kendisi değil. Petrol konusu işin jeopolitik yanı. Amerika yenilir, yenilmez ayrı bir tartışma. Önemli olan direnişin sürdürülebilirliği… Bu şuna bağlıdır: Eğer Türkiye’de büyük bir rota değişikliği olursa… Amerika ve İsrail’le tam uyumlu harekette zorlanırsa… Ne olacağını bilmiyoruz, bize bağlı… İkincisi bu kıskaç, kuşatma tümüyle yaratılırsa bu direniş yaratılır. Türkiye’deki %82’lik Amerikan karşıtlığı, Arap dünyasındaki Amerikan karşıtlığı… Önemli olan sürdürülebilir olması… Bu direnişe her ülkenin içinde bulunan insanların yapacağı katkı önemli!..

Direnişte durumlarımız ayrı, destek olarak ruhlarımız ayrı ama bizlere düşen, bugün Irak’ta savaşmak bile önemli. Çünkü Telafer-Ankara, Bağdat-İstanbul, Ramadi-Niğde ortak ruhunu görmek lazım. Bunu yapamazsak biz direnişten gurur duyamayız!..

Fazıl Duygun: Evet.

Suat Parlar: Daha açık söyleyeyim, Amerika bizi test etti. Bu test vakası Kur’an’a hakaretti. Yoksa bu bilgi dışarı sızmazdı.

Fazıl Duygun: Tepkiler nedir? Bu mu ölçülüyor?

Suat Parlar: Türkiye’den ne kadar, yahut İran’dan ne kadar? Amerika’nın buradaki işgalinin güvencesi buradaki Müslüman halklardır, bunu söyleyelim. Şu direnişten sonuç çıkarmayalım ne olur, Allah rızası için! Bu onların direnişi, katkımız yok… Biz burada oturmuşuz, şu anda sohbet yapıyoruz. Bizim ne söz hakkımız var? Amerika gelip Hıristiyan devletlerde üstlenmedi. Katar, Umman, Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye, Ürdün… Bu ülkeler Müslüman değil mi? Müslüman ülkelerde üstlenerek Irak’a girdi. Gayet net! Bu konuda hem fikir olabilirsek doğru yaparız. Bu direniş 24 saat sonra bitebileceği endişesiyle, yarın bitecekmiş gibi bizim hareket etmemiz lazım. Burada sınırlar kalktı. Bağdat-Ankara diyoruz.

(Allah korusun) İran’da böyle bir durum olduğunda, İsrail himayesinde bir Pan-Kürdizm’in önünde kim durabilecek? Hiç kimse duramayacak. Burada milletlerarası bir KAN banyosu planlanıyor, müthiş bir vuruşma plânlanıyor. Bu fırsatı onlara vermemiz lazım. Bu direnişe soyut bir destekten ziyade, her ülkenin kendi egemenlik sistemine bedeli pahalı olduğunu göstermek lazım. Siz istediğiniz gibi adım atamazsınız. Biz böyle bir inisiyatifin içinde yer alamayız. İncirliği peşkeş çektirmeyiz. Biz burada size rahat hareket imkanı vermeyiz.

Fazıl Duygun: Evet…

Suat Parlar: Bizim ülkemiz işgale uğrasa biz direnmeyecek miyiz? Evet!.. Aslolan, Amerika’nın “Irak’tan çık” stratejisini değil, Amerika’nın “Türkiye’den çık” stratejisini konuşuyoruz. Çünkü esas işgal burada! Kardeş Irak’ı biz parçaladık biz! Amerika-İsrail sorumluluğundan ziyade elbirliğiyle parçaladık. Her gelen hükümet “Çekiç Güç’e yeşil ışık” yaktı. Hangimiz demokratik hakkımızı kullandık. Yüzbin kişilik bir miting mi oldu?

Fazıl Duygun: Arap dünyasında bu tür bir şey olmadı. Savaşıyor ve yardım ediyor. Propagandasını yapıyor. Devamlı bu atmosferin içindedir. Bir şerefini kurtarma mücadelesi var. Direniş de diken gibi batıyor.

Suat Parlar: Burada temel hedef Irak değil. Aslında hiçbir zaman Irak diye bir yer olmadı. Büyük İmparatorluk çerçevesi içinde değerlendirmek lazım. Irak’ı işgal etmediler, bizi işgal ettiler. Bu bizim sayemizde oldu. Biz bir kardeş ülkeyi parçaladık. Bu kardeş ülke de Arap dünyasının kalbi ve beyniydi. En büyük Arap etnik topluluk oradaydı. En iyi yetişmiş insanlar oradaydı. Kültürel kurumlar oradaydı.

Fazıl Duygun: Medeniyetin merkezi…

Suat Parlar: İsrail’le askerî eşitliği sağlayacak tek güç Arap dünyasında Irak’tı! Arap dünyası artık, bunu görelim! Şu an İsrail, hem İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü) üyesi hem de OPEC üyesi, Talabani’nin şahsında. Bu önemli bir nokta. Direniş konusunda bizim utanmamız lazım. Kendimize pay çıkaramayız. Amerika Türkiye’de postun pahalı olacağını görecek. %82 değil, % 98’lere varan bir karşıtlık olduğunu görecek! “Kenar gruplar” deniyor  mesela… Radikal sağ, radikal sol gruplar gibi. Bu çok uğursuz bir tâbir, yanlış bir açıklama. Bir müddet sonra Amerika burayı “av alanı” ilân edecek!.. Bizim ortak hatlar, programlar geliştirmemiz lazım. Bu konuda bir kişi bile çağrı yapabilir. Bizim büyük düşünmemiz lazım. Yoksa bu direniş 24 saat sonra da bitebilir. Tek endişemiz bu olmalı.

Fazıl Duygun: Orta ve Güney Amerika’da müthiş bir Anti-Amerikanizim dalgalanması, yayılması var. Fakat 11 Eylül’den sonra bu anti-amerikanizmi hakim motifler İslâmî şekilde tezahür ediyor. Latin Amerika’nın Amerikan nefretini İslamî aksiyon ve devrim mücadelesi diri tutuyor. Güney Amerika halkları aynı zamanda İslâm’a olan yönelişleri kitleleşmiş durumda.  Meksika, Venezüella, Kolombiya, Bolivya…

Suat Parlar: Başta Rockefeller’in bankaları olmak üzere her gün 300 ile 500 milyar dolarlık fon o bankalara giriyor, sisteme pompalanıyor. Nereden geliyor? Yine Müslüman ülkelerden geliyor. Herkes bu ülkede Taliban’a küfretti ama bir noktayı unuttu! Taliban iş başına geldiği zaman oradaki afyon üretimi 2 tona inmişti. Şimdi 144 ton!.. 144 katına çıktı. Dünya piyasasına nereden aktarılıyor? Türkiye üzerinden! Böyle bir faaliyet var. Bizi bu noktaya getirecekler.

En önemlisi de Rusya’nın yüksek petrol fiyatlarından dolayı gizli ortaklığı… Ama ülkeler düzeyinde baktığımızda Bolivya, Uruguay, Venezüella da ortaya çıkan bu hareketlenmeler Amerika’nın oyun alanını Güney Amerika’da daraltacak. Bir müddet sonra Doğu Avrupa’da ciddi halk hareketleri meydana gelecek. Onların dediği gibi “Kadife Devrim”ler değil. Amerika bu kuşak ülkeleri satın aldı. Bir müddet sonra buralarda büyük problemlerle karşı karşıya kalacak.

AB projesi bir Amerikan projesidir. Avrupa projesi değildir, Atlantikçi bir projedir. Bunun dağılması bizim açımızdan çok hayırlıdır. Bir de Fransa’da işsizlik oranı %11, Almanya’da hakeza…

Fazıl Duygun: İlk defa 1789 Fransız İhtilâli Müslümanların, Doğu’nun işine yaradı. Milliyetçilikle Doğu’yu parçalayan Batı, ilk defa kendi birliğini, küresel birliğini aynı tehditle karşılaşarak dağılmış buldu.

Suat Parlar: Napolyon Savaşları’yla birlikte 1789’dan sonra, Batı dünyası uzun süre İslâm Dünyası’nın başına belâ olamamıştır. Onların kendi içerisinde büyük çelişkilere düşmesi önemli… Fransa’da Anayasa’nın referandumla reddedilmesi bizim için bir avantajdır. Bunun yanı sıra hemen hemen bütün Müslüman ülkelerde kaynaşma var. Müslüman ülkelerdeki rejimlerin meşruiyetinin olmadığı açığa çıktı. Eğer bu avantajlardan istifade edilmezse, -ne demiştik?- 24 saat sonra bu direnişin bitebileceğini düşünmek lâzım. Bizim hiçbir komplekse kapılmadan büyük bir hak mücadelesi içine girmemiz lâzım.

Fazıl Duygun: Carlos, Devrimci İslâm adlı eserinde, “Dünyadaki bütün anti-emperyalist örgütlere İslâm bayrağı altında bulunmasını” tavsiye ediyor. Bugün Anti-Emperyalist mücadele İslâm bayrağı öncülüğünde yürüyor.

Suat Parlar: Yükselen şiar şudur: “Allah-u Ekber” şiarı… Bunu Marksisti de Lübnan’daki ateist de, Carlos da… Bu, insanların köleleştirilmesini reddeden bir anlam taşıyor. Bu çok iyi fark edildi. Fakat Türkiye’de bu şekilde anlaşılmıyor. Bu anlam burada halen yüklenilebilmiş değil… Kavramların içeriğinin boşaltılmasına mâni olmak lazım. Carlos’la aynı anlam yükleniyorsa o çok önemli bir kardeşleşme hattıdır. Yıllardan beri bütün ideolojilerin, inançların sonunu ilan ettiren bütün inançlar, ideolojiler burada taraftar topladı. Ateizm, Marksizm vs. demek ki Orta Doğu’da insan ölmedi, insan fışkırıyor!

Fazıl Duygun: Francis Fukuyama “Devletin Yeniden İnşası” adındaki yeni kitabında; “Ben bir hata ettim. ‘Tarihin Sonu’na dair iddialarım içim özür diliyorum” diyor. Orta Doğu bu mânâda tarihin yeniden yazılmasının ilk durağı oluyor.

Suat Parlar: Direniş akrabalık, kardeşlik bağıdır. Direniş cemaat, inanç bağıdır. Filistin’de toplum ayakta… Bizde ne var? Kadının da, erkeğin de sürüm sürüm süründürülmesi var!.. İşte bu kifayetsizlikler bir yerlerden ısrarla besleniyor. Direnişler ancak bütün bir sosyal ilişkiler ağı üzerinde temellendirilir. Fukuyama “Güven” diye bir kitap da yazdı. Bugün ABD-Rand Corparation, Türkiye’de kadınların “kabul günlerini” araştırıyor. Direniş kültürünün ayakta durması lazım. Kadın bir toplumun inşasında birinci ayaktır. Türkiye öyle bir noktada ki, entel-lünpen, entel-fahişe, sistem bunları üretmeye çalışıyor. Bunun önüne geçmek lazım. Bunların elindeki o değerleri belirleme yetkisini çekip almak lazım. Bu da hayatın her alanında müdahil olmayı gerektiriyor. Çünkü her şey elden gidiyor. Bunlar, dik duran insanların başı eğdirilmeden bu siyasî coğrafyada başarılı olamayacaklar…

Bakın Türkiye’de herkes sırtını Çeçenlere dönmeye başladı. Ne kadar büyük bir ayıp. Putin’in bir-iki girişken işi, medyayı da cemaatleri de bağladı. “Aman Çeçenistan meselesi yoktur”(!) Peki Çeçenistan’da zülüm durdu mu? Hayır! Çeçen meselesinden biz çekilirsek orayı İsrail dolduracaktır. Neden bigâne kalıyoruz?

Fazıl Duygun: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Suat Parlar: Ben teşekkür ederim.


Aylık Dergi, 9. Sayı, Temmuz 2005


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın