Devlet ve Ölüm – Suat Parlar

Devlet ve Ölüm – Suat Parlar


Direnç, hepimiz adına ve sonuna kadar direnç… Ölüm mü? Ölüm caydırıcı olamıyor; ölüm bir ceza mıdır? Ölümü ceza olarak uygulayan devletin bir tek yasası vardır, “hak kuvvetliden yanadır” yasası. Ölüm cezası, devletin sürekliliğini muhafaza etmek amacı ile devletin dar çıkarlarına hizmet eden katilce bir eylemdir. Bu eylemde taraf olan devlet, kullandığı şiddetin, kendine yönelik bir öc almaya dönüşemeyeceğinin ilkel keyfini yaşamaktadır. Ortadan kaldırılan insanın öcünü devletten alacak bir kurum veya kişi de yoktur. İlkel insan topluluklarının adalet anlayışından daha geri bir anlayışla, modern devlet tek yanlı gücüne ve şiddet tekeline dayanarak bir insanı ortadan kaldırmaktadır. Devlet hangi durumlarda düzenini tehlikede görür? Bunu kodlayacak herhangi bir bilimsel çalışma, çıkış noktasında sınırlılıklar içerir. Zira devletin yazılı yazısız kuralları, “devletin bekası” adına, her tür eylemi devlet düzeninin karşıtı olarak yorumlamaya elverişli imkanlar sunar.

Dünyanın çeşitli ülkelerinde, devletler siyasal muhalefete, etnik azınlıklara, ırk ayrımına karşı çıkan politik hareketlere, adli suçlulara, toplum hiyerarşisinde alt sınıf olarak kabul edilen yığınlarca insana idam cezasını uygulamışlardır. Bu gaddar ve insanlık dışı ceza, tüm bilimsel araştırmaların tanıklık ettiği gibi, caydırıcı etkiye sahip değildir. Toplum, idamı bir ceza olarak kabullendiğinde bu hangi biçimde olursa olsun törel hiçbir ilkeye dayanmıyor demektir. Törel ilkelerden yoksun bir toplum, ancak devlet şiddetini ve insan katliamını benimseyerek ayakta kalmayı savunabilir. Böyle bir topluma yöneltilen her türlü eleştiri, tartışmasız haklı ve meşrudur.

İdam cezası, devletin tüm baskı mekanizmalarının harekete geçmesi, tüm şiddet frenlerinin boşalması demektir. Devletin bu vahşeti geçerli kılabilmesi için, toplumun suç ortaklığına ihtiyacı vardır. Toplum bir bütün olarak, mümkün olduğu kadar çok kurum, ilişki ve zihniyet düzleminde bu vahşetin suç ortağı haline getirilir. Örneğin, halkın temsili iradesini yansıttığı kabul edilen parlamentolar idamı tartışır ve onaylar. Böyle bir suç ortaklığının kollektif bilinçte yarattığı, bir insanın yaşamına son veren ortak irade, insanlık onurunun toplumsal olarak yitirilmesidir. Ne yazık ki idam gösterileri, devletin şiddet planlarının onandığına inandığı andan itibaren, günah çıkarma ayinlerine dönüşür. Ancak bu, devletin, düzeni tehdit eden yeni unsurlar olduğuna karar verip, kurbanlarını aramaya başlamasıyla son bulur. Oysa hepimizin bildiği gibi, sözde, ortak ön kabulümüz olan “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”, devletin bir insanın canını almaya hakkı olmadığını beyan etmiştir. Bütün bunların ışığında, insani varlığın temeli olan hayat bir mübadele aracı haline getirilmekte, devletin koyduğu kurallara uymayanların, eylem, söz ve düşüncelerinin bedeli olarak, adeta bir gösteriş metaı olarak tüketilmektedir. Gladyatör dövüşlerinden günümüze kadar, şiddeti ve ölümü yaşamın vazgeçilmez ayinlerinden biri olarak değerlendiren, her sorunun çözümünde “sallandıracaksın üç-beş kişiyi” diyerek söze başlayan sıradan bilinç, devletin ve bu kurban ayinlerinin en büyük alkışçısıdır.

İdam yalnızca yaşama son vermekle kalmaz, bir süreç bütünlüğü içinde kavrandığında en büyük manevi işkencedir de. Önceden tartışılan, tasarlanan devletin tüm kurumlarını, mahkemelerini, parlamentosunu, güvenlik güçlerini harekete geçiren bu süreç, bireyi olanca yalnızlığı içinde kuşatır. Bu zaman dilimi içinde, kurbana öldürüleceği önceden haber verilir. Kurban ne zaman öldürüleceğinden habersizdir. İdam tarihi, devletin üstün mülahazalarına göre saptanacaktır. Bu tarz bir vahşeti, böylesine geniş imkanlarla hazırlayacak ve kararı kurbanına önceden bildirecek bir caniye hiçbir toplumda rastlanmamıştır.

Devrimci Şiddetin Meşruiyeti

Devlet ve iktidar birikmiş şiddet demektir. Devlet şiddet frenini patlattığı dönemlerde, vahşice ortadan kaldırdığı kurbanlarla topluma sürekli olarak şiddet tekelini elinde tuttuğu mesajını verir. Bu konuda, toplumun kollektif bilincinde adeta bir gen gibi taşınan asma, kesme eylemleri bir kez daha meşrulaştırılır. 3-5 Kişinin sallandırılması zorunluluğu, hezeyan biçiminde dile getirilir. Böylece devlet, düzenin sarsılma korkusunu öc almaya dönüştürür. Öc alınırken yaratılan ritüeller, kuşaktan kuşağa aktarılır. Yaşananlar bizim doğal bir parçamız olmuştur artık. Kuyucu Murat Paşa bizdendir. Osmanlının kardeş-oğul katlini kutsayan kanunnameleri bizim bir parçamızdır. Ermeni tehcirine katılanlar bizim dedelerimizdir. Bu kapsam içinde düşünüldüğünde, terörün tanımını değiştirmek veya genişletmek gerekecek; Terörizm genellikle bilinenin tersine, kendini sürekli kılma amacına uygun olarak örgütlenmiş ve şiddet tekeline dayalı yasal bir sistemin uzantısıdır: Burada önemli olan, yasal egemenlik veya hukuk düzeninin egemenliği değildir. Şiddet tekelini sürekli meşrulaştıran bir süreç olarak, yasalar, çoğu zaman insani olmayan davranışlara meşruluk süsü vermek, toplumsal ve politik açıdan istenmeyen kişileri tasfiye etmek için, devlet tarafından kullanılan araçlardır. Yasal terörizm çoğunlukla yargısaldır.

Bir iktidar biçimi olarak devlet ile vatandaş arasındaki en temel ilişki, sadece devlet yurttaşın hayatını koruma konusunda istekli ise geçerlidir. Devlet yurttaşlarının hayatlarını yaşam hakkına saygı temelinde reddediyorsa, o ilişkiler açısından devlet olmaktan çıkar. Bir devlet yurttaşını idam sehpasına göndermeye karar verdiği anda meşruiyetini yitirmiş demektir. Bu bağlamda yasal terörizmi reddeden yaygın bir reaksiyona sahip devrimci-politik şiddeti meşru kabul etmek gerekir…

Osmanlı toplumsal düzeni muhalif düşünceye ve eylemlere karşı hep acımasız oldu. Şeyh Bedrettin’i ipe çekti, Şair Nesimi’nin derisini yüzdü, 44 sadrazamın kellesini uçurdu, Köprülü Mehmet Paşa sadareti boyunca 30.000 cana kıydı. Osmanlı düzeni kardeş- oğul katli üzerine kuruldu, siyaset ölüm meydanı demek oldu. III. Mehmet (1594) 19 erkek kardeşini ve oğlunu öldürttü. Siyasi geleneğimizin oluşumunda alternatifin yok edilmesi kanunlarla güvence altına alındı. Fatih Kanunnamesi’ne göre idam edilen kardeş ve yeğenlerin katli için soruşturma ve yargılama yapılması yasak, fetva alınması ise gereksizdi. Çünkü onlar Nizam-ı Alem açısından katli vacip kişilerdi. Bu yüzden cülus vaki olunca, derhal katledilirlerdi.

1920’de Anadolu toprağına zulüm eken istiklal Mahkemeleri kuruldu. Asker kaçağı olduğu gerekçesiyle insanlar asılırken, TBMM ’den bedel karşılığı askerlikten muafiyet yasaları çıkarıldı. 1920-1922 arası, 14 istiklal Mahkemesi toplam 2939 idam hükmü verdi. İstiklal Mahkemesi hükümlerinin temyizi yoktu. Üç yılda toplam 1054 kişi asıldı. Savaş içindeki idamlar ve kurşuna dizmelerle ilgili bilgiye sahip değiliz. 4 Mart 1925 tarihinde Şeyh Sait ayaklanması üzerine Takrir-i Sükun Kanun’u ilan edildi ve İstiklal Mahkemeleri yeniden harekete geçti. İstiklal Mahkemelerini kuran kanuna göre isyan sahasındaki divan-ı harplerde verilen idam kararları, ordu, kolordu ve müstahkem mevki komutanı tarafından tasdik edilerek, infazlar gerçekleştirilmiştir.

Şiddet serüveninin bir diğer durağı ise 1935 “Tunceli Kanunu”dur. Bu kanuna göre iddianame sanığa tebliğ edilmeden duruşma yapılacak, duruşmalar bir celsede bitirilecektir. Yine bu kanuna göre, idam icrai bir görev olarak kabul edilmiştir. İdam hükümlerinin verilmesinde ve infaz edilmesinde, son söz vali ve komutanındır. Bu uygulamayla Tunceli Yasası 1924 tarihli TC Anayasası’nın dışında tutulmuştur. Ayrıca bu kanuna göre idam cezası makabline şamil olarak da uygulanabilecektir. Tunceli Kanunu ile Şadi Koçaş arasındaki mesafe kısadır. 17 Mayıs 1971’de İsrail Başkonsolosu Elrom’un kaçırılması üzerine, 12 Mart Hükümetinin siyasi işlerden sorumlu başbakan yardımcısı Şadi Koçaş’ın radyodan kendi sesiyle okuduğu bildiri aynen şöyleydi; “Hükümet hiç bir pazarlığa girmek niyetinde değildir. Konsolos en kısa zamanda serbest bırakılmadığı takdirde gizli örgütle yakın, uzak ilişkisi bulunanlar, adam kaçıranlar bunlara yardım ve yataklık edenler, bildikleri halde yerlerini söylemeyenler için idam cezası öngören bir kanun çıkarılacaktır. Konsolos serbest bırakılmayıp öldürüldüğü takdirde, bu kanun makabline teşmil edilecektir”. Aslında devletin öldürmek için kanuna ihtiyacı yoktur. Ancak şiddet tekelinin istenen hızla uygulanıp, sağlamasının yapılması düzenin sürekliliği açısından önemliydi ve bu konuda vahşete herkesin suç ortaklığı gerekiyordu.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan bugün sadece gençlikleri ön plana çıkarılan bu üç büyük devrimci, TC tarihinde TBMM tarafından yapılan oylama sonucu öldürülmelerine karar verilen ilk marksistler oldular. TBMM Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararını görüşmüş, CHP Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş, Anayasa Mahkemesi kararı şekil yönünden bozmuştur. Bunun üzerine ikinci görüşme yapılmış ve TBMM, Denizlerin asılmasını bir kez daha karara bağlamıştır. Bu arada CHP Genel Başkanı istifa etmiş yerine Bülent Ecevit vekalet etmeye başlamıştır. O dönemde bazı bağımsız milletvekilleri Ecevit’e idamlar konusunda ikinci başvurunun yapılıp yapılmayacağını sormuşlar ve olumsuz yanıt almışlardır. CHP idam kararının suç ortaklığını üstlenmiştir. Ancak ciddi hiç bir parti siyasi idamlar konusunda bu kadar kısa zamanda fikir değiştiremez. Eğer değiştirmiş ise, bunun gerekçelerini kamuya açıklamakla yükümlüdür. Bu konu basın tarafından da izlenmemiştir. Mavi karanlık döneminde ortak ayıbımız olarak unutulmuştur.

Gezmiş ve arkadaşlarının siyaseten katline kapıyı açık tutanlar, onların temsil ettiği değerleri bastırdıkları oranda, sonradan “umudumuz” olmuşlardır. Ayrıca basın ikinci kez idamlar görüşülürken, bu görüşmelere haber değeri vermemiştir. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idama gönderen irade işte bu ortaklığın işidir. Bu iradeyi ters anlamıyla en dürüst ifade eden kişi AP Malatya milletvekili Hamdi Özer’dir. Hamdi Özer idamlar ikinci kez mecliste görüşülürken şunları söylemiştir; “Türk devleti nefis müdafaası olarak ona saldıranları ölümle cezalandırmıştır. Haklıdır ve doğrudur. Devletimizin yaşaması için binlerce kişiyi kurban etmek farzdır, arkadaşlar. Elbette ki bir devlet yaşayabilmek için kendisini savunmak zorundadır: Türk devletine ve cumhuriyetine saldıran kim ve kimler olursa olsun, ister üç, ister üç yüz bin olsun tepelenmelidir”.

Bugün Denizleri ipe göndermek için aslanlar gibi savaşanlar başımızda. İki aylık Zincirbozan tatiliyle demokrat oldular. 12 Eylül döneminde 48 insanımız daha devletçe kurban edildi. Bunların 19’u solcu, 8’i sağcı, 20’si adli hükümlüydü. Yüzde doksanlara varan kabul oyuyla anayasa, o dönemin ağzına kadar dolu miting meydanları, bağış kampanyaları anımsandığında, “3-5 kişiyi sallandıracaksın” sohbetlerinin evlerden eksik olmadığı düşünüldüğünde, beş generalden çıkmış idam cezaları söylemi bir anlam taşımıyor.

Bizim kollektif bilincimiz bu anlamda insanlık dışı tortularla yüklüdür. İşte, daha gerilerden, 1950’lerden önemli bir örnek: Hayati Karaşahin üzerinde Sahra Topçusunun Tabiye Ve Tekniği adlı kitap bulunduğu ve Sovyetlere casusluk gerekçesiyle 1955’te Ankara’da Saman Pazarı’nda asıldı. Asılacağı gece, Ankara’nın çeşitli semtlerinden Saman Pazarı’na doğru insan seli akmaya başladı. Kucağında bebeğiyle gelenler, çocuklarıyla gelenler, piknik sepetleriyle gelenler vardı. Polise, jandarmaya “ne olur bırakın gideyim, herifin asılmasını yakından göreyim” diye yalvaranlar oldu. Karaşahin sehpaya çıktığında “Beni haksız yere asıyorsunuz” diye haykırdı. Halktan bazıları geber diye bağırdılar. Karaşahin’in cebinden 3.000 TL çıktı. Ailesine yük olmasın diye cenaze masrafları için altın dişlerinin sökülmesini vasiyet etmişti. Vasiyeti polis gözetiminde yerine getirildi. Babası, karısı genel tepki havasının etkisiyle cenazeye sahip çıkmadılar. 1955’ten 6l’e, Adnan Menderes ve iki arkadaşının idamına yol kısaydı.

12 Eylül sonrası sivil toplumculuğun elden bırakılmadığı, ‘aydın bakan’ Adnan Kahveci ile dostluk etmenin sivil toplumcu entelektüelliğin gereği olarak görüldüğü, Adnan Menderes’in kefen tüccarlığını yapan ANAP döneminde, 25 Eylül 1984’te Hıdır Aslan, 7 Ekim 1984’te İlyas Has idam edildiler.

Devlet bu dönemden sonra idamları durdurdu. İdamların yerine 33 Kurşun politikasını ikame etti. Aslında 33 kurşun politikası hep gündemde tutuldu. 33 Kürt köylüsünü kurşuna dizdiren Org. Mustafa Muğlalı’ya göre; “Sorgu ve mahkeme ne oluyormuş. Hepsini öldürün diğerlerine ders olur” anlayışı doğruydu. Bu anlayış devletin ebed- müddet sahiplerinin gerçek anayasasıdır. Milli Şef 1945 yılında Van’ı ziyaret etti ve Van’a 33 kişinin katili Org. Mustafa Muğlalı’yı koluna takarak girdi.

Devlet yazılı hukukla yönetilmez. Hukuku yazısızdır. Yazısız hukukunu kollektif zihniyete şiddetle kazımıştır. 33 Kurşun, Kızıldere, 12 Temmuz, devletin yönetsel hızını arttırmak içindir. Devlet, şiddetin tekelleşmiş hızı demektir…


Marksist Damar, Şubat 1994, Sayı: 3


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın