“İnsan dört ayağı üzerinde sürünmekten kurtulduğu zaman, doğa, ona baston olsun diye ideali armağan etmiştir!”(1), der Gorki bir yazısında. Gerçekten de hayvanların idealleri yoktur, olamaz da. Biyolojik gereksinimlerinden doğan içgüdüler, tüm yaşamsal etkinlikleri bakımından hayvanlar için yeterli olan bir dürtüdür. Buna karşılık, varlığı toplumsak bir özellik taşıyan ve bütün etkinlikleri bilinçli ve bir amaca yönelik olan insanda, gereksinim kendi eylemlerini ayarlayan ve yepyeni birşey olan manevi hareket gücünden kaynaklanır. Dolayısıyla, insanoğlunun ve insanın manevi yaşamı gibi, doğası ve özü gereği toplumsal olan ideali yaratma yeteneği de insanda tarihten oluşmuştur.
İdeal, insanın genel manevi etkinliği olarak ideal-olanın bir varoluş biçimidir. İdeal, insan bilincinin kendine özgü bir mekanizması olup, öbür mekanizmalarıyla da karşılıklı bir bağıntı içindedir; tasarımgücü, özgü işlevleri ve kendine özgü yapısı vardır. Herşeyden önce de şunu belirtelim, ideal, üretken tasarımgücü yoluyla ortaya çıkar, onun için tasarımsal bir şeydir, yani gerçek olanla benzerlik gösterdiği kadar, aykırılık gösteren birşeydir. İdeal, varolanın, varolmayan , ama varolması istene ya da zorunlu görülen bir şeye varolması zaman zaman da olanaklı olmayan bir şeye; fantastik, masalsı, ütopik bir şeye dönüştürülmesidir (burada Pişarev’in Lenin tarafından çok değer verilen iki çeşit rüya olduğu üstüne düşüncelerini anımsayalım)(2).
Yaratıcı hayalgücü etkinliğinin ürünleri genel olarak bütün öbür tasarımlar ne denli bir somutluk taşıyorsa, ideal de o ölçüde bir somutluk taşır. Ama bütün böbür tasarımlardan ve tasarımlanma biçimlerinden farklı, idealin, sözgelişi, bilimsel-kuramsal bir model ya da sanatsal bir imge gibi, salt zihinsel, salt gerçek-dışı bir nesne olmayıp, amacın bilincindelik’in kendi içinde bir uğrağı, programlı olan’ın bir uğrağı; olmayan için değil, olabilir olan için, ya da hiç olmayan, hiç de olmayacak olan için değil, ama, dörtdörtlük bir dünya düzeninde olması gerekli olan için gösterilen çaba’nın bir uğrağıdır. İdeal, aslında çok görülen bir şey olmak üzere, insanın kendi elindekiyle, kendi elinden gelenle yetinmesinden, daha iyi için çaba göstermesinden; bu daha iyi olanı, daha çok isteneni, kendi hayalgücü içinde tasarımlama yeteneğinden doğar. Hiç kuşkusuz, elde edilenle hiçbir zaman yetinmezlik, mükemmellik rüyası, hep daha iyiye doğru çaba, bütün bunlar, nereye koyarsak koyalım, bir süreklilik taşırlar, sonsuza uzanırlar. İnsanlığın en yüce ideali olarak düşündüğümüz bir şeyi bile, böyle bir şeye erişildiği zaman insanların doygunluğa ulaşıp orta yerde keseceği bir durum olarak değil, hep daha tam olana, hep daha yüksek ideallere doğru gelişen sonsuz bir hareket olarak tasarlarız.
İnsanlar, yaşamın nasıl olması gerektiği tasarımı kendilerinde var olarak doğmazlar. Bu tasarımlar, insanların bilinçlerinde, kendi gerçek yaşamları içinde ne gibi gereksinimlerle, ne gibi isteklerle, ve zorluklarla karşı karşıya kalışlarına bağlı olarak oluşur. Bu nedenle, her toplumsal kesimin, öbüründen az ya da çok farklı, kendine bağlı bir ideali vardır; yine aynı nedenle, tek tek her insanın yaşamdaki ideali, öbür insanlarınkinden şu ya da bu şekilde farklıdır.
İdealin diyalektik çelişkin yapısı, tekil olan ile genel olan’ın, gerçek-olan ile düşünsel oaln’ın, var olan ile mümkün olan’ın , gerçeğin bilgisi ile gerçekliğin sınırlarını aşma’nın birbiriyle kaynaşmış olmasında kendini açıya koyar. İdeal, insana gerçeklikle olan bağıntısını kurduğu kadar, orada var olanın dönüşüme uğratılması, ya da ampirik olarak orada verili olan’ın ötesine geçilmesi gerektiğini bize duyuruşuyla, bu bağıntının, aynı zamanda, parçalanıp bölünmesi’ne de yol açar. İnsanlığın duygularıyla istemlerini harekete geçirişiyle, insanın etkinliğine yön çizer ve bu etkinliğe değere-yönlendirilmiş bir temel hazırlar.
İdeal, insanın (toplumsal ama biyolojik olmayan) gereksinimleri ile bu gereksinimlerin somut olarak nasıl ve ne gibi karşılanacağı arasında başlıca bir rol oynar; toplamda yaşayan insanın amaçlılık taşıyan eylemlerinde bir çeşit “hareket-ettirici mekanizma” olarak iş görür. İdeal, aynı zamanda dünyada insanı kuşatan ve insanın pratik toplumsal çıkarları çevresi içersinde bir diğer ölçütü olarak da görev görür. Varolmayan ama varolması istenen ile varolanın değerlendirme ölçütü haline gelir. Gerçek-olanla ideal arasındaki ilişki kurularak, bunu ideale göre hesabı yapılır; söz gelişi, gerçek-olan, ideale uymuyor mu? İdealin gerçekleşmesini öngörüyor mu, yoksa engelliyor mu? İdeal için elverişli mi, değil mi?
Kendisini kuşatan nesnel dünyayla insanların hergünkü alışverişleri içerisinde kurdukları, gerçeklik ile ideal arasındaki bu karşılıklı ilişki, gerçekliğin estetik özümlenmesine temellik eder. Gerçek bir nesnenin dolayımsız, duygusal algısı ile ideal arasında belirli bir ilişki kurulmasıyla birlikte böyle bir şey ortaya çıkmış olur. Nesnenin somut estetik değerlendirilişi yani o nesnenin güzel ya da çirkin, yüce ya da bayağı, trajik ya da komik olarak görünmesi, gerçeklik ile ideal arasındaki ilişkinin nasıl kurulmuş olduğuna bağlıdır. İdeal ile ilişki içinde olmaksızın, gerçek dünya, estetik hiçbir değer taşımaz. İçinde fiziksel, kimyasal ve biyolojik yasaların döndüğü, gerçek, maddi dünya olarak kalır; hayvanlarla insanlar tarafından duygusal olarak algılana durur, onlar tarafından tüketime ve pratikte dönüşüme uğrar, ama doğanın kendi varlığı içinde estetik olan tek şeye rastlanmaz.Ancak doğanın insanlar tarafından zihinsel olarak algılanışı “devre”ye girdiği zaman, doğa da estetik olarak ışımaya başlar. Bu “devre” koptuğu anda, doğa da estetik karanlığa gömülür; tüm maddi gerçekliğiyle başbaşa kalır, estetik önemini yitirir. Yalnızca nesnel olarak varolmayı sürdürür; insanlara elverişli gözükebilir ya da hoş gelebilir insanlara, ama ne güzeldir artık ne de çirkin, ne yücedir ne de bayağı. Estetik değerin taşıyıcısı olan şey orda vardır hala, ama her türlü estetik anlamdan yoksun olarak.
İster kendisi için olsun biçimin düzenlenmişlik derecesi ve kendi iç düzeni estetik olan bir şey değildir; maddi varlığın nesnel bir yasasıdır; tüm öbür doğa yasaları gibi, yalnızca bilimsel bilgiye, felsefi, sibernetik, matematiksel v.s. bilgiye temellik eder. Biçimin bu niteliklerinin estetik değer haline gelişleri ancak ideal tasarımı içinde yeralışlarıyla, böyle bir tasarım içine saplanmış oluşlarıyla; insanların her yerde ve her zaman ulaşabilmek için çaba gösterecekleri en yüksek bir amaç olarak idealde modellendikleri zaman olanaklıdır. Biçimin düzenleniş yasalarıyla ilkeleri üstüne somut anlayışlar tarihte değişebilir, uluslara ya da sınıflara göre değişikliğe uğrayabilir, bireysel olarak değişiklik gösterebilir; ama, böyle bir düzenleniş, böyle bir iç düzen ve uyumun insan idealinde değişmez bir yeri vardır; bir değişmezlik olarak kalır. Gotik sanatın ustaları, bir kubbenin mimari biçimdeki düzenleniş ilkeleri, antik çağdaki tapınak yapı ustalarınınkinden çok değişik yorumlamışlardır. Demokratik bilinci olan bir kişinin, en üstün toplumsal yapı düzeni olarak baktığı şey hiçbir zaman bir monarşistin bakışı aynı değildir. Pointilistlerin müziğinde ya da taşistlerin resminde kimisi gizli bir uyum bulabilir, kimisi ise bunları, tekleştirilmiş vuruların karmakarışık bir dizimi olarak görür. Ama bütün bunlarda, estetik değerlendirilen şey, insanın, yapısal bir bütünlükte genel insansal idealin, sistemsel yetkinliğin kaosa son veren kosmos idealinin, entropinin üstesinden gelen entropi olamayan idealinin yansısını kendinde duyumsadığı şeydir.
Bu bakımdan estetik değer ile yararsal, etik ya da siyasal değer arasında bir çelişmenin ortaya çıkması doğaldır. Diyalektik maddeci görüş, ilke olarak, yararsal, etik ve siyasal değerler ile estetik değerin birliğini öne sürmekle birlikte bunun bir diyalektik birlik olduğunu, metafizik bir özdeşlik olmadığını, yalnızca bu değerler arasındaki çelişmeyi ortadan kaldırmakla kalmayıp, aynı zamanda, böyle bir çelişmenin zorunluluğunu da öngördüğünü, hatta zaman zaman, bu değerler arasında yer alabilecek çatışmaların uzlaşmazlıklar halinde büyümesine yol açabileceğini de göz önünde tutmuştur. İşte bu çelişme, biçim ile içerik arasındaki çelişmenin doğrudan bir işlevi olup; bu ikincisinin, şu ya da bu nedenle, nesnenin, görünüşün ve eylemin bütünlüğünü bozacak biçimde, uzlaşmaz bir çatışma halinde, işte tam bu anda, içeriğin yararsal, etnik ve siyasal değeri ile biçimin estetik değeri arasında bir çatışma doğar.
Onun için, zaman zaman hiçbir yararsal anlamı olmayan, hiçbir işde kullanılmayan, ya da azbuçuk iş gören bazı şeyler, estetik bir çekicilik taşıdıkları için odalarda süs diye kullanılırlar. Güzel diye, bu şeylerin kötü, olumsuz, yararsal olmayan nitelikleri hemen “bağışlanıverir”. Bu bakımdan, işlevselciler ilke olarak yanılgıya düşmektedirler; çünkü, bu işlevden ileri gelmektedir. Böylesine bir kendindenlik olamaz, ama bunun olamayışı, başkalarınca, “üslup yapma” adına kullanılmaktadır; üslupsal özellikleri ile işlevsel nitelikleri arasında hiçbir ilişki olmayan nesnelerin yapımına çalışıldığı böyle bir yönelim vardır burjuva üretimde. Hiç kuşkusuz, böyle bir yönelim temelinden sakattır, biçimlendirme ilkelerine karşıttır bir kere; ama işin önemli bir yanı da, bu ilkelere karşıt olunabileceği gerçeğidir; çünkü, burda, bir şeyin estetik değerinin görece bağımsızlığı oluşu, o şeyin yararsal değerine karşı kötüye de olsa, etkili bir şekilde kullanılmaktadır.
Bunun gibi, çok iyi bir dış görünüş, örneğin ince davranışlar, düzgün konuşma, güzel hareketler, bütün bunlar, dürüst olamayan davranışları, bayağılığı, küçüklüğü kendi içinde gizleyebilir (Helene ve Anatol Kuragin tiplerinde böyle bir durumu çok iyi vermiştir Lev Tolstoy). Kitleleri kendine çekebilmek için, çok etkili siyasal eylemlerin, estetikçe saygın ve yüce bir biçime büründüğü çok görülmüştür. Örneğin, Alman faşizmi, bu estetik aldatmacayı, çok zekice, amaçlı ve kararlı bir biçimde kullanılmıştır. (Burda, Çapayev filminde psikolojik olarak tam yerine oturan bir sahneyi anımsayalım. Beyaz piyade askerleri, Kızıl birliklerin mevzileri üstüne yürümektedirler, kendilerine ölüm getirecek bu askeri yürüyüşün kendisinde estetik yönden uyandırdığı hayranlıkla, tam bu dramatik anda, Kızıl muhafızlardan biri haykırır: “Ne güzel yürüyorlar!”)
Bütün bunlar bizi şu sonuca götürmektedir, estetik alanda, idealin oynadığı rol, değer-yönlendirenin içerdiği bütün öbür doğrultuların oynadığı rolden çok daha önemlidir. Hiç kuşkusuz, etnik, siyasal ve dinsel bilinç alanlarını da “etkiler” ideal ve bu alanlarda idealin, kendine özgü önemli işlevleri vardır. Felsefi düşünce tarihinde ideal sorunu arasında doğrudan doğruya olmasa bile, yakın bir ilişki kurulmuş olması rastlantı değildir. Bu ilişki içinde, “ideal” kavramının yerine, “estetik ideal” kavramı konmuştur. Olabilir mi bu? Estetik bilinç ile ideal arasında böyle kalıcı bir bağıntı kurulması bizi nereye götürüyor?
O halde şunu açıklayalım, insanın bilincinde ideal, doğrudan doğruya ancak tasarımlar halinde varolabilir; bu bakımdan tasarım gücünün yaratıcılığı ölçüsünde somutluk taşır. Bundan dolayı, estetiğin çeşitli gelişme evrelerinde, “ideal” kategorisi ile “imge” kategori özdeşleştirilmiş; sanatsal olarak genellendirme, “idealleştirme” olarak görülmüş; sanatın amacı ile bilimin amacı arasındaki ayrım için idealin aldığı biçime bakılmıştır. Bundan sonrası, kuran olarak, daha önce ele alınmış olan durumun bir daha yansıtılmasını, yani sanatın çok uzun zamandan bu yana, gerçekliği yeniden kurmaya değil, ideali kurmaya çalıştığı olgusunu getirir. Bu konuda kararlı bir dönüş, ilk kez çağımızda gerçekçiler tarafından yapılabilmiştir; eleştirel gerçekçi estetikte, özellikle de Rus devrimci demokratların görüşlerinde “tip” kavramı ile “ideal” kavramı arasına ilkece bir sınır çekilmiş olmasına hiç şaşmamak gerekir. Tıpkı, dünyanın yansıtılışındaki sanatsal-imgesel biçimin, bir idealin biçimlendirilmesinin maddi olarak ötekisi kılınabilmesine hiç şaşmamak gerektiği gibi; çünkü, ideal de, sanattaki imge kadar somuttur.
İdealin somut tasarımlar halinde olduğu kadar, örneğin etnik ya da siyasal öğretiler, incelemeler ve programlar gibi soyut-kuramsal biçimler halinde de varolabileceği yolunda bazı kuramcıların öne sürdüğü düşünceler karanlıkta kalmaktadır. Gerçekten de, bu ikinci halde, ideali o olarak değil, onun kuramsal betimleniş’i olarak ele almış olmaktadırlar. Böylece, ideal, kendi canlı somutluğundan soyulmakta, kendi genel ideolojik çevrimi haline getirilmekte, geriye yalnızca idealin bir iskeleti kalmaktadır. Şunu da belirtmek gerekir, birçok önemli düşünür, kendi toplumsal ideallerini mümkün olduğu kadar kesin, kapsamlı ve somut olarak dile getirme gereksinimini kendilerinde duymuşlar, onun için de sanatçı olmalarına rağmen, ideali kendine en uygun yolda verebilmenin tek çaresi olarak gördükleri sanatsal biçimde ele almışlardır. Thomas More’un Ütopya’sı, Thomas Campanella’nın Güneş Ülkesi, Nikolay Çenişevski’nin Ne Yapmalı’sı, William Morris’in Ütopyaca Dersbilgisi böyle çıkmaktadır ortaya.
İnsanların idealleri, günlük bilinçte ortaya çıktıkları, yaşadıkları ve etki uyandırdıkları için, ideolojik değil, daha çok toplumsal-psikolojik bir olaydırlar. İdealin böyle kendine özgü bir tarzı olduğu yolundaki anlayışta yatan eksiklik açıkça şu görüşten kaynaklanmaktadır: bilim olarak toplumsal-psikoloji daha yeni gelişmiştir; bu yüzden, kendi konusu olan olaylar demetini gereken incelikte saptayamamakta, bizler de, ideolojik olaylar ile toplumsal-psikolojik olaylar arasında bir ayrıştırma yapmaksızın, toplumun manevi yaşamındaki tüm olayların ataletini ideolojiye yüklemekteyizdir. İnsanın ideallerinin içeriği üstünde ideolojinin etkisi ne denli büyük olursa olsun, yine de hiç kuşkusuz, bu idealler toplumsal-psikolojik olaylar arasında bir ayrıştırma yapmaksızın, toplumun manevi yaşamındaki tüm ataletini ideolojiye yüklemekteyizdir. İnsanın ideallerinin içeriği üstünde ideolojinin etkisi ne denli büyük olursa olsun, yine de hiç kuşkusuz, bu idealler toplumsal-psikolojik özellikler taşır. Bir ideal, olması istenen şeyin bir görünüm’ü, olması gereken’in bir model’i, düşleyen şeyin canlı bir imge’ sidir. Onu için genelgeçer’dir, her insanın bilincinde yaşar. İdeologlar ise, buna karşılık, ideal sözcüğünü, genelleştirilmiş bir kuram ve yazı dilinden başka hiçbir yerde “kullandırmama” işini başarmış görünüyorlar.
Bütün bu söylediklerimiz, mesleki literatürümüzde çok yaygın kullanılan “estetik ideal” kavramından kuşkuya düşmemize yolaçmaktadır. Eğer, biz bu kavramla sanatsal ideal kavramını, yani şu ya da bu bakış açısından, en etkili sanatsal (romantik, gerçekçi ya da bir başka) yaratım biçiminin bir tasarımını anlatamıyorsak, o zaman, “estetik ideal” kavramı, hiçbir kesin ve belirli bir anlam taşımıyor demektir. Çünkü, özel bir toplumsal-psikolojik görünüm olarak idealin öylesine kendisine özgü birer somutluğu vardır ki, bu somutluk ona ayrımlaşmamış, bütünsel bir özellik kazandırmakta ve insan bilincinde, etnik, estetik, siyasal ya da daha başka idealler gibi, tek başına idealler halinde bölünüp parçalanmasına izin vermemektedir. Ancak kuramsal bir çözümleme yapılırken, bütünün parçalanıp bölünmesine, idealin bütünsel yapısı bile, bu tek tek yanlardan her birinin kendine özgü olanının mutlaklaştırılması, idealin estetik, etnik ya da bir başka yanında, tek başına bir ideal anlamı verilmesi yanlıştır. Ancak kişinin ya da her toplumsal kesimin kendine özgü insan, tutum, yaşam, v.s. ideali tam olarak incelendiği zaman, bunlardan herbirinin, hem etnik, hem de siyasal, dinsel (ya da ateist), estetik olarak estetik bir içerik taşıdığı; ayrıca, insanın kendi estetik, etnik ya da daha başka çabalarını tek tek ve başka biçimlerde programlayamayacağı ortaya çıkar. Dolayısıyla, olması istenen ve olması gerekli somut, belli bir biçimde kendine modellendiren her ideal, estetik bir öğeyi de kendi içinde barındırır; bu estetik öğe, gerçekliğin estetik özümlenişi sürecinde, ideal ile bu süreç arasında bir ilişkinin kurulmasını da sağlar.
İdeal, çok açık, doğrudan doğruya girer estetik alanı içine; oysa manevi yaşamın öbür alanlarında göremeyiz böyle birşeyi. Etnik ya da politik değerlendirme, belirli bir yere kadar kurgusal olabilir; doğrudan doğruya ideallerden yola çıkması gerekmez; düşüncelerden, ilkelerden, kavramlardan, normlardan, genel kurallardan, ideolojik stereotiplerden yola çıkabilir. Bunlar burda ideal bir somut değer yargıları arasında aracıdırlar. Böylelikle, toplumsal düzenin ya da insanlararası ilişkilerin nasıl olması gerektiği yolundaki ideal tasarımlarının yol göstericiliğinde kişiler, kavramlar, görüşler ve akılcı postulalar sistemi geliştirmişler, bunların yardımıyla siyasal ya da etnik değerlendirmeyi gerektiren belli olayların çözümünü yapmışlardır. Onun için bu değerlendirmeler hep belli bir gerekçe taşır. (Örneğin, “ben bu işi soylu bir iş olarak kabul ediyorum, çünkü arkadaşça yardımlaşma, insanlararası ilişkilerde gözetilen bir normdur” ya da “Bu toplumsal olaya ilerici bir olay olarak bakıyorum, çünkü, geleceğin çıkarlarıyla uygunluk gösteriyor”). Buna karşılık, estetik değerlendirmeler, bu kıyaslama yoluyla ortaya konamaz; yani, verili bir olay, genel bir kuralın bakış açısıyla yargılanamaz burda. Estetik ilinti, doğrudan doğruya, bireysel özgünlük üstüne, nesnenin biricikliği ve yinelenmezliği üstüne kurulur ve bireysel olanın somutluğu ile arasındaki bir bağıntı kurdurtacak, onunla “açığa çıkacak” bir ölçütün varlığına gereksinim gösterir. İdeal, işte bu gereksinimin karşılığıdır; bundan dolayı, ideal ile estetik değerlendirme arasında herhangi bir başka toplumsal aracı olan şey düşünülemez.
Estetik-olanın dolayımsızlığı, sezgisel özelliği, mantıksal neden-taşımazlığı gibisine belirgin nitelikteki yargılar, buradan kaynaklanır. Yoksa sözgelişi, şöylesine yargılar o zaman saçma olurdu: “Ben bu kadını güzel buluyorum, çünkü sarı saçları mavi gözleri, düzgün bir burnu var”; ya da “Bu şiir güzel, çünkü doğru bir vezinle yazılmış, doğru düşünceleri dile getiriyor…”
Estetik yargılarda bilinçsiz ve akıldışı-olanın varlığı, estetikte her türlü kuramsal oyunlara: dinsel-mistik, özne-idealist ve pozitivist oyunlara elverişli bir zemin hazırlamıştır. Aslında, estetik yargıların kendilerine özgü nitelikleri şurdan ileri gelmektedir: dünyayla kurulan ilinti, dünyanın estetik algılayıp değerlendirilişi hep ideal prizmasından (psikologların “gestalt” diyecekleri) özenli bir psikolojik yapının prizmasından geçtiği için, anlayış gücünün herhangi bir mantıksal işlemle dolayımlaşmasına gerek kalmadan, yani sezgisel olarak, burda kendi başına bir “etkilik yaratmakta”dır.
NOTLAR
1 Maksim Gorki, Saat, Hikayeler, Cilt 2 Berlin, 1953, s.456.
2 V.I.Lenin, Ne Yapmalı?, Toplu Eserler Cilt 5, s.529
M. KAGAN, Estetik ve Sanat Dersleri, Çeviren: Aziz Çalışlar, 2. Basım, 1993, İmge Kitabevi Yayınları
İlk yorum yapan olun