Mehmet Akif’e Göre II. Abdülhamit; Hz. Musa Kılığındaki Bir Firavun-ı İstibdattır – Suat Parlar

Mehmet Akif'e Göre II. Abdülhamit; Hz. Musa Kılığındaki Bir Firavun-ı İstibdattır - Suat Parlar


II. Abdülhamid Han’ı eleştirdiği “İstibdad” adlı şiirini çoğu insan kulak ardı eder bir kısmı ise görmezden gelir. Hatta Cemil Meriç “Akif, keşke Abdülhamid aleyhine yazdığı bu hicviyeyi Safahat’ına almasaydı.” demiştir.

II. Abdülhamit, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek parlamentoyu, (Meşrutiyeti) lağvetti. II. Meşrutiyet ilan edilene kadar geçen döneme Abdülhamid’in İstibdat (baskı) dönemi denir. Bu dönemde anayasal haklar kısıtlanmış ve baskılar artmıştır.

İstibdad’ı eleştirmeyen Meşrutiyet aydını yok gibidir. Ancak Akif’in  II. Abdülhamid’i eleştirileri ağır denecek türdedir. İstibdad adlı şiirden bir iki kesit koyacak olursak:

“Zaman gelsin de görsün böyle dünyalar kadar zillet (aşağılanma)
Otuz üç yıl devam etsin, başından gitmesin nekbet (uğursuz)”

Padişahı uğursuz olarak nitelendirmiş ve dünyalar kadar aşağılanmanın, hor görülmenin otuz üç yıl diyerek tahtta otuz üç yıl kalan padişaha atıfta bulunmuştur.

Hatta;

“Ne ali (yüce) kavim idik sen geldin sefil ettin.”

demiştir.

“Düşürdün milletin en kahraman evladını ye’se (keder)
Ne melunsun (lanetlenmiş) ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e”

Rezil eden, lanetlenmiş demek ile yetinmemiş “ruh-i İblis’e rahmet okutan” diyerek şeytan ruhlu bir insan olarak nitelendirmiştir.

“Gölgesinden korkup bağıran bir ödlek
Otuz üç yıl bizi korkuttu “şeriat” diyerek”

Akif burada Sultan’ı gölgesinden korkmakla nitelendirmiş, milleti “şeriat” diyerek korkutan bir din istismarcısı rolü biçmiştir. Bir kesimin sultanı “evliya” diye nitelendirmesine karşın, “Kızıl Sultan” yakıştırmasını ilk kullanan Akif olmuştur.

“Ah efendim o herif yok mu Kızıl Kafirdi”

diyerek Sultan hakkında ağır ithamlarda bulunmuştur.

Akif başka bir şiirinde;

“Ortalık şöyle fena, böyle müzebzeb işler,
Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer”

diyerek Yıldız Sarayındaki padişahı “baykuş”a benzetmiştir.  Otuz üç yıl boyunca baskı ile ülkeyi yönettiği için Sultan’ı ağır şekilde eleştirmiştir.

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem”

diyen  Akif’in başka şekilde bir duruş sergilemesi düşünülemezdi zaten. Şimdi Suat Parlar’ın kaleminden Akif ve Abdülhamit ilişkisine bakalım…

Halk Sahnesi Oyuncuları


II. Abdülhamit’e İslamcı münevverler ve İlmiyye kesiminden şiddetli tenkitler geliyordu. Mustafa Sabri Efendi’nin çıkardığı Beyanu’l-Hak mecmuasında Sultan henüz tahttan indirilmeden yazılan ve “Fatih dersiamı” Hafız Mehmet Efendi’ye ait olan yazıda:

Hükümet-i sabıka bütün Osmanlılara reva gördüğü zulmün en şeni hissesini Müslümanlara tevdi eder, biçare ahaliye havale eylediği silah-ı şekavet ve İstibdatın en mukavemet-sûzunu İslâm’a musallat ederdi.

Aynı yazıda İstibdat rejiminin, dini meşruluk aracı olarak kullanması ve “icra eylediği cinayeti” örtmede payanda haline getirmesi şiddetle eleştiriliyor:

İhtira eylediği mezâlime, kanun-şikenliğe bir şekl-i meşru ve makul vermek, cebin-i hiyanetini riyakârane bir surtte enzâr-ı tecessüs-i âlemden setr eylemek için icra eylediği cinayâtın hâşâ ahkâm-ı celile-i din-i mübinden olduğunu ilan ederdi.

Sultan Hamit’in İstibdat Rejimi’nin İslâm karşıtı niteliğini ortaya koyan ilmiyye mensubu Hafız Mehmet Efendi “hiyanet” içinde olunduğunu vurguluyor ve “riyakâr”lığa dikkat çekiyor. Abdülhamit’te, II. Mahmut gibi ülkeyi “batılılaşma” teslimiyetine sürükleyen zincirleri örterken “riyakârene” biçimde dine dayanıyordu. Ancak, bu teslimiyetin kurumlaşması için yaratılan istibdat İslâm’ının kabulü, İslâmiyet’i temsil eden değerlere, külliyata, hukuk ve medeniyet birikimine karşı mücadele ile mümkündü. Ülkede İslâmiyet’in toplumsal, kültürel, hukuki açıdan “batı” karşısındaki varlık koşullarını temsil eden, medeniyet birikimini taşıyan, tüm kurum ve kaynaklar çürümeye terk edildi ya da tasfiye edildi. Öyle ki Hafız Mehmet Efendi’nin anlatımıyla, İstibdat idaresi, “Kütüb-i diniyeyi toplar, en hasis yerlerde, hamam külhanlarında ateşe yakardı.” Sultan II. Abdülhamit yönetiminde İslâmi eserler yakılmakla kalmıyor, İslâmi kurumlar da tasfiye ediliyordu:

Talebe-i ulûmu (kendilerinde efkâr-ı ahrarâne bulunduğundan dolayı) mavnalarla, süprüntü kayıklarıyla harice tardu tab’id eyledi. Huzur Mahkemesi gibi bir bab-ı adaleti seddu tatil, Mecelle Meclisi gibi bir mahfil-i ilm u irfanı lağv-u tenkil etti.

Türkiye’nin kendi hukuk tekâmülünün özünü kavrayan “Mecelle” üzerine çalışan “meclis” tasfiye ediliyor, II. Abdülhamit rejimi, batının kapitalist hukukunun ülkeye yerleşmesini hızlandıran şartları hazırlıyor. Batıda İslâmi külliyat yoğun bir ilgi konusu olur ve kapitalist sistemin yarattığı beşeri kriz şiddetlenirken, yüzünü “medeniyet” ve “terakki” adına bu çürümeye dönen Türkiye’de büyük bir birikimi temsil eden hukuk metinleri bertaraf ediliyordu. “Avrupalılar İbn-i Abidin’i, Minhac’ı, Fıkh-ı Hanefi, Şafii, Maliki’den binlerle desatir-ı adalet ve ahkâmı tercüme ettikleri, Şerh-i Mevâfık gibi kütüb-i kelâmiyeyi defaatle tab’u neşr ettikleri halde revacgâhı sûk- irfandan kaldırdı.” Halife unvanıyla Müslümanların “imamı” mevkiini vurgulayan, “İslâmcı” siyaseti Panislâmizm boyutlarına taşıdığı söylenen bugünün İslâmcılarının “Ulu Hakan” dedikleri II. Abdülhamit döneminde İslâm karşıtı uygulamalar öyle boyutlara varıyordu ki Fatih dersiamı Hafız Mehmet Efendi, İmparatorlukta İslâm’a vurulan darbelerin, dini “zeval” noktasına getirdiğini yazıyordu:

Sinin-i ahirede ibadullaha o kadar musallat oldu ki erbab-ı diyanet ve hamiyet bu melâ’in-i İstibdadın cism-i İslâm’a açtığı rahnelere bakarak bu memleketten İslâmiyet’in artık zevale yüz tuttuğuna hükümler vermeye başladı, matemler içine girdi. (1)

Günümüzün İslamcı yazarları, “Ulu Hakan” yüceltmesinin yanılsamalarını sürdürmek adına, o dönemin ilmiyye sınıfının, medrese öğrencilerinin, tarikat şeyhlerinin başına gelenleri ve İslâmi kuramların, yeniden tanımlanan ve batılılaşma ile uyarlı hale getirilen dinin baskı altına alınmasını örterler. İstibdat rejimi ve Sultan II. Abdülhamit ile ilgili olarak dönemin önde gelen İslâmcılarının yaptıkları eleştirileri ise sanki istibdat sansürü altında yayın yapmak mümkünmüş gibi II. Meşrutiyet koşullarına ve Sultanın iktidarını kaybetmesine bağlarlar. Oysa yarı sömürge zincirleriyle bağlanmış imparatorlukta İslâmiyet’in sosyal, siyasal, kültürel, hukuki gücü kırılmadan emperyalist egemenliğin kurumlaşmasının mümkün olmayacağı aşikârdır.

Emperyalizm çağında İslâmiyet’in “zeval” bulması: Kapitalist finans kuramlarının Osmanlı devleti ile bütünleşmesi, faiz sisteminin ve finans kapitalin mali araçlarının itirazsız kabulü ile iç içedir. II. Abdülhamit’in temsil ettiği istibdat İslâm’ı, emperyalist çıkarlara, kapitalist mülkiyet ilişkilerine, batı sömürgeciliğinin kuramlarına tehdit oluşturmuyor, bunların karşısında yer alabilecek İslâmi anlayış ve yapıları dağıtıyordu. (Türkiye’nin siyasi genetiğinde, uygulanacak dış destekli aykırı oluşumlar söz konusu ise bunun karşısında yer alması muhtemel toplumsal, siyasal güçleri etkisizleştirmek için tam da söylem olarak bunun karşısında durduğu yanılsamasına hizmet edenlerden istifade edilir.

En batıcı siyasetler batı karşıtı gibi görünenler, en teslimiyetçi programlar sözde “milliyetçi” olup tüm üst düzey kadroları emperyalist merkezlere hizmette temayüz eden ve kendilerine sistem tarafından güven duyulan kuruluşlar tarafından uygulanır. Emperyalist sisteme alt statüden dâhil edilen Türkiye bir yanılsamalar imparatorluğudur. Dolayısıyla İslâmcı direniş damarının kurutulması işinin Sultan-Halife II. Abdülhamit tarafından gerçekleştirilmesi ve sistemle uyumlu, batılılaşmanın sömürgeci kuramlarına itiraz etmeyen yeni bir İslâm’ın teşekkülünü sağlamada temel rolün onun tarafından üstlenilmesi doğaldır. Makyavelci burjuva siyaset anlayışı ile Osmanlı egemenlik sisteminin sentezi, böylesine çürüttüğü bir politik özelliği siyasi genetiğe işlemiştir. Bu temelde, ülkede her türlü siyasi program bu yanılsamalar zincirinin ikili işleyişinden payına düşeni almaktadır.

Bir yandan dini, milli veya sınıfsal inandırıcılığı korumanın, aynı zamanda yabancı desteği güvence altına almak açısından bir pazarlık kozu olması diğer yandan halkın yönelişlerini saptıracak ölçüde zevahiri kurtarması önemlidir. Alabildiğine milliyetçi bir söyleme sahip olmadan, emperyalist stratejilere uyum sağlamak veya büyük bir İslâmcı propagandayı yürütmeden batılı güçlerin payandası olmak veya sol bir tavrın koyu inancını sergilemeden sömürgeci güçlerin müdahale araçlarına hizmet etmek ya da emperyalist ittifak sistemlerinin tüm taleplerini yerine getirirken bu militer bağımlılığa rağmen “bağımsızlıkçı” görünmek sistemin gereğidir. Bu anlamda Makyavelci politika “sanatı”nın kurnaz uygulayıcısı Sultan Hamit “modernleşme”nin tüm temel kurumlarını mayalandıran, son fiili Osmanlı hükümdarı olarak bilinenin ötesinde günümüzün politik genetiğinde etkilidir.)

II. Abdülhamit’in din karşısındaki tutumunu ve siyasetlerini eleştiren İslâmcıları, onu “günah tekesi” yapmakla suçlamak haksızlıktır. Bu eleştiriler yüzeysel yakıştırmalar olmayıp olgulara dayalı anlatımlardır. Söz konusu eleştirilere göre: Abdülhamit İstibdat rejimini sürdürebilmek ve muhalefeti kırmak amacıyla ilmiye sınıfını “derece-i sufleye kadar” indiriyordu. Sultan medreseler üzerinde büyük baskılar kuruyordu. Bir yandan, takip, denetim ve jurnallerle “şule-i irfanı itfa, erbab-ı ulûm ve fünunu alelhusus hürriyet pervanını ifnâ” ediyor, diğer yandan medrese eğitiminin düzeyini düşürerek, buraları cazibe merkezi olmaktan çıkarıyordu. İstibdat İslâm’ı, boş inançlar taassup ve tevekkül adı altında sisteme kul olmayı dayatırken, “vaazlarda dua ve İsrailiyattan başka” bir konunun konuşulması yasaklanıyordu. Medreselerde imtihan usulü kaldırıldı (Tullab-ı ulum-ı diniyenin imtihan ulûlünü ilga etmesi de adavetine burhan-ı adildir).

Bu düzenleme neticesinde bir kısım talebe eğitimini yarıda bırakırken, kalanlar da gayet zayıf yetişiyordu. Taşradan İstanbul’a talebe gelmesi yasaklanıyor veya zorlaştırılıyordu. İlmiyye sınıfını baskı altına almak ve susturmak amacıyla 1893- 1894’de 10 bin civarında “talebe-i ulûm” mavnalara bindirilerek İstanbul’dan sürülüyordu. Sultan Hamit, tüm İslâmi mevkileri dağıtıyor, temel dini kurumları yerle bir ediyor, böylece sisteme muhalefet edecek kanalları tıkamanın yanı sıra gerçekte Müslümanlığın var oluş özüne ve biçimine aykırı bir İstibdat İslâm’ı için zemin hazırlıyordu. Bu sürgün derin izler bırakıyordu. Sürgünü anlatan tasvirler çarpıcıdır:

“On altı sene evvel ki devr-i istibdatın tam ortasında bir defa da nakl-i emvat tarzında İstanbul’dan dışarıya atılmak üzere bir gün içinde topumuzu kayıklara, mavnalara doldurmuşlardı” “İstanbul sokaklarından koyun sürüsü gibi fevc fevc menfaya gitmekte olan talebe-i ulumu gören ve erbab-ı vicdan ve eshab-ı namus¬tan bulunan İstanbul ahalisi bir vaveyladır kopardılar, pencerelerin camlarını kırıp feryat etmeye başladılar” “Kendilerini medreselerinden sille ile, kırbaçla, tekme ile çıkarıp yâr-u ağyare karşı ite kaka fevc fevc vapurlara irkab ettiği”. (2)

Bir gün içinde 10 bin medrese öğrencisinin “devr-i istibdat” da tekme tokat İstanbul’dan sürülmesinin üzeri örtülmüştür. Genellikle “fukara evladı” olan, “ihtilalane” hareketlerin etki alanında bulunan ve Mithat Paşa’yı “müsellah” olarak destekleme kararlığını ortaya koyan bu direniş ocağının söndürülmesini ana akım tarih anlayışı görmezden geliyor. İstibdat rejimine karşı tüm direniş edebiyatı “askeri” kesim üzerine temellendirilirken ve Şeref Vapuru anlatımıyla sürgünlerin Jöntürk niteliği vurgulanırken” 10 bin medrese öğrencisinin sürülmesi küçültülerek anlatılmaktadır. İslâmcılar ise “Ulu Hakan” yanılsamasının karanlığını yırtacak ve Abdülhamit’in toz kondurulmayan konumunu yerle bir edecek bu olgunun üzerini örtmede egemen tarih görüşü ile aynı ortak paydada birleşiyorlar.

Sultan tarikatlara ve ehl-i tarik insanlara da, ilmiye sınıfı gibi davranıyordu. Abdülhamit’i eleştiren İslâmcılara göre, onun Ebü’l-Hüda ve Şeyh Zafir’e iltifatlarda bulunması ise “onlar vasıtasıyla hakikat-ı cûyan-ı İslâm’ı iskat” etmek içindir. İstibdat’ın devamı için halkın cahil bırakılması ve “efkâr-ı umumiye’nin öldürülmesi” siyaseti izleniyordu. “Maarif-i diniye”nin yüksek ölçülerinin uyarıcı niteliğine karşı olan İstibdat Rejimi “cehalet” yayıcıydı. İslâmcıların yazılarında, II. Abdülhamit, din ve şeriata, dini hayat yaşamaya karşı bir kişilik olarak değerlendiriliyordu. Onun döneminde “şeriat sükût” ediyor, kötü ve çirkin bir hale getirilerek, umacı durumuna sokuluyor “şekl-i aslisi ve sima-yı hakikisi” tanınamaz bir duruma düşürülüyordu. Şer’i hükümler yürürlükten kaldırılıyor; fıkıh, akait ve hadis kitaplarından bazıları yasaklanıyor, tahrif ve iptal ediliyordu. Dini kitaplar yazılmaz, basılmaz olurken, mekteplerde gerçek din kitapları yerine “fihrist gibi bazı şeyler sathi bir şekilde, gösteriş olmak üzere” okutulmuştur. Dini yaşantı ve geleneklerdeki sınırlama ve yasaklar hemen her alana uzanıyordu:

Devr-i istibdatta lutf-ı ilahiye alenen teşekkür memnu, hak-i pây-ı risâlete tazarru badi-i mesuliyet, namazlarda ekser âyât-ı Kur’aniye’nin bile kıraat ve tilaveti sebeb-i nefyu tağrib idi. Cemiyât-ı Kur’aniye mefsuh, hatim ve mevlid dua kıraatları merasim-ı mübarekesi içtimaât-ı muzırıradan madut, tehniyet-ı hüccac yasak, tefasir-ı şerife eyadi-ı hükümette mehcurdur” Ayrıca “Hz. Peygamber efendimizin bile namı ziyade ihtiramlıca yazılamazdı. Mesela iki Cihan Sultanı Efendimiz denemezdi. (3)

Sultan, “gasp hilafeti”ni temsil ediyor ve dini, çürümüş yarı sömürge rejiminin payandası haline getiriyordu. İslâmiyet bir egemenlik ideolojisi tarzında bu kez de istibdat koşullarına uyarlanırken Sultan “din-i İslâm’a ihanet etmiş” olmakla eleştiriliyordu. İslâmcılara göre II. Abdülhamit, mümtaz anti-sömürgeci ve İslâmcı Mehmet Akif’in “, Muhibban’daki benzetmesiyle “kendisini Musa gibi göstermeye çalışan firavun-ı İstibdat”. Sultan Hamit’in dini merasimleri “samimiyet’ten uzaktır. Yine Mehmet Akif Muhibban’da yayınlanan bir yazısında “Yıldızda yüksek sesle tilavet edilen Buharî’ler hastalığı (kolerayı) def etmek için değil, sadedil halkın hissiyat-ı diniyesini okşayarak huluskâr bir padişaha ihlâs celp etmek için idi.” diyor. İlmiyye sınıfının önde gelen ismi Mustafa Sabri Efendi, İstibdat Rejimi’nin ahlakı nasıl çürüttüğünü anlatıyor ve şahsi çıkar anlayışının topluma nasıl nüfuz ettiğini vurguluyor,

(…) bütün efrad-ı milleti birbirinden soğutmuş, akrabayı akrabadan, komşuyu komşudan, vatandaşı vatandaştan ayırmış, herkesi birbirine karşı yabancı bırakmış, velhasıl vatandan garip düşürmüş idi. İstibdat kalplerde vatan muhabbetini, menfaat-ı umumiye hissini silmiş ve yalnız menfaat-ı şahsiye fikrini terviç eylemişti.. Rüşvet almış yürümüş, devlet dairelerinde israf artmış (gömleği kalmayan milletin parasıyla yapılan o kâşanelerin ve o kâşanelerin duvarlarına kaplanan ipekli kumaşların), iffet ve namus erbabı perişan olmuş; tahkir edilmiş iftiraya uğramış, sürülmüş, devlet memurluğu para ile satın alınmış, devletin gelirlerini padişah ve rical-i devlet istedikleri gibi kullanmış, kendi hesaplarına geçirmiş… Neticede büyük bir ahlaki çöküş devri yaşanmıştır. (4)

Sultan II. Abdülhamit ve İstibdat Rejimi’nin yarattığı yabancılaşma, toplumsal dokuları çürütüyor, “milleti tefrikaya düşürüyor”, sosyal bağları çözüyordu. Yine, İslâmcıların İstibdat rejimine yönelttikleri en önemli eleştiri konuları arasında “Kütüb-i diniye hariki”: Yasaklanan, toplanan sandıklar dolusu kitap Çemberlitaş Hamamı külhanında yaktırılıyor, Şerh-i Mevakıf ve Haşiye-i İbn Abidin gibi kitaplar yasaklanıyor, mevcut nüshaları toplattırılıyordu. Sultan Hamit, İslâm’ın öz değerlerine, medeniyet birikimine, hukuk ve fikir temellerine bağlı bir İslamcılık siyaseti izlemiyor, dini, yarı sömürge zincirleriyle emperyalizme bağlanmış bir diktatörlük rejiminin meşruluk kaynağı ve koyu muhafazakâr söylemle örtülen batılılaşmanın onay makamına dönüştürüyordu. Sultan Hamit Tanzimat’ın zirvesidir. Bu akış çizgisinde dini kuramların alabildiğine zayıflatılması ve laik bir sosyal, siyasal düzenin varlık koşullarının biçimlenmesine II. Abdülhamit’in siyasetleri zemini hazırlamıştır. Cumhuriyet bu gelişmelerin zirvesidir.

Sultan’ın Panislâmizm politikası ise İngiltere’nin güçlü rakibi Almanya’nın bu konuya verdiği önem nispetindedir. 1897 yılında İngiliz sefareti, baş tercümanı Sir Adam Block’un hazırlayıp Londra’ya gönderdiği raporda; “II. Abdülhamit’in tahta çıkışından itibaren kısmen hazır bulduğu ortamı değerlendirerek dini hususları ön plana çıkarılmaktadır. Padişahın Müslümanları ayaklandırıp İngilizleri Hindistan’dan çıkaramayacağının bilincinde olduğu ve ne Hindistan’da ve ne de Afganistan’da öyle bir çalışmanın içinde olmadığını bildirmektedir. Block, mevcut durumla ilgili bütün ihtimalleri değerlendirdikten sonra II. Abdülhamit’in Panislâm politikasının Hindistan’daki İngiliz yönetimine karşı sistemli, aktif ve düşmanca bir hareketten ziyade devlet dâhilindeki dini pozisyonunu güçlendirmeye yönelik” bir politika olduğunu vurguluyordu. (5)

İngiltere’nin İstanbul’daki gelişmeleri dikkatle izlemesi ve Panislâmist faaliyetlerin sonuçları üzerinde durması II. Abdülhamit’in bu konudaki siyasetinden ziyade sömürgelerde içten bir biçimde İslâm birliğini savunan insanların ve hareketlerin anti- emperyalist mücadeleyi yoğunlaştırmaları kaygısından ileri geliyordu. Sultan, finans kapital merkezlerine bağlı, mali spekülasyonun içinde, parasını batılı bankalarda tutan ve Avrupa devlet sistemine dâhil olmayı en büyük güvence sayan konumuyla anti-sömürgeci nitelikte bir Panislâmizm’i nasıl savunabilirdi? Onun böyle bir amacının olması imkânsızdı. Tüm amacı, yarı sömürge çürümesine saplanan egemenlik sistemini elde tutacak politik araçlara sahip olmaktır.

Sömürgelerde yaşayan Müslümanların, Panislâmcı bir hareketle bütünleşmesi anti-sömürgeci, emperyalizm karşıtı nitelik kazanacaktı ve bu durumun merkezi-uhrevi bir güç tarafından belirli sınırlar içinde tutulması zorunluydu. Anti-sömürgeci, batı karşıtı kapitalist mülkiyet rejiminin sonuçlarını reddeden bir İslâmi dalga yerine Makyavelci, kendi egemenlik sisteminin çürümesine esir olmuş, Avrupa devletler sistemi içinde kalmayı temel siyaset sayan bir Halife’nin tevekkül ve itidal tavsiye eden uysal İslâm’ı tercih edilirdi. Panislâmizm siyaseti ancak büyük emperyalist güçlerden birinin maddi kaynakları ve yönlendirmesiyle tehdit olarak kabul edilebilirdi. Nitekim Sultan Hamit kızına, Cihadın sadece adının “güçlü” olduğun söylüyor ve bu konudaki siyasetinin gücünü, etkilerini dışa karşı her zaman büyük göstermesine rağmen bunun Batılı devletler karşısında çok da önemli sayılmadığını belirtiyordu. (6)

İngiltere Panislâmizm siyasetinin Almanya elinde bir silaha dönüşmesinden korkuyordu, Kayzer II. VVilhelm’in 1898’de Suriye’yi ziyareti sırasında kendisini dünya Müslümanlarının dostu ilan etmesi, II. Abdülhamit açısından bir teşvik unsuru olmakla kalmıyor, saltanatının son on yılında Panislâmizm hakkındaki raporların çokluğu Batılı devletlerin de konuya ilgisinin nedenini açıklıyordu. Panislâmizm konusunda, “Almanya’nın da gündeme gelmesi, diğer Batılı devletleri daha fazla rahatsız etmeye yetip artmıştı.” (7) Ancak Halifelik iddiaları Osmanlı uleması tarafından bile ciddiye alınmıyordu. (8)

Panislâmizm siyasetinin özünü oluşturması gereken anti-sömürgecilikten eser yoktu. Diğer yandan Batı da, Osmanlı Devleti’nin görünüşüne oldukça önem veriliyor bu konuda büyük çaba gösteriliyordu. Örneğin, ABD’de orman yangınları üzerine, Padişah bu ülkeye 300 altın lira yardım gönderiyor. Hariciye Nezareti de Amerikan basınında bu konudaki olumlu haberlerden söz ediyordu. Halife Sultan Abdülhamit, “Avrupa’nın taçlı başlarının monarşiler arası protokolünün bir parçası olmak için özel bir çaba harcadı. Sultan Abdülhamit’in yirmi beşinci cülus yıldönümü, Padişahın, Avrupa kraliyet protokolüne dâhil olma yönündeki çabalarında, bir ölçüye kadar başarıya ulaştığını gösteriyordu. Yirmi beş rakamı, İslâm’da özellikle uğurlu bir sayı olarak kabul edilmediğine göre, bu kutlamaların yapılmış olması bile önem taşır. (9)

Bu törene, temsilci olarak Rusya ve İngiltere en önemli amirallerini, Fransa bir süvari generalini, İtalya bir amiralini, Almanya üst düzey görevlisini gönderiyordu. Osmanlı İmparatorluğu, diğer emperyal güçler gibi bir devlet olarak kendisine dair konularda, sömürgecilerden yana bir algılama içindeydi. Bu konuda, Afrika’daki sömürgeci egemenliği değerlendiren ve saray görevlisi Mehmet İzzet tarafından yazılan kitap önemli ipuçları sağlıyor. Mehmet İzzet kitabında, “uygar devletlerin”, sömürgeciler gönderdiği “Kara kıta”dan söz ediyor ve Osmanlı Devletinin de aynı siyaseti uygulayarak “vahşi” bölgelere “İslâm’ın ışığını yayma” adına harekete geçmesini savunuyordu. 19. Yüzyıl sonu sömürgecilerinin “beyaz adamın yükü” yaklaşımına benzer görüşler taşıyan kitapta, İzzet, sömürgeciliği şöyle açıklıyordu:

Dilimizde müstemlekat ya da müste’mirat olarak ifade ettiğimiz kavram, Avrupa dillerinde koloni olarak adlandırılır. Sömürgecilik uygulaması, uygar ülkelerin fazla nüfuslarını, halkı bir göçebelik ve yabancılık hali içinde bulunan (hal-ı vahşet ve bedeviyette bulunan) kıtalara göndermenin yanı sıra, bu vahşi yerleri geliştiren bir süreçtir. Bu aynı zamanda (uygar) ülkenin böylelikle yeni pazarlar kazanması ve sömürgeyi kendi topraklarına katması anlamına da gelir. (10)

İslâmiyet’i sömürgeleştirme aracı haline getirmeyi öneren bu anlayış temelsiz değildir. Nitekim İmparatorlukta bulunan göçebe ve aşiretlerden söz edilirken, “bir hali vahşet ve bedeviyet içinde yaşarlar” deniliyordu. Bu terimlerin sömürgeci bir çerçevede kullanılması kayda değer. Panislâmizm siyaseti; bu koşullarda inandırıcı olamazdı, sömürgelerde yaşayan Müslümanları, batı karşısında bir koz olarak kullanmaya dayalıydı. Osmanlı, kendisini “dünya siyaset oyunlarının eşit bir katılımcısı” olarak görürken, sisteme ait statüden dâhil olma ile yetiniyordu. Ahmet Cevdet Paşa’nın anlatımıyla, “Paris Konferansında Devlet-i Aliyye, Düvel-i Avrupa familyasına idhal-i ilhak” oluyordu.

İstibdat İslâm’ı halkın sadece sistem tarafından “onaylanan” din ile karşılaşmasına izin veriyordu. Örneğin, saray çevrelerine yakın olan Şeyh Ahmet Gümüşhanevi, öğretisi ile “siyasi iktidara mutlak itaate ve topyekûn sadakate” yaptığı vurgular nedeniyle rejim tarafından destekleniyordu. 1894’teki vefatına kadar tekkesinde vaazlarına devam eden Gümüşhanevi “özel bir teveccüh” işareti olarak Süleymaniye Camii’nin avlusuna gömülüyordu. Diğer yandan, eylemi ön plana çıkaran Halid-i Nakşibendî tarikatı İstibdat Rejimi açısından “tehlikeli” bulunuyor, önde gelenleri sürgüne gönderiliyordu. İslâm’ın kutsal değerleri ve kaynakları da İstibdat Rejimi’nin tekeline alınıyordu. “Resmi mukeddesatı denetim altına alma” adına Kuran-ı Kerim basımı ve dışarıdan getirilmesi katı ölçülerle sınırlanıyordu. 15 Aralık 1897’de Maarif Nazırı Zühtü Paşa, Şeyhülislâmlık makamına gönderdiği yazıda, İran ve Rusya tebaası Müslümanların Kuran basımı ve dağıtımı için başvurular yaptığını belirterek bu konudaki yasakları tekrarlıyordu:

Darü’l Hilafet’i Aliyye (Kutsal Hilafet Makamına) getirdikleri gayet iyi bilinmektedir. Bu uygulamanın kesinlikle yasaklanmış olduğunu size hatırlatmaya gerek bile yoktur. (11)

Bu doğrultuda tüm Kuran’ların bundan böyle resmi matbaalarda basılması kararlaştırılıyordu. Sadece Şii İran’dan değil, Sünni Kazan’dan hatta Abdülhamit’in övgüyle söz ettiği Mısır’daki El-Ezher’den gelen Kuran’lar da yasak kapsamındaydı. İstibdat rejimi, Kuran’ların incelenmesi için “Tetkik-i Mushaf-ı Şerif” adı verilen bir “komisyon” kurularak, tüm Kuran basımlarının bu komisyonun onayı ile gerçekleştirilmesini kararlaştırıyordu. “İslâm hakkındaki başıboş” tartışmaları önlemek gerekçesiyle “Tetkik-i Mushaf” komisyonuna verilen görevde, Kuran basımı konusunda “bu kapıyı açacak olursak, İranlı, Cezayirli ve Rus yabancılar, Sünni olsalar bile, çok tehlikeli bir emsal yaratacaklar” dır deniliyordu.

“Osmanlı olmayan Müslümanlar”ın İstibdat İslâm’ının kutsal tekeline yönelik Kuran destekli bir meşruluk tartışması böylece engellenmeye çalışılıyordu. Artık şeriat ve hilafet kavramları, dinsel olmaktan çok siyasi bir nitelik kazanıyor, Müslüman Sünni olmak bile rejim açısından güvenilir sayılmaya yetmiyordu. İstibdat Rejimi kendi kutsalını yaratıyordu. Panislâmizm iddiası taşıyan ve Hilafet merkezi sayılan imparatorlukta dini fikirlerin, bu alandaki felsefi tartışmaların yerine Kuran basımı yasaklarıyla pekiştirilen bir istibdat yobazlığı egemen oluyordu. Halife unvanına özel önem veren ve kendisini Müslümanların “imamı” sayan II. Abdülhamit, tıpkı Amerika örneğindeki gibi “vahşi” olduklarını düşündüğü Müslüman halklara karşı Kızılderililere yönelik siyaseti savunuyordu. Enver Ziya Karal’ın anlatımıyla:

İstibdat devrinde, ilköğretimin yayılması söz konusu olduğu zaman ise, Arnavutların ve onların sosyal durumunda bulunan toplulukların, Amerika’daki Kızıl Derililer gibi tecrit edilerek etnografik değer olarak muhafaza edilmelerine taraftar çıkmıştır.

Bu düşünce, İslâm birliği ideali peşinde, dini değerlerin ve ümmetin yükseltilmesini amaç edinmiş bir Halife’den çok, “modernleşme” yanlısı, “uygarlaştırma” gerekçesiyle her türlü zulmü, sömürüyü, katliamı savunan sömürgeci bir yönetici portresine daha uygundur. “Büyük çocuklar” dediği halkı kontrol altında tutan Sultan Hamit’in para çarklarının faiz dişlilerine ve mali spekülasyona sıkışmış şahsiyeti ise halifeliğini tam bir “gasp hilafetine” dönüştürmüştür.

II. Abdülhamit diplomasisinin ” en büyük eseri” sayılan Panislâmcı siyaset temelsizdir. Böyle bir diplomasi izlediği kanaatini uyandırmak istemiş ise de milliyet ilkesinin alabildiğine geliştiği ve uluslararası siyasetin emperyalist güçlerin denetiminde olduğu bir dönemde giriştiği faaliyet, kumdan kaleler inşa etmeye benzer. Avrupa devletler sistemine dâhil olmayı temel politika sayan İstibdat Rejimi’nin temsilcisi Sultan Hamit, sömürgelerde yaşayan Müslüman halkları manevi bir koz olarak görüyor ve Hilafet vurgusu ile “İslâmiyet’in birliği devam ettiği müddetçe İngiltere, Rusya, Fransa, Hollanda elimde sayılırlar” diyordu.

(Abdülhamit’in Panislâmcılık siyaseti, İttihat ve Terakki, Kemalist hareket tarafından da stratejik bir manevra aracı olarak tekrarlanmıştır. “Böyle bir siyaset takip etmekte olduğu zehabını vermek” üzerine kurulu bu siyaset, sömürgelerde yaşayan Müslüman halkların ayaklandırılması için harekete geçileceği tehdidinin ve emperyalist güçlere karşı cihat çağrısının batılı devletlerde yaratacağı tedirginlikten yararlanmaya dayalıdır. Bu siyaset açısından önemli olan sömürgeci egemenlik altında yaşayan halkların bağımsızlığı ve korunması değil, Türkiye’deki egemenlik sisteminin muhafazası, ilk fırsatta da batı ile uzlaşmadır. Nitekim Mustafa Kemal’in Panislâmcı siyaset için “yapacağız, yapıyoruz dedik yapmadık” açıklaması, Abdülhamit tarafından formüle edilen bu stratejinin siyasi genetikteki yerini göstermesi açısından önemlidir).

II. Abdülhamit’in yabancı devletleri komplolarla birbirine karşı kullandığı iddiası, emperyalist sistemin işleyiş koşulları ve rakip güçler arasındaki çelişkilerin karmaşıklığı ölçeğinde hangi araçlarla bu yapıldı sorusunu zorunlu kılıyor. Bu iddialar bir yanılsamayı besliyor. Söz konusu devletler arasındaki çıkar çatışmaları köklü bir geçmişe dayanıyordu. Abdülhamit bu çatışmaları ne oluşturacak ne de sürdürecek imkânlara sahipti. Ayrıca bu tarz çelişkilerden yararlanma siyaseti, muazzam toprak kayıplarını önleyemiyordu. II. Abdülhamit dönemine imparatorluktan kopan topraklar, önceki ve sonraki devirlerde kaybedilenlerin toplamından fazladır.

İstibdat rejiminin üzerine oturduğu emperyalizm çağı, İmparatorluğun paylaşılması ve çözülmesini büyük bir hızla temellendiren dinamikler yaratıyordu. Böylece, Abdülhamit döneminde bu paylaşım ve dağılımın büyük bölümü tamamlanıyor, gelecek paylaşımların zemini hazırlanıyordu. Bu paylaşım ve çözülme koşullarında Sultanın teşebbüsü elinde bulundurduğuna ilişkin işaretler yoktur. Tam tersine, devletin içişlerine yabancı devletlerin müdahalesi alabildiğine yoğunlaşmıştır.

18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya kapitalist sisteminin çelişkiler zembereğine sıkışan imparatorluğun “bir kılıç keskinliği ve bir rüzgâr sürati” ile çözülmesinde İstibdat dönemi en önemli halkadır. Ancak, II. Abdülhamit’i “kalkanı” olduğu, yarı sömürge düzenin tek sorumlusu olarak değerlendirmek yukarıdan beridir anlatılan siyasi, sosyal, askeri, tarihsel, ekonomik, sınıfsal dinamikleri yok saymak olur. Oysa Hüseyin Kazım Kadri gibi önemli bir siyasetçinin vurguladığı gibi, “Abdülhamit ancak kendisine hayat verecek bir muhitte tesir edebilecek” durumdaydı. “Bütün fenalıkları Abdülhamit’e yüklemek ve onu yalnız onu her şeyden mesul” görmek yanlıştır. “Eserle müessir arasındaki samimi ve mantıki rabıtalar” dikkate alınmadan verilecek hüküm, sahnenin arkasında bulunan güçlerin sorumluluğunu örtmeye hizmet eder.


Notlar

1- İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 131, İstanbul, 1993.

2- İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 136-137, İstanbul, 1993.

3- İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 138, İstanbul, 1993.

4- İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 139, İstanbul, 1993.

5- Dr. Cezmi Eraslan, II. Abdülhamit ve İslam Birliği, s. 392, İstanbul, 1992.

6- Ayşe Osmanoğlu, Hatıralım “Babam Sultan Hamit”, İstanbul, 1986, s. 231.

7- Azmi Özcan, Pan İslâmizm, Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-1914), İstanbul, 1992, s. 90.

8- Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu, İstanbul, 1991, s. 172.

9- SelimDeringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji “II. Abdülhamit Dönemi (1876-1909)”, Çev: Gül Çağalı Güven, İstanbul, 2002, 2. Baskı, s. 151.

10- SelimDeringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji “II. Abdülhamit Dönemi (1876-1909)”, Çev: Gül Çağalı Güven, İstanbul, 2002, 2. Baskı, s. 153.

11- SelimDeringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji “II. Abdülhamit Dönemi (1876-1909)”, Çev: Gül Çağalı Güven, İstanbul, 2002, 2. Baskı, s. 61-62.


Suat Parlar, Askeri Modernleşme Yoluyla Bayraksız İstila, Bağdat Yay., İstanbul, Şubat 2007.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın