Hrant’ı Katleden Cinayet Ekonomisi – Yiğit Tuncay & Suat Parlar

Hrant’ı Katleden Cinayet Ekonomisi – Yiğit Tuncay & Suat Parlar

“Derin Sistem” adlı söyleşiden alıntıdır.

Söyleşi Tarihi: 10. 03. 2007


Türkiye’nin geciken neo-liberal devlete geçiş sürecinin, hızlandırma aşamasındaki cinayetleri, eski defterlere yeni sayfalar eklemiştir. Psikolojik harbin tüm tekniklerinin kullanıldığı bu dönem, aslında, “derin devlet” tanımlamasının yanlışlığını ortaya koymuştur. Dünya eknomisinin yörüngesindeki siyasi iklim, ille de kendine bir “derin”lik arıyorsa, buna “derin sistem” demek daha doğru olur.


Yiğit Tuncay: Bu topraklardaki modernleşme eğilimleri, emperyalizmin dünya üzerindeki projelerinin hayata geçirilmesi ile doğrudan alakalı olmuştur hep. Tabi ki, bu tarihsel akış içinde her şey birebir aynı olamaz. Ama, farklı düzlemlerde gelişiyor da olsa, bizim tarihimizin, bu anlamda herhangi bir kopuş olmaksızın çizgisel bir akış göstermesi fazlasıyla dikkate değer diyebiliriz. Bölgemizde yine ciddi sıkıntılar var. Emperyalizmin Ortadoğuya ilişkin planları ve bu planlar içinde Türkiye’ye uygun görülen roller var. Tüm bu projenin halklara gerek “psikolojik harp” ile gerekse de “özel harp”le dayatılması gerçekliği var.

Bu genel durum üzerine gündeme Hrant Dink’in katledilmesi geldi. Bu katliam çok üzücü bir durum tabi. Ama ben, Hrant Dink’in katledilmesinin üzerine ne gibi gelişmeler olacağına dikkat çekmek istiyorum. Gerek dış politikaya, gerekse iç politikaya ilişkin olarak yaşanacaklar, üzerinde hassasiyetle durulması gereken konular. Bütün medya “milliyetçilik” üzerine yürümeye başladı. Sermayenin kendi tosunlarının üzerine yürümeye başlamasının pek tabi iktisadi bir temeli var. Sermayenin ulus-devlet organizasyonuyla ilgili dillendirmeye çekindiği sıkıntıları var. Ben bütün bu karmaşa içinde “milliyetçiliğin” şizofrenik bir paranoya olarak değerlendirilmesi üzerinde durmak istiyorum. “Milliyetçilik” neden bu kadar gündeme itiliyor ve böylesine dost olanın, birden düşman olmasının gerekçeleri nelerdir?

Gecikmiş Devlete Neo-Liberalizmin Darbesi

Suat Parlar: Türkiye’de neo-liberal devlete geçiş süreci yaşanıyor. Yani bugüne kadar hem meşruiyet temeli anlamında, hem savunu anlamında, hem ideolojik bir tutunum noktası olarak ‘milli devlet’ vurgusu ön plandaydı. Ama şimdi bunun boş bir kalıba dönüşümü ve o boş kalıbın da adı tam anlamıyla konularak, neo-liberal devlete dönüşümü sürecindeyiz. Bu sürecin sancılarıdır yaşanmakta olan. Türkiye’de bu anlamda kapitalist sistemde önemli denilebilecek değişimler yaşandı. Fakat, devlet buna uyum sağlamakta gecikti. Bu uyumsuzluk, devletin, özellikle uluslararası tekeller ve büyük sermaye tarafından bu çerçevede duruşu bakımından rezil edilmesini, yerlerde süründürülmesini, her gün manşetlerde ya da televizyon programlarında inanılmaz ölçüde aşağılanılmasını beraberinde getiriyor.

Dolayısıyla, bu noktada büyük sermayeyi temsil eden basının, “milliyetçilik kabarıyor”, “Türkiye’de büyük milliyetçi dalga var” demesi, samimiyetsiz, her türlü içtenlikten ve her türlü ahlaki değerden uzak. Çünkü söz konusu ettikleri, rahatsızlıklarını belirttikleri o “milliyetçi” kesimlerle silah arkadaşlığı yaptılar. TÜSİAD’ın bugün de önde gelen oligarşik hanedan ailelerine bakıldığı zaman, bunların bir dönem “milliyetçi” kesimleri finanse ettiklerini, hem de çok ciddi finansal olanaklar sunduklarını, onların politik alanını desteklediklerini, hatta 90’ların ikinci yarısından itibaren onların uzantısında yer alan güçleri de terbiye ederek hükümete taşıdıklarını, büyük destekler sunduklarını, biliyoruz.

Büyük Sermayenin Ebedi Faşizmi

“Bu kabaran milliyetçiliğin bastırılması lazım” gibi lafları eden büyük sermayenin bir kez daha ne kadar gayri-ahlaki olduğunun göstergesidir bu yaşananlar. Kaldı ki, o güce ilerde ihtiyaç duymayacakları da söylenemez. Yarın Türkiye’de “Soros solu”nun dışında, gerçekten de bu ülkenin toprağına basan bir ‘sol alternatif’ yükseldiği zaman, sokak milisini harekete geçirip, yine o kesimi bastırmak üzere ellerinden geleni yapacaklardır.

Türkiye büyük sermayesinin de, emperyalizmin de kastettikleri “milliyetçiler”, “soğuk savaş” döneminde kendi oluşturdukları yapılanmalar değil, ağırlıklı olarak halktaki o potansiyeldir. Halktaki o potansiyeli dağıtmak adına da doğrusu gayet iyi programlanmış “psikolojik savaş” kampanyaları yürütüyorlar. “Psikolojik savaş” kampanyası, açıkçası, ağırlıklı olarak halkı hedefliyor. Burada da “sol”u gayet güzel kullanıyorlar. Türkiye’de adına artık “sol” denilmesi bile yanlış olan, “insan hakları” koordinatına sıkıştırılmaktan öteye gidemeyen, insan hakları koordinatının ticaretini yapan, Batı destekli ve bütün doktrinasyonu Batı’dan alan, sesini kaybetmiş, rengini kaybetmiş, onurunu kaybetmiş, kişiliğini kaybetmiş bir “sol” var.

Mesela, Hrant Dink cinayetine dönersek; katleden merkezle, bu sözünü ettiğimiz neo-liberal tezlerle uyumlu, “insan hakları” çerçevesine sığdırılmış ve o meşruiyetten yararlanmaya çalışan sözde “milliyetçi kabarış” adı altında büyük sermayenin politik alanına hizmet eden, propagandayı yürüten merkez, aynı merkezdir. Tetiği çeken el ile o muazzam propaganda savaşını yürüten merkez, aynı merkezdir.

Türkiye, açıkçası kendi varoluş dinamikleri bakımından hızlı bir parçalanma sürecindedir. Bu parçalanma klasik “ulus-devlet” anlamında bir vurguya dayanmıyor. Bu parçalanma, Türkiye’de emekçilerin cephe oluşturmalarını önleyecek tarzda bir parçalanmadır. Halkın birlik halinde hareket etmesini önleyecek bir parçalanmadır. “Parçalanma” denildiği zaman da, bunu anlamak gerekiyor. “Sizde de bu anlamda hastalıklı bir yan var ve devamlı bu parçalanmayı dile getiriyorsunuz” diyenlere verilecek cevap da budur. Elbette bir parçalanma problemi var. Bu parçalanma bu ülkede değişim umutlarının ortadan kaldırılmasını ve bu ülkede emekçi sınıf dinamiğinin, geleceği inşa edecek tarzda bütün imkânlarının yitirilmesini beraberinde getiren bir parçalanmadır. Bu parçalanmanın şu anda en önemli sorumlusu da, istisnaları koyarak söylüyorum: Türkiye “sol”udur.

Yiğit Tuncay: Milliyetperverler görüntüsünden bahsettin. Hrant Dink cinayetinden sonra “milliyetçiliğe” bir kere daha savaş açan bir cepheden söz ettin. Bu cephe zaten solla bağlantılı bir cephe. Fakat iki tarafta da görüntü şöyle çıktı: Bir taraf “ulus-devlete bağlı “milli”lik anlayışı ortadan kaldırılmalı, dünya ekonomisiyle bütünleşmiş bir Türkiye modeli savunulmalı” derken, diğer taraf “devletin bekası ve “milli”lik vurgusunu yapıyor. Aslında, kapitalizmin gereklerini yerine getirme konusunda farklı düşünmeyen iki eğilim var. İkisi de sonuçta aynı kapıya çıkıyor.

Kapitalizmin Dini Müfrezesi

Suat Parlar: Türkiye’nin en büyük şanssızlığı, milliyetçilik programı adına ortaya çıkmış olanların, ulus-devletin en büyük düşmanı olmalarıdır. Türkiye’de ulus-devletin yıkılış sürecinde en büyük katkı, kendini milliyetçi olarak ön plana sunan kadrolardır. Sonuna kadar ittifakçıdırlar, sonuna kadar NATO’ya bağlıdırlar, sonuna kadar NATO tarafından örgütlenmişlerdir, sonuna kadar İsrail doktrinasyonuna açık durumda bulunmuşlardır. Özal’ın teşkilatının kuruluşundan itibaren, işlev olarak neo-liberal devlete veya programa geçişin örgütsel zeminini hazırlamışlardır. Peki o partinin omurgasını oluşturan bu sözde milliyetperverler değil miydi? Türkiye’de ulus-devleti yok eden irade buradan çıkmıştır. Gelinen noktada, bu trenin son katarına da son yıllarda dışarıdan çok büyük fonlarla beslenen ve o mültecilik koşulları içerisinde iyice çürümüş olan solun bir kesimi eklemlenmiştir.

Milliyetperverlerin dayanışma içerisinde oldukları, güç aldıkları cemaat yapılanmaları var. Türkiye’deki dinî cemaat yapılanmalarının tamamına yakını emperyalizmle işbirliği içerisindedir. Her biri dışarıdan gelen avrolarla, dolarlarla takdis edilmiştir. Yabancı istihbarat kuruluşlarından aldıkları fonlar ortadadır. Bunu kendileri de biliyorlar. En önemlisi de şu; müslümanlıklarını kaybetmişlerdir. Özellikle başlarında bulunan isimlerin müslümanlıkla hiç bir ilgisi kalmamıştır. Bunlar artık Türkiye’de çok açık bir biçimde kapitalizmin dinî müfrezesi gibi hareket ediyorlar. Başlarında bulunanların hiç birinin ulemâ niteliği yoktur. Bu işi neredeyse bir holding mantığıyla, uluslararası bir şirket mantığıyla ele almaktadırlar. Türkiye’nin en büyük şanssızlıklarından bir tanesi de cemaat yapılarının ulusal şirketten, çokuluslu şirkete dönüşmüş olmalarıdır. Bunlar artık çokuluslu şirket çerçevesi içerisinde her biri birer ekonomik ticari kuruluşa dönüşmüş vaziyettedir ve muazzam fonları kontrol etmektelerdir. Açıkçası bunların içinde bulundukları durum, Türkiye’de İslâm’ın inanılmaz ölçüde yaralar almasını beraberinde getirecektir.

Suç İçin İyi olan Kapitalist Medya İçin de İyidir

Derin devlet kavramını Mehmet Ağar ortaya atmıştır. O da Amerikalılardan aktarmıştı; “derin Amerika”. Watergates skandalı sırasında “derin gırtlak” denmişti. Yönetimin içinden Washington Post yazarlarına bilgi veren bir kişiden bahsedilmişi. O kavram, o döneme özgü bir kavramdır. O kavram, Türkiye’ye “Susurluk kazası” sonrasında Mehmet Ağar tarafından “derin devlet” olarak taşındı. Sonra da benimsendi.

Burada açıkçası vurgunun sisteme yapılmasında zorunluluk vardır. Eğer derinlikten söz edilecekse; “derin sistem” demekte yarar vardır. Bu öyle bir “derin sistem” ki; başyazarları öldürülerek ele geçirilen, patronları defalarca gözaltına alınan, uyuşturucuyla irtibatları devlet raporlarında sayfalar dolusu yer alan bir medya sektörüne sahiptir. Buralarda hizmet veren eski solcular da vardır. Türkiye’de, özellikle uyuşturucudan elde edilen fonların emanet edildiği okul zinciri sahipleri, onların basın ilişkileri, bunların hizmetinde, ortağı olan ve halen daha görevde bulunan belediye başkanları da vardır. Neresi derindir bu devletin?

Sistem anlamında, iş bölümünde rolü bu olan holding sahipleri “derin sistem”dir. Ve bütün bunlara rağmen, iki darbe anayasası hazırlığı yapan TÜSİAD’la ilgili hiç bir soru sorma zahmetine girmemişlerdir. TÜSİAD’ın 12 Eylül’deki konumunun üzerini ustaca örmüşlerdir. TÜSİAD’ın 12 Eylül öncesinde paramiliter bir örgütlenmenin neredeyse bir karargâhı olarak işlev görmesinin de üzerini örttüler. Türkiye kontrgerillasının en önemli merkezlerinden birinin, TÜSİAD’ın o çelik çekirdeği olduğunu, hem de yasadışı bir biçimde o dönem kurulmuş olan işveren örgütlerinin veya bazı ziraatçı kuruluşların üzerini de örten bu “derin sistem”in olduğunu unutmamak lazım. Yani “derin devlet”ten ziyade o “derin sistem”e ve o “derin sistem”in örtücülüğüne, o “derin sistem”in örtücü ideolojisine bakmak lazımdır.

Türkiye’ye 1975-1980 arası 30 milyar lira tutarında silah ve mermi girmiştir. Yüklü miktarda asetik an hidrit girmiştir. Türkiye uyuşturucu trafiğinde bir köşe taşıydı. Muazzam fonlar birikti ve o muazzam fonlar Türkiye’de holdinglerin, bankaların kasalarına aktı. Ne ilginçtir ki, oralardan semiren, daha doğrusu Türkiye’nin altın kaçakçılığından tutun da, bilumum kirli düzeneklerle muazzam bir fon akışında kilit rol oynayan ve daha sonra dünyanın en zengin işadamları arasına giren, televizyonlar kuran bu isimler, Türkiye’de en radikal görünen solcuları bile televizyonlarında yorumcu yapabildiler. Alın size “derin sistem”. Bundan daha derin bir sistem olabilir mi?

17 yaşındaki bir çocuğun eline silahı verip adam öldürtmekten daha büyük bir cinayeti örgütlemektir bu. Çünkü burada söz konusu olan zihin sömürgeciliğinin devamıdır. Zihinsel anlamda çok açık biçimde bir toplumun neredeyse kültür kırımına uğratılmasıdır. Türkiye toplumu büyük bir kırımla karşı karşıyadır. Kültür kırımı sürecinde Türkiye’nin acımasız ve elleri kanlı, doğrudan doğruya en kirli düzeneklerden beslenmiş olan, büyük sermaye gruplarının cürümlerinin üzerinin örtülmesinden daha büyük derinlik olabilir mi?

“Soykırım” Sermaye Birikiminin Özüdür

“Ermeni tehciri”nden söz ediyoruz. “Ermeni tehciri” neticesinde ele geçirilen malların, kimler tarafından ele geçirildiğinin bir listesini verelim bakalım. Türkiye’de, şu ortada dolaşıp “demokrasicilik” taslayan “sivil toplum”cu, yeni anayasalar öneren işadamları insan içine çıkabilecekler mi? Eğer Türkiye’de birileri “soykırım” arıyorlarsa, önce Türkiye’nin holding patronlarının geçmişlerine ve babalarına bakacaklar. Çukurova’da el konulan çiftliklere bakacaklar. Ege’de el konulan çiftliklere, soyulan Ermeni mallarına bakacaklar.

Türkiye’de böyle bir sorumluluk aranacaksa, bunun sınıfsal ölçütlerinin korunması lazımdır. Bu “Ermeni tehciri” neticesinde kimler semirdi, kimler zenginleşti, kimler palazlandı? Türkiye’nin büyük sermayesinin serüveni kirlidir ve kanlıdır. Temelinde de, “Ermeni tehciri” yatar. Burada halkı sorumlu tutmasınlar.

Bakın, Kürtlerle biz kardeşlikten öte kaynaşmış vaziyetteyiz. Bu çok tehlikeli olur. Yani bizim tutup “bu işi Kürtler yaptı” dememiz, bölücülüğün en büyüğüdür. Kürtlerle, Türklerin ortak yaşama iradesini reddetmeleri anlamına gelir. Dolayısıyla, o cürümleri, özellikle Türkiye’nin sermayesinin oluşum dönemindeki cürümleri, iyi incelemek lazımdır. Şimdi televizyonlarda yorum, kalemşörlük yapanlar, “Ermeni meselesi de gündeme gelmelidir” diyenler, işin bir de bu yanına bakmalılardır. Şimdi büyük bir ikiyüzlülükle bu ülkeyi mezatta satışa koyar gibi “soykırım tanınsın, o zaman bakın dışardan ne krediler gelecek, Türkiye bütün sorunlarını nasıl çözecek göreceksiniz” diyen bir büyük sermaye iradesi var. Yani bu dışardan bir dayatma değil, içeriden bir dayatmadır. Bu ülkeyi mezata çıkarmış bir büyük sermaye var. Bu ülkeyi burada mezata çıkaran büyük sermayenin rolünü iyi algılamak lazım.

Bu ülkede kendi doktrinel temellerine sahip bir faşist hareketten söz edilemez. Burada Gladio’nun paramiliter güçlerinden söz edilebilir. Gladio, son derece merkezi ve bütün kodları dünyanın önemli çok uluslu şirketlerinin forumlarında kararlaştırılan bir yapılanmadır. Bu düzeneğin hükmünü icra eden Türkiye’deki kirli sermayenin suçları arasında; Ermeni tehciri, iç savaşlar ve darbeler vardır. Darbe anayasalarının hazırlanması da vardır. Uyuşturucu ticareti vardır. Uyuşturucu ticaretinden elde edilen paralarla televizyonların kurulması vardır. Büyük basın kuruluşlarının finanse edilmesi vardır. Türkiye’nin sözde “aydın” geçinen tabakalarının parayla satın alınması vardır. Bu bir kültür kırımıdır. Bu kültür kırımı, “derin sistem”in kendisidir. Dünyada kendi özerkliği çerçevesi içerisinde kendi kendine hareket eden bir devlet var mıdır? Bu devletin tanımına terstir. Dolayısıyla, bu meseleyi, bu açıdan ele almakta fayda vardır.

Ben TÜSİAD’ın anayasa açıklamalarından çok korkarım. Bir neden-sonuç ilişkisi kurmadan, sadece varolan siyasi iklimi vurgulamak açısından söyleyeyim: 12 Eylül öncesi, TÜSİAD hazırlıklar yapardı, konferanslar toplardı; Ne tesadüftür ki, TÜSİAD’ın yeni anayasa önerisini gündeme getirdiği gün, Hrant Dink öldürüldü. Bir saat arayla. Bu bir siyasi iklimdir. Bir kurgudan yola çıkmıyorum. Ama, sadece TÜSİAD’ı izlemek bile burjuva demokrasisinin ne anlama geldiğini veya faşizm olarak sistemden soyutlanan, sistemden çıkartılan ve sanki bir arızaymış gibi gösterilen, bu anlamda karşısında cepheler oluşturulan doktrinel yapının, ideolojinin ne anlama geldiğini, TÜSİAD’ın o serüveninde izlemek mümkündür.

Yiğit Tuncay: Doğrusu her mermiye bir ideolojik içerik sağlamak, senin de vurguladığın gibi, “derin sistem”in asıl karargah olduğunun üzerinin örtülmesini sağlıyor. Tabi, mermi yerine ulaştıktan sonra da, ortaya çıkan krizi de iyi yönetmek gerekiyor. Bu da iletişim teknolojisinin görevi. “Derin sistem”in işleyişinin temelinde ise ekonominin göstergeleri var.

Kapitalist Medyadan Vur Emri

Suat Parlar: Hrant Dink, eğer, Türkiye’de basın tekelleri tarafından defalarca gösterilmemiş olsaydı, tanıyan olacak mıydı? Burada söz konusu olan 301. madde veya suç duyuruları mı, yoksa devamlı kameraların odaklanması mı? Yani o kameralar niye odaklandı? O kameralar neden saatlerce, günlerce belli görüntüleri kafalara kazıdılar? Psikolojik savaş harekâtı nasıl yürütüldü? Bunu çok iyi izlemek lazım. Ama bir bütün olarak bakıldığında, şunu söylemek mümkün; Türkiye’de paramiliter yapılardan sistemin kendisi de vazgeçemez. Buna TÜSİAD’ı da, büyük sermayesi de ve hatta NATO’su da ihtiyaç duyacak. Türkiye’de bu yapılardan vazgeçemezler ve bunları feda edemezler. Bu mümkün değildir. Sadece şu olur: Bu yapılar belli dönemlerde hizaya çekilirler. Aynen Susurluk sürecinde olduğu gibi.

Burada kimse, kimseyi emirle, komutayla, talimatla yönlendirmek durumunda değildir. Bu ancak, içsel arayışın yoğun olduğu süreçlerde gündeme gelen bir yöntemdir. O zaman karargâh da, yapılanma da, silahlanma da merkezidir. Ama, Türkiye’de iş öyle bir hale geldi ki, bir bakıma kontrolden çıkmaya başladı. Yani Amerikan ordusunun silahlarının on beş yaşındaki çocukların beline takılması ve o silahların yarın kime döneceğinin belli olmaması problem yaratıyor. Ayrıca güvenlik problemi de yaratıyor. Bu noktada tedbirler alınır ve tedbirler alındıktan sonra da, sistem bu kampanyayı durdurur. O paramiliter yapılar hizaya çekilir, teşkilatlanır, “büyük ağabey”lerin denetimi altına girer. “Büyük ağabey”ler de, zaten “büyük birader”in denetimi altındadır. Bu şekilde patlayan lastikler onarılır. Bunun dışında bir “derin devlet” var ve o “derin devlet cinayetleri planlamış” gibi yaklaşımlar, çok doğru gelmiyor bana. Bunlar bu kadar basit değil. Bu bir sistematik işleyiştir.

Amerika’nın bölgeye müdahalesinden sonra büyük bir dalga kabardı. Bu dalga dinamik olarak “milliyetçi” kabarış biçiminde yorumlandı. Bu kabaran dalganın yer yer fazla riskli olmayan eylemlerle denetlenmesi söz konusuydu. O fazla riskli olmayan eylemler, aniden riskli hale gelmeye başladı. Yani kontrolü elden kaçırmaya başladıklarını gördüler. Bu sistem açısından da bir ürküntü yarattı. “Türkiye’de bir ulus-devlet var da, bu ulus-devlet emperyalizmin istemediği davranışlar içinde de, dolayısıyla ulus-devleti sıkıştırmak açısından bir takım kışkırtıcı eylemler düzenleniyor” gibi değildir bu durum. Türkiye’de sistem şu anda tümüyle küresel emperyalizmle iç içe işliyor. Herhangi bir çatışma yok. Devlet zaten istenen hızla ilerleyemediği için sıkıntı yaşıyor. Yoksa böyle bir programa karşı çıktığından, böyle bir programın karşısında yer aldığından değil. Özellikle de, silahlı bürokrasinin üst kademesinin belli imtiyazları koruyarak bu sürece eklemlenme isteği var.

“Ermeni Tehciri” Türkiye Kapitalizminin “Doğum Lekesi”dir

Suat Parlar: Hrant Dink üzerinden yürütülen tartışmaların bir anlamı, bir değeri olduğu inancında değilim. Hrant Dink’e birazcık saygı duyuyorlarsa, “Ermeni Tehciri” neticesinde Türkiye’de müthiş ölçekte zenginliklere el koyup, büyük hanedan oligarşileri haline dönüşen, gerek toprakta, gerek finansta, daha doğuşunda tekelci bir gücü elde eden kapitalist ailelere baksınlar.

Topyekün bir millet katillikle suçlanırken, herhalde çok yoğun bir delil araştırması yapılması lazım. Ben bu anlamda dedelerimizin hepsini tenzih ediyorum ve bunu zaten kabullenmiyorum. “Ermeni Tehciri” ve sonrasında yaşanan mukatelelerde, sorumlu arıyorlarsa kapitalist hanedanlara baksınlar. Yani ben bunu inceleyeceğim, şimdiden söyleyeceklerim de var ama, bunları söylemiyorum. Şu kadarına belki değinilebilir; TÜSİAD’ın en önemli isimleri Ermeni çiftliklerine, Ermeni topraklarına, Ermeni servetlerine el koyarak bu duruma geldiler. Şimdi ülkeyi mezata çıkaranlar da bunlar. Bu yapıyı iyi analiz etmek lazım.

Belli basitleştirmeler içerisinde “bu bir tarih görevidir, bunu tarihçiler yapsın” demekle olmaz. Tarih en zehirli ve en ideolojik bilimdir. Hangi tarihçiler neyi yapacaklar, neyi tartışacaklar? Ki bunlar politik meseleler. Politik olduğu ölçüde de sınıfsal meselelerdir. “Ermeni Tehciri” meselesini niye tarihçilere bırakacağız? Çünkü bu meselenin dediğim gibi başka yönleri de var. Bu meselenin, Türkiye kapitalizminin semirmesiyle, görülmedik ölçüde tekelci bir güç olarak daha başlangıçta doğumuyla, gelişmesiyle ilgili yanları var. Bu noktada tutup da koskoca bir halkı siz nasıl suçlarsınız? Bu kadar basit mi? Buradaki düzeneğin başka yönlerinin iyi araştırılması lazım. Emperyalist güçlerin bu olaylardaki rolünün iyi incelenmesi lazım. Bu böyle kendiliğinden gelişen bir trajedi değildir. Bu mesele, 19. yüzyıldan itibaren gelişen kapitalist birikim süreciyle yakından alakalıdır. Sömürgecilik sistemiyle, emperyalizmin yerleşme, insansızlaştırma ve yok etme süreçleriyle yakından alakalı bir meseledir.

Dolayısıyla, burada Hrant Dink üzerinden tartışma yapılacaksa, işin bu boyutlarına girmenin herhalde en azından belki bir saygı borcu olduğu da söylenebilir. Hrant Dink’in aklına bunların ne ölçüde geldiğini ya da gelmediğini bilemem ben. Yazılarını takip etmedim. Ama işin bu boyutu da çok önemlidir. “Ermeni Tehciri”, Türkiye kapitalizminin “doğum lekesi”dir. Türkiye kapitalizminin “doğum lekesi”, nedense Türkiye kapitalizminin en büyük servetlerine sahip olan sermaye gruplarının televizyonlarında tartışılmadı. Hiç biri cüret edip de, bunu sormadılar. Ne ilginçtir ki, bu büyük televizyon gruplarının başında bulunan isimler de, “Ermeni Tehciri”nin en yoğun yaşandığı bölgelerden gelen insanlardır. Türkiye kapitalizminin “doğum lekesi” tartışılmadan, bu meseleyi ancak üzerini örtmek için ele almış olurlar. Tekrar başa dönersek; bir “derin sistem” var ve o derin sistem meselelerin çok açık ve uyarıcı bir biçimde tartışılmasını istemiyor. Onun dışında kalanlar da, zaten işin polisiye yönleridir.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın