Asansörle Yükseltilmek İstenen Çukurlar – Can Yücel

Asansörle Yükseltilmek İstenen Çukurlar – Can Yücel


Geçenlerde, olmayan ruhlarına kadar bildiğimiz bazı şirinlik muskalarının katılımıyla Lombroso namındaki İtalyan antropolog tarafından kaleme alınmış, eserin resimli nüshası haline dönen “Siyaset Meydanı” programında “Yükselen MHP” konusu teşrih ve teşhir edileceğine, konuşuldu, hatta tartışıldı. Oysa suçun, hem de milletlerarası bir suçun ne demek olduğunu bilenlerin bu konuda siyasi bir oy analizi yapmayı bırakıp, dobra dobra suç duyurusunda bulunmalarını beklerdik. Coşkun ve Yalçın arkadaşlar bu ödevi yerine getirmeye çalıştılar, günahlarına girmeyeyim, Yine de bu suçun nasıl bir “suç” olduğunu irdelemek bana düşüyor. Bu “SUÇ”, (boz mu, ne haltsa) kurdun kuzu postuna bürünüp melanetini yayma kumpasıdır. “Yükselen fiyatlar, alçalan değerler” diye tanımlanması gereken bu son Enflâsyon badiresinde, “Yükselen MHP” sözde olgusunun ardında hangi değersizliklerin, bir bakıma insanlık suçlarının yüceltilmesi fırsatını yaratanlara terso bir selam! O programda uzun uzun mıncıklanan noktalardan biri, sözkonusu hareketin dinle ilgisi, giderek dinine bağlılığıydı. Sanki Faşizmin dini, imanı olurmuş gibi!

Kavgasal, daha doğrusu kavramsal kargaşa “milliyet” sorunsalıyla, Faşizmin birbirine karıştırılmasından ileri gelmekte. “Faşizm”, milliyet, olgusunun belli bir ölçekte “milli kapitalizm” haline dönüştükten sonra, öncellikle harp yenilgileri, sonucunda da ekonomik bunalımlar, çöküntüler, giderek sosyalizm tehlikesi karşısında başvurulan ölümcül bir hâl çaresidir Kapitalizmin… Bu, panzehir olarak ortaya sürülen zehirin tanıtları, Üstün Irk, yanısıra Irk Düşmanlığı ve Anti-Komünizm, silâhlanma ve yayılımcılık ve militarizmdir…

Gerçi her Kapitalist Sistem oğulcuğunda bu zehiri taşır ama, bunun bir ifrata, bütün demokratik vitrinleri kırarak açığa vurulması belirli koşulların belirli dozlara ulaşmasına bağlıdır. Burada unutulmaması gereken şey, tarihsel bir veri olarak, “milliyet olgusunun” Avrupa’da ilk patlak verişinin kapitalizmden en az üçyüz-dörtyüz yıl önce burglarda, daha doğrusu limanlarda deniz ticaretinin gelişmesine elveren büyük teknolojik gelişmelerin getirdiği sermaye birikiminin sonucu oluşudur. Bu, manifaktürün gelişmesini davet etmiş, dolayısıyla köylüklere de intikal etmesini sağlamıştır. Köle Toplumunun iflasıyla gelen bu gelişim, Germen, Saxon, Frank gibi eski kölelik karşıtı ilkel toplumların da doğrudan katıldığı bir hercümerçte, Teokratik yapıların güçten düşüp, krallıklar esasında millî yapıların dil birliği oluşumuyla güç kazanmış, Milli Burjuva devrimlerinin önünü açmış, “ulusal devlet” amaçlarına kapı açılmıştır. Bu süreç Magna Carta’dan 19. yüzyıla dayanan uzun bir zaman dilimini kapsamaktadır. Demek istediğim şu ki, “milliyet olgusu” gerçek anlamıyla Kapitalizmden çok daha önce ve uzun süreler değişik donlar içinde yaşanmıştır. Bu tanım üzerinde bu kadar duruşumun nedeni ise, “milliyet olgusu”nun tarihinin başından alınarak Kapitalizmle eşleştirilmesindeki yanlışa değinmek isteyişimdir. Sonunda gerçi “milliyet sorunu” sanayileşmiş ülkelerde kapitalizmle eşleştirilir hale gelmişse de bu uzun bir süreç içinde oluşmuştur. Milliyet duygusunun “milliyetçilik” haline gelişi ise çok ama çok yeni bir görüntüdür. Bunun ortaya çıkması ise kapitalistler arasındaki Paylaşım Savaşlarına dayanmaktadır. Yani 19. yüzyılın sonuna. Demem o ki, “milliyet olgusu” ve “milliyet duygusu”, “milliyetçilik” akımından tarihsel olarak apayrı şeylerdir. Süleyman Nazif, 1910’larda Yahya Kemal’e bir Türk Dili Kuralına işaret etmekte yerden göğe haklıdır. S. N., “Ekmekçi nasıl ekmek, sütçü de süt değilse, Türkçü de Türk değildir” demişti.

Frenk Devrimi (Devrin) sonrasında Napoleon’un yayılmacı askeri harekâtı, milliyet duygusunu bütün Avrupa’da tutuşturuvermişti, taa Çarlık Rusyasına, taa Osmanlı sultasında yaşayan halklara kadar. Napoleon, o zamandan bilemezdi elbet, koskoca cüce general dönüp dolaşıp kendisinin bir Napolyon Kirazına dönüşeceğini çağdaş Türkiyemizde.

Böylece yurdumuzun tarihine yanaşmış oluyoruz. Bu milliyetçilik rüzgârı Osmanlı İmparatorluğu’nun ölüm rüzgarı oldu. Ama zaten can çekişen bir bün­yenin üstüne esen bir ölüm rüzgarı…Osmanlı İmparatorluğu miyadını, devrini tamamlamıştı zaten. O imparatorluk ki, “raison d’etre” ni, yani “varlık nedenini”, beynelmilel kara ticaret yollarının, ipek yolunun güven altında tutma görevin­den devşiriyordu. Kara yolları yerine, deniz yolları alabildiğine açıldıkta, çök­meye mahkûm kılınmıştı.

Marx’ın son buluşlarından biri olan “Asya Tipi Üretim Tarzı” tezinin Osmanlı Sultasına uygulanması demek olan bu kısa değinmeden sonra, diyebiliriz ki, Osmanlı Büyük ve Umumî Düyun ve borçlarıyla mali olarak da çürümeğe yüz tutuğuna göre, bu Kara Yolları Sömürgecisinin Deniz Yolları Sömürgecileri tarafından yıkılması işarete bakar gibi görünüyordu. Yine de Mukaddes ve Mülevves ittifak içindeki çekişmelerden ötürü, ve AbdülHamit adındaki o çok ze­ki insanın gayretiyle otuz-kırk yıl daha ayakta kaldı. Başka konuya geçmeden önce şunu belirteyim ki, Osmanlı Maliyesini o Ulu veya Kızıl Sultan devr’aldığında, Osmanlı Borçlarının tutarı sadece 150 milyon sterlingdi. Yani enflasyon endeksli olarak düşünürsek, bugünkü dış ve iç borçlarımızın yarısın­dan daha az…

Aslında Osmanlı’nın batışı, İmparatorluğu bölen bir “milliyet gerçeğinden” kaynaklandı denemez. Çünkü Yeni Osmanlılar, Con Türkler Osmanlı’yı yıkma değil, Meşrutî bir İmparatorluk içinde yaşatma fikriyle malûldüler. Türkiye’de “milliyet duygusu”nun başverişi 1890 tarihlerine rastlar, yani İmparatorluğun artık kurtarılamaz bir komalık hasta olduğu yavaş yavaş yer edinceye dek Türk kafasında… Bunu İttihat ve Terakki ve Prusya cinfikirlileri, hele hele Balkan Harbi pekiştirdi… Bu, işin siyasal tarihi. Gelelim kuramsal plana!.. “Milliyet fik­ri” üç yoldan işledi içimize. Bir: Selanik üssündeki Masonik, yani beynelmilel merkez etrafında… Üsküplü Yahya Kemal’in Türk tarihini Malazgirt’ten başla­tarak, asgari bir Türkiye coğrafyası üzerinde ısrarı boşuna ve saçma bir şey de­ğildir. Ömer Seyfettin’i de o yöreden bir subay olarak dikkate alalım. Nitekim, Gazi Mustafa Kemal de gençten bir Prusya zabiti olarak aynı esası büyük öl­çekte yaşama geçirmiştir. Milliyet duygusu ve fikrinin ikinci kaynağı ise Osman­lı dışındaki Çarlık ezilgenleri tarafından getirilmiştir. Yusuf Akçura, Zeki Velidî, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali (Selim Turan’ın babası) gibi aydınlar eliy­le ve yazılarıyla… Bunlar, haklı olarak kendi açılarından, büyük Türklük ve Tu­ran temellemesini gündeme sokmuşlardır. Milliyetçiliğin başlaması, milliyet ge­reğinin ırk esasına bağlanmasına, milliyetçiliğe, giderek ırkçılığa açılınmasına yol açmışlardır. Dediğim gibi kendilerine göre haklıydılar. Üçüncü ses ise, hiç umulmadık bir yerden geldi: Ziya Gökalp’ten… O Gökalp ki, asıl adı neydi bil­miyorum, ama Kürt olduğu kesin. Zaten gençliğinde geçirdiği intihara varan bunalım, Türk müyüm? Kürt müyüm? seçemezliğinden ileri gelmişti. O biraz hain Kürt, biz Türklere nasıl Türk olduğumuzu anlattı. Böylece ciddi Türkçülük denen, Türk milliyetçiliği giderek ırkçılığı, giderek Türk faşizmini başlattı. Türkçülüğün Esaslarının kültürünü hor gördüğümüz Kürtlerden biri tarafın­dan temellendirilmesi ne tuhaf değil mi?… BİLAR’da Sadun Aren ve Aziz Nesin’ce düzenlenmiş bir parti girişim toplantısında bir Kürt yoldaşın dediğini hiç unutamıyorum: “Bizim verdiğimiz milliyet savaşımı, sizin de milliyet haline gelişi­nize el verecektir” demişti. Doğru. Şu şartla: aman biz milliyetçiliği yine Kürtlerden öğrenmeyelim! Biz yurtseverliği belleyelim her şeyden önce, ki o zaman eşit haklar içinde bu yurdun yaşamını emekçiler esasında paylaşmaktan söz edebiliriz. Ben de ona dedim ki: “Sen de yurtseversin, ben de… Sen Kürtsün, ben Türk… Aynı yurdu seviyor, aynı yurtta aynı haklarla yaşamak istiyoruz…” Bu söz­ler boşuna söylenmedi. Çünkü bütün Türk solcuları, o Türkçü, milliyetçi solcu­lar değil, bütün yurtsever, aynı zamanda enternasyonalist solcular Kürt milliyet davasına her zaman, tarih boyunca omuz vermişlerdir. Ona bir şey daha söyle­dim. O da şu: “Davanız-Davamız mübarek olsun, arkadaş!”

Türk milliyetçiliği, Gökalp’i saymazsak, iki coğrafi-tarihi kaynaktan beslen­di. Parçalanan imparatorluğun sınırı dışında kalmak üzre olan Selanik askeri ve sivil üssüyle, zaten Osmanlı sınırları dışında yaşayagelmiş “diaspora” Türkîleri, Türkçüleri… Bu iki merkez arasındaki çekişme bütün milliyetçilik tarihimize damgasını vurmuştur ve hâlâ içten içe sürmektedir. İttihat ve Terakki, bu iki akımın arasında çırpınmakla hem kendini batırdı, hem de Türklüğü uçurumun ta kıyısına sürükledi. Bunda, 1. Cihan Harbinde Kayzer Alamanya’sının kuyru­ğuna takılarak, halâs bulma kolaycılığının payı vardı elbet. Halk içinden yetiş­me, esaslı bir sivil aydın olan Talât Paşa’nın bütün örgütçülüğüne ve millî burju­vazi yetiştirme kararlılığına karşın, okkanın altına gidişinde de bu milliyetçilik ikileminin etkisi büyüktür. Enver’in Sarıkamış serüveni, daha sonraki Türkmenistan çıkarması acı saçmalıkları bu çarpıklığın ölümlere, kıyımlara yol açan ba­şat örnekleridir… Gazi Mustafa Kemal’in Suikast Davasıyla çözüme bağlanan ve bir kan davası gibi görünen İttihatçı sürek avının asıl nedeni bu olsa gerekir. Yoksa Selanik milliyetçiliğine biat eden Celal Bey’i, Esendal’ı çevreninin orta göbeğine kabul eder miydi?… Gazi Mustafa Kemal’in Kurtarıcı Milliyetçiliğiyse, Osmanlı İmparatorluğu’nun ne kadarını nasıl kurtaracağını iyi bilmesindedir. Gazi, kaçınılmaz ve ergeçsel Asgari’yi idrak edip savunan askeri bir ustadır. Suriye Cephesinde bir “ricat” hüneri gösteren, aynı zamanda Çanakkale’de bir direnç destanı yazan bu aynı asgariler Paşasıdır. Bu Asgariler Yüksek Matema­tiği içinden oluşmuştur Türkiye Cumhuriyeti ve Bağımsızlık ilkesi. Şimdiki Yeni Demokrasi Hareketi’nin âhubabaları olan mandacılarla kıran-kırana savaşımı boşuna değildir. Bu hesap, Kurtuluş Cephesini kurmak üzre Anadolu’ya intika­linde Samsun’u seçişinden tutun, sırtını Karabekir Ordusu’na, ondan ötesini de Ekim Devrim’ine dayamasında da açık seçiktir.

Bir dönem sonra Diaspora Türkçülüğünün yuvası olan Türkocaklarını kapa­tıp Halkevlerini açmasında da kendini gösteren milliyetçi Asgarîcilik, Kurtuluş Savaşı’nın sınıfsal ittifakını seçerken de kendini gösterir. Osmanlı içinden başvermiş yenilikçi kalembay ve kılıçbayların çekirdeğini oluşturduğu harekete yandaşı olarak Liman Burjuvasizisiyle temelde mütegallibey’i seçerse de hare­kete Millî bir kişilik kazandırmayı, onu Millici bir itici güçle donandırmayı, Ni­zami Orduya verdiği tüm ağırlığa karşın, bir Halk Savaşı görüntüsü yakalamayı bilir… İslamiyet’le hesaplaşmasında aynı dakiklik egemendir. Mehmet Akif gibi inançlı bir antiemperyalist İslam şairiyle ilişkileri, sonraki kopma da dahil, bu hesaplılığın cetvelleri içindedir. Lâikliğe lâyık olup olmadığımızın kan-revan tartışması sürgit olan bu son yıllarda bunu hatırlamakta yarar vardır… Demem o ki, Gazi oynadığı satranç oyununda bir şahtır, tek tek kareler içinde hareket eden hesaplı bir şah. Ama tek hareketiyle bile rakibi altüst eden bir strateg… En dâhiyane hareketi ise, Sovyetler Birliği’yle yaptığı “Rok” manevrasıdır. SSCB ile ucundan bile olsa bütünleşme gözdağı, emperyalistleri susa durdur­muş ve taşlarını masa dışına, denize süpürmeğe zorlamıştır… Gazi gerçekten bir efsane haline gelmeği hak etmiş bir büyük adamdır, ama MİT’çilerin yaratmağa özendikleri toptan kusursuz, yarı-tanrısal bir MİTOS değil… Yanılgılarıysa, kurtarılabilecek Asgari’yi kurtarma özeninin içinden doğmuştur, belki kaçı­nılmaz olarak.

Birinci yanılgısı üstümüze saldıran emperyalistlerle, kapitalistlerle benzeşe­rek kurtulacağımıza mutlak inancıdır. Tanzimat Garplılaşma hareketinin ne ya­zık ki bir devamı sayılabilecek bu Batılılaşma kararlılığıyladır ki, müstevlilerle benzeşme yoluyla ancak Muasır Medeniyetler seviyesine çıkabileceğimiz hat-tı hareketine yol açmıştır. Kapitalizmin de insanlık tarihinde sadece bir aşama olduğu gerçeğini unutturan bu toptancılık, bizi 50’lerden sonra TC’nin bağımsız­lığını süpürmecesine kapitalizmin, emperyalizmin kucağına itelemiştir. Mütte­fik seçtiği Liman Burjuvazisi, Komprador Burjuvaziye, giderek Montaj burjuva­zisine dönüşmüş şimdi Millî Burjuvazisi iddialarını bir yana atmış, globalleşme yoluyla sömürge yolunda gebeleşmiştir… Bu noktalarda Kemal Tahir’in keskin bir eleştiriyle okunması gereken tarih tezlerine göz atmakta yarar vardır… İkin­ci yanılgı, Batı’nın her yaptığını makbul sayarak, onun dışındaki değerlerimizi yok farzetme ifratı sayılabilir. İslamiyet’i Osmanlı’nın tek batış nedeni sayma çok yaygın bir yanlış haline gelmiş, kültür tarihimizde büyük gedikler açılmıştır. Bütün bunlar Pozitivizmin sanıldığı kadar pozitif bir felsefe olmadığını unuttur­muştur. Üçüncü yanılgı, başta mütegallibeyle ittifak, Cumhuriyet’e bir halk cumhuriyeti kimliği kazandıracak olan toprak dağıtımının önünü kesmiş ve söz­de milli burjuvazi bütün çarpukluğuyla bu toprak ağalarının arasından devlet ihaleleriyle devşirilmiştir. Abdullah Öcalan’ın girişmiş olduğu harekâtta toprak dağıtımına hiç el atmayışına bakarak, bu bakımdan Kemalizm’in etkisi altında kaldığını iddia edenler de olabilir. Bir başka yanılgı ise, Asgariyi Kurtarma Ti­tizliği, Misak-ı Milli Kararlılığını giderek bir asimilasyon tutumuna, mübalâğa­sına sürükleniş, etnik ve kimi milli sorunlar ancak İskender’in kılıcıyla çözülebi­lecek dolaşıklıkta ve karmaşıklıkta bir yumağa dönmüştür.

Faşizm, Kapitalizmin Ölüm Faşingidir. Bu mahşeri divanelik, banka dehliz­lerinde, borsa kuytularında, fabrikatör meclislerinde, otel lobilerinde, general genlerinde başlar, ordan Münih birahanelerine, Nürnberg meydanlarına, ordan da harp meydanlarına sıçrar. Önce öldürerek, sonra ölerek… Tarihe alıcı gözüy­le bakılırsa, bu ölümcül sendromun, illetin, daha çok, milli birliğini kurmakta gecikmiş toplumlara musallat olduğu görülür. Sözgelimi, Avrupa’da Almanya, İtalya… Ayıptır söylemesi, biz de milli birliğimizi kurmakta elimizi pek çabuk tutmuş bir millet sayılmayız. Ne idüğü belli bir rivayete göre Türkler T. C.’ye kadar 15 devlet kurma başarısını, böylece de “devlet kurma dehâlarını” göstermişlerdir ama, 16’ya ulaşabilmek için ondan önce on beş devlet batırmış olma­mız gerektiği nedense unutulur. Hem bu 15 ata-devletin ulusal devletler oldu­ğunu söylemek için Mâverâül Nehr’i besleyen bin dereden su getirmek zoru vardır. Demem o ki Türkler de “faşizm” denen illete bünyece yatkın ve mâruz­durlar. 71 yıllık, T. C. tarihi bu illetin kısa ve uzun nöbetleriyle lebâlebtir.

İlk cinnet belirtileri, Nazilerin Almanya’nın ümüğüne resmen oturmasından sonra, 36’larda başladı. On yaşındaydım, vaktinin çoğunu bizim evde geçiren, ailenin kızı sayılan Selma Abla’nın Safi Bey adlı bir Bulgar göçmeniyle nişanlanmasıyla çıktı bu maraz karşıma. Nazi Almanya’sıyla barsak ticareti yapan o yumruk gözlü ama epey yakışıklı Safi Bey, Selma Abla’yı kapı aralıklarında sı­kıştırmaya ayırdığı aralıklar hariç, hem yer, hem içer, ama daha çok Nazilere övgüler düzerdi. Ve gariptir arada bir, pek coştuğunda Nazım’ın hicivlerini inşad ederdi, şiirlerin tumturağım beğendiği için herhalde. Ben Nazım’ı şu işe bak, ilk, o faşist makûlesinden dinledim! Selma Abla ile Safi Bey evlendiler, zırt-pırt Almanya’ya sefer ettiler, dönüşlerinde Alman “erzats”, “sentetik” dö­küntülerini bavul bavul taşıyarak. Safi Bey, yine şanslı adam, Hitler’in hezimeti­ni görmeden cavlağı çekti… Bu anlattığım epizot, o dönemki Türkiye’de gürül gürül akan ırmak-romandan sadece bulanık bir bardak su… Bu ırmak kaç kol­dan akıyorsa artık, ama, Deutche marklarla şişen Beşinci Koldan beslenirdi. Sanırım, Safi Bey’in olanca gençliğine karşın, gebeleşmiş karnı bu kayımelerle doluydu. Başka kâğıtlar da vardı ortalarda dolaşan. Tasvir-i Efkâr gibi varaklar. Cumhuriyet gazetesinde de Nadir Nadi Bey’in pro-Nazi röportajlarını kıraat ederdik… Harp patladıktan sonra da, gazeteleri Gnl. Erkilet gibi, Prusya eskisi, uzmanlığı kendinden menkul askerlik allâmeleri, strategleri istila etti, o güne kadar pek makbul sayılan pehlivan tefrikalarını tuşa getirdi… Biz çocukluğumuzda şimdiki çocuklar gibi bilgisayarlarla değil, harp haritalarıyla oynardık… Hüseyin Cahit’in Müttefik yanlısı kalem cayırtılarına kulak kabartırdık… O sıra bir başka furya başladı, örgütlü cinsinden bir yayın, dergi yaylımı. Orhun dergi­si falan… Başında Atsız diye bir “gauleiter” vardı. Zaten okullarda binbir ok işa­retiyle kafamızı delik deşik etmiş olan Ortaasya ve Göçler tarihinin taşbasmalarıyla milletin kafasını ütülerdi. “Altay’dan attığımız ok, kırk yıldır yediğimiz bok” hesabı…

Başbakan Saraçoğlu’na mektuplar döşenir, Sabahattin Ali’yi, Sabiha Hanım’ı curnal ederdi… Bir de Reha Oğuz diye gençten bir zıpır vardı, muşambalı, çizmeli, motosikletli, caddeleri kendi başına bir SS panzer bölüğü gibi patır pa­tır dolaşırdı. Kısa bir tabutluk serüveninden sonra Yeni Dünya’da karar kıldı. Bir ara Özal saltanatında “okul-dışı” eğitim uzmanı sıfatıyla buraya teşrif ettiy­di. Şimdi yine eski Amerikan kürkünü kuşanmak üzre memleketine dönmüş ol­malı… Türk-Keş de onlardandı ama, kışla korunağı ardından, 1944 emniyet baskınında onun da gerçi başı belaya girdiydi… Gençler ikiye bölünmüşlerdi: Solcularla Türkçüler… Ben bu çıngara D. T. Fakültesi’nde karıştım… Mübalağa cenk olurdu… Rektörün yüzüne tükrülür, Tan yakılır, kitapevleri yağma edilir, kitaplar yakılır, falan, malûm Nazi âyinleri… “Ayin” dedim de aklıma geldi. Bu bozkurt yavrularının aptestle namazla zinhar ilgileri yoktu. Şimdiki Türk-İslam Sentezi daha icad edilmemişti. Akılları Baykal Gölü’nde yıkanmaktaydı, gusul aptesti almakta değil. Kımız getirtip içenleri de varmış, derlerdi. Ben hiç içme­dim o zıkkımı… Kendilerini Orhun anıtından uğrama Şaman müsveddeli olarak görürlerdi tabu tabancalı, Nazi marka. Harp azdıktan hele Sovyet Cephesi açıl­dıktan sonra, işler büsbütün kızıştı. Bu akım, yukarlara, hükümet, parti kade­melerine omzu kalabalıklara kadar sıçradı…

Dostum, gazeteci Şinasi Nahit Berker anlattıydı. Şinasi, Mevhibe Hanım’ın akrabası olurdu, o ara Çankaya sofralarına o sıfatla kenardan fıkara bir akraba olarak katılırdı… Bir akşam sofrasında İnönü başköşede yanlarında hep koda­manlar yemek yeniyor, hafif demleniliyor. Sağdan Saraçoğlu başlamış: “Paşam Almanlar Kafkaslara sarktılar, soydaşlarımıza biz de yardım etsek”, diye. Paşa, eli­ni kulağının arkasına dayayıp, “Anlamadım, anlamadım? diye geçiştirmiş. Der­ken soldan bol yıldızlı bir muhterem, “Yeter ki siz emir verin, ordularımız harika­lar yaratır,” diyecek olmuş. İnönü yine “Anlamadım, anlamadım” diyesi olmuş. Derken koca masanın ücra ucundan Şinasi, Ömer’e “Yahu, bir votka daha içsek?” diye fıslamasıyla öbür uçtan İsmet Paşa seslenmiş. “Şinasi bu üçüncü olu­yor, yeter artık!”

Diyeceğim, İkinci Cihan Harbi faşizmimiz Türkiye’yi bir Nazi eyaleti etme pahasına, Orta Asya’da Turan’ı ihya özlemiyle kendini göstermişti… O özlem başka biçimde başka koşullarda koşturuluyor yine, ama başka kolpalarla, Siya­set Meydanı’nda Ali Kırca geçirdiği “metamorfozdan” sonra Nazım’ı bile unut­muş olacak ki, Türkeş’in Nazım’ın şiirini bile okumaya başladığını söyleyerek “Yükselen Milliyetçilik” tartışmasını açtı. Ama Tür-Keş Nazım’ı nasıl okumuştu acaba?.. Neydi Nazım’ın esas dizeleri? Şöyle:

Dört nala gelip Uzakasya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim.

Türkeş ise ilk dizeyi
Dört nala gelip ORTAASYA’dan
diye okumuştu…
Vay açıkgöz vay! Bu memleket senin ha!…

NON PASARAN!
NAH GEÇERSİN!..

MENDERES’İ KİM ASTI?
Çok tarihsel bir soru
Ne Türkeş, ne İnönü, ne Gürsel astı
Menderes’i CIYAR astı
Moskova yolunda
O bildiğimiz televizyon dizisinde

Bu dizelere, isterseniz, bir şairin mai veya malî hülyası deyin! ama devam edelim: “60 Darbesi” aslında Kalembaylar ve Çiftçi, yani Ağa Traktörbaylarıyla, Kılıçbaylar arasında bir çekişmeden baş verdi denebilirse de, ergeçsel çözümle­mede, bir Cıyar ve CIA kolpasıydı… Yine de Seyfiye ve Kalemiye beyninde pat­lak veren bu çıngar, esasında Kemalistlerin Fundamandacı Türkçülerle bir sa­vaşımıdır. Milli Birlik Komitesi’nde 12’lerin sürgünüyle gerçeğe vuran bu çekiş­me bir candamarına dokunuyordu. O da, Altı Ok’un arasında yer almasa da Kemalizm’in yayı olan BAĞIMSIZLIK ilkesi!.. Demokratik ’61 Anayasası bu çekişmenin metinleşmiş ürünüdür!.. Sonrasında Kemalistler, Camelistler tara­fından ’64’te yenildiler. NATO KAFA MERMERİSTANLAR, Askeriye’yi de Tüketim Toplumu içine gelberi ederek, bu işi hallettiler!..

Ama hiçbirimiz, NATO’ya, İKİLİ ANTLAŞMALARA BAĞLIYIZ sözünü Amerikan Sefareti parmaklıkları ardından söyleyen M.B.K. Sözcüsünün Tür-Keş olduğunu aklından çıkarmamalıdır!..

70 olayı bir Post-Kemalizm’dir. Adeta, Camel’in Başı! demek gelir içinden insanın!.. Çok büyük vefiyat, şehadetle de olsa solcular o günlerde yüz akıyla darağaçlarını, Sansaryan işkencehânelerini ve damaltlarını boyladılar… Aşkol­sun o yurtseverlere!

’80’deki CUNTA, KAİNAT PAŞANIN BEŞİBİRLİĞİ, Dolarları birleştiri­lerek denkleştirilmiş bir kelepçeydi Türkiye emekçilerinin boynuna. Turgut Özal denen Göbek-Akıllı tarafından sürdürülen bu Karga, veya Amerikan Kar­talı operasyonu, Türkiye’yi bugünkü biçimsizliğine, deforme, daha da acısı, Ba­ğımsızlık ilkesi bakımından amorf hale soktu, soktu, çıkardı, soktu!

Sokullu diye ilân edip dursalar da, zâtı muhterem, yurdumuza tarih boyunca en büyük zararı vermiş bir Dahak’tır…

Bu vaziyet-i tarihî’ye ve coğrafi’de Faşizmin sivrilmesi beklenmez olur mu?.. Üstüne yeni yeni nedenler çıkmıştır:

Bir: Sovyetler Birliği’nin çöküşü Turan ummacasını hortlatmıştır… Bu çö­küşten sanki kafalarına bir Kızıl Elma düşmüş, onlar da Archimedes’i maymunlayarak Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan bir imparatorluğun Yerçekimi Yasa­sını bulmuşlardı sözde…

Lâkin, bugünkü Türk zimamdarları, Bâkü petrollerinin Türki’ye düşen yüz­de 1.2 payına (Milletlerarası Şirketler içinde) bakarak, Moskof Yeltsin yanında, Palabıyık Stalin’i katedral mumuyla arayacaklardır!..

İkinci neden: Kürt milliyetçiliğinin silâhen patlak verişidir. Kaçınılmaz gibi görünen Kürt Şovenizmi, Türkler arasında bir Türkçülük ve hattâ ırkçılık akı­mına, coşkunluğuna, hattâ bir kanlı histeriye yol açmakta, bu da, Faşistlerin Kı­zıl Elma dişleyen dişlerini keskinleştirmektedir…

Üçüncü neden ise: Türkiye’nin Ekonomik, Siyasal Bağımsızlığını yitirmesin­den kaynaklanan ve Enternasyonal Kapital tarafından götürülen Kapitülasyon Ekonomisidir… Bu ekonomi güdümü öylesine bir yolsuzluktur ki, Demokrasi­nin DE’siyle bile sökmez!..

Faşizm ve partisi MHP yükseliyorsa, nedenleri bunlardır…

İşte bu noktada, Faşizme karşı Bağımsızlık İlkesi, Demokrasi Güçlü Özlemi ve Yurtseverlik Heylicânı yükselmektedir. Bizim Yurtseverliğimiz, Demokratik bir siyasal ve ekonomik çerçevede (Serbest Piyasa etmek değil New York Bor­sasında) bütün insanî ve millî eşit hakların her yanıyla gerçekleştiği anda yerine oturacak bir ENTERNASYONALİZM’dir….

Mihrî Yoldaş geçenki bir yazısında büyük Fransız Yurtseveri, aynı zamanda enternasyonal işçi şehit Jean Jaures’nin bir sözünü alıntılamış. İyi etmiş. Söz şu: Yurtseverliğin azı, seni enternasyonalizmden uzaklaştırır. Derin yurtseverlik seni enternasyonalizme yaklaştırır.

Biz de, Jaures ile birlikte Fransız Devrimi Mülâzımı Rouget de Lisle’in yazdığı Fransa Millî Marşı’nın, Marseillaise’in ilk dizesini yüksek sesle okuyoruz arşa kadar:
Alons enfants de la Patrie
Türkçesi:
Yurtseverler koşun gayrı!..


“Türk Aydını ve Kimlik Sorunu”, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, Bağlam Yay., 1995, İstanbul


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın