Rus Aydınlanması 1 – Yiğit Tuncay

Rus Aydınlanması 1 - Yiğit Tuncay


“Slavcı diye bilinen bir avuç düşünürün yazıp çizdiği yıllar daha çok, kırklı ve ellili yıllardır. Garip bir karışımdı doktrinleri; içinde romantik felsefe vardı, yerel yurtseverlik (Moskovacılık) vardı, dini milliyetçilik vardı, çok eski tarihlere uzanan düşler ülküler vardı… Bu düşünceler karması nasıl oluşmuştu, anlamı neydi? Bunu iyi kavramak için onbeş yirmi yıl geriye; otuzlu ve yirmili yıllara, hatta daha da gerilere: Napolyon savaşlarına, I. Aleksandr devrinde “şafağın söktüğü” yıllara uzanmak gerekiyor.”(1)

Rus kökenli Fransız filozofu Alexandr Koyre, 19. yüzyılın karmaşasını kabaca böyle tanımlıyordu. Rusya, herkesin dediği gibi “Büyük” Petro’nun reformları sayesinde Avrupa “medeniyet”ine katılmıştı. Tüm bunlara ilişkin verileri ve Rusya’yı bu çember içine çeken nedenleri daha önceki bölümlerde incelemeye çalışmıştık. Ancak, Fransız ihtilalini hazırlayan süreç ve ihtilalin yaşandığı dönemde, gerek Osmanlı’da, gerekse Rus Çarlığı’nda ivmenin yükseldiğini görüyoruz. 1789 yılı başında, tahtta, siyasi emelleri uğruna kocası III. Petro’yu öldürten Alman asıllı II. Katerina’nın Rus Çarlığı’na getirdikleri, geleceğin derinleşen sorunlarına ışık tutan bir iktidar pratiğiydi.

Yine Koyre, bu pratiğin getirdiği sorunları şöyle tanımlıyordu: “Gerçekten de, çağdaş Rusya’nın bütün düşünce tarihini tek bir olgu belirler ve yönler: Rusya ile Batı arasındaki ilişki ve çelişki.. Avrupa uygarlığının Rusya’ya sızması. Batılılaşmış seçkinlerin bilincine yansıyan bu süreç, onu umursamayan halkın bilincine de yansıyor, iki noktada düğümleniyordu: Birincisi, “Rusya ile Batı”, “Rusya ile Avrupa”, “ulusal varlık ile batı uygarlığı” arasındaki ilişkiler sorunu.. İkincisi, seçkinlerle yığın, “intelligentia” ile halk arasındaki ilişkiler sorunu. Rusya Batı’ya daha daha yaklaştıkça, Batı uygarlığı seçkinlerde derinleştikçe, seçkinleri ulusun geri kalanından ayıran uçurum büyüdükçe, düğümler kördüğümleşiyordu.. Ama yalnız seçkinlerin bilincinde.”(2)

Düşünsel planda, yani ideolojik boyutta şekillenen Batılılaşmanın, egemen sınıflar ve onların çevresinde konuşlanmış “aydın”lar tarafından topluma yukarıdan aşağıya dayatılması kaçınılmaz olmuştur. Egemen düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir. Yalnız, Batının egemen düşünceleri, Rusya’nın egemen sınıflarının düşünceleri haline gelmiştir. Bu da sorunu daha karmaşık bir hale getirmiştir.

Hepimizin bildiği gibi, manevi alanın oluşmasında maddi bir temel vardır. Bir alt yapı olarak temeli oluşturan ekonomik etkenler, üst yapının belirleyicisi olmuştur. Bu alt yapı ve üst yapının diyalektik ilişkisini Engels şöyle açıklıyor: “Maddeci tarih anlayışına göre, tarihte nihai belirleyici etken, gerçek yaşamdaki üretim ve yeniden üretimdir. Ne Marks, ne de ben, hiçbir zaman bundan fazlasını öne sürdük. Bu nedenle, biricik belirleyici etken ekonomik etkendir diyerek birisi onu çarpıtırsa, bu önermeyi anlamsız, soyut, saçma bir söze dönüştürmüş olur. Temel olan ekonomik durumdur, ama değişik üst yapı öğeleri, yani toplumsal çatışmanın siyasal biçimleri ile onun sonuçları, örneğin, zaferi kazanan sınıfın savaştan sonra koyup yerleştirdiği anayasalar, vs., hukuk biçimleri, özellikle de, bu mücadeleye katılanların beyinlerinde bütün bu somut mücadelelerin yansımaları, siyasi, hukuki, felsefi kuramlar, dinsel görüşler ile bunların giderek dogma sistemleri haline gelmeleri de, tarihsel mücadelelerin gidişi üstünde kendi etkilerini gösterirler ve bir çok hallerde onların özellikle biçimini de belirlerler.”(3)

Osmanlı İmparatorluğu gibi Rusya’nın da gelişimi, Avrupa’da olduğu gibi aşağıdan gelen sınıfın belirleyiciliğinde olmamıştır. Batıda tarih sahnesine çıkan burjuvazi, yarattığı etkiyle, Rusya’daki egemen sınıfın nöbet değişiminden ziyade varolan egemen sınıfın tasfiyesi gündeme gelmeden düşünsel yapısını fazlasıyla egemenliği altına almıştır.

Bildiğimiz gibi her temelin kendine özgü bir üst yapısı söz konusudur. Feodalizmin kendi temeli üzerinde bir üst yapısı, kendi hukuki, siyasal, vs. görüşleri ve bunlara uygun düşen kurumları; kapitalist temelin de yine kendine özgü bir üst yapısı vardır. Temel değiştiğinde ise üst yapı da ardından hemen değişikliğe uğrar ve üst yapısıda ona göre bir şekil alır.

Bir üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçiş süresince yaşanan düşünsel etkinlik, bütünüyle gelmekte olan yeni üretim biçiminin devlet örgütlenmesinin de nüvelerini taşımaktadır. Örneğin, feodal üretim biçiminde egemen siyasal ve manevi güçleri temsil eden ve üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıfın çıkarlarını koruyan üst yapıya karşı mücadele sırasında gelmekte olan kapitalist üretim biçimine ait üst yapının unsurları ve ön şartları doğar. Bu unsurlar, bu ön şartlar henüz bir üst yapı niteliği göstermezler. Bunlar feodalizmin ekonomik temeli ve üst yapısı ortadan kalktıktan sonra üst yapı halini alacak bir takım düşünsel etkinliklerdir.

Bu durum, aynı zamanda bir ulusun içinde iki kültürün çatışmasını gösterir. Feodal Fransa’da kapitalist üretim biçimine ait ilişkiler gelişmekte iken, bunlara uygun düşen yeni bir ideoloji bulunuyordu. Burjuvazi, önce ekonomik temelde kuşattığı feodalizmi ve o üretim biçiminin egemen sınıfı aristokrasiyi, kendi gelişimine uygun olan ideolojik bir üst yapılanmayla da deviriyordu. Bu ideolojik döllenme dönemine ise “Aydınlanma Çağı” adını veriyordu. 18. yüzyılda bu ideolojinin temsilcileri Fransız “Ansiklopedistler”di. Ansiklopedistler feodal temele muhalefet ediyor ve kapitalist temelin onun yerini almasını hızlandırmaya çalışıyorlardı.

Rusya’da Petro’dan bu yana gelen reformların yanında Fransız Aydınlanma düşüncesinin II. Katerina döneminde, yine İmparatoriçe Katerina eliyle yayıldığını görüyoruz. Ancak, biz burada tarihi Katerina’nın öznel bilinciyle açıklamaya kalkışmıyoruz. Çünkü, II. Katerina’yı bu yola sokan nesnelleğin gözardı edilmesi büyük bir yanlışlık olur. Bizim için burada önemli olan, alt yapının ve üst yapının özdeş birliğini açıklamaya çalışmaktır.

Peki, II. Katerina döneminde burjuva aydınlanma felsefesinin, hukukunun, siyasal kurumlarının bir üst yapı olarak oluşmaya başlamasında, alt yapının bir iç dinamik açısından koşulları mevcut muydu? Bu soru kaçınılmaz olarak karşımıza, Rusya’da sözünü ettiğimiz alt yapının ve üst yapının doğrudan dışsal bir olgu olarak, üstelik burjuva aydınlanmasının kendi sınıfsal dinamiklerine dayanmadan gelişen bir çizgi izlediğini çıkarıyor. Bu konuya ilişkin olarak Andrzej Walicki şöyle diyor: “Rusya’nın gelecek yüzyıllarda ne yönde gelişeceği gibi, Rus felsefesinde son derece önemli bir yeri olan sorun, insanların kafalarını ilk kez II. Katerina zamanında kurcalamaya başladı; bu dönem aynı zamanda siyasal erki elinde tutan elitle, düşünüşü tekelinde tutan elit arasındaki birliğin yavaş yavaş dağıldığı yılları oluşturan bir dönemdi. Eğitim görmüşler eliti, kendini, hem soyluluğun ana dalını oluşturan tabakadan hem de, Batılılaşma sürecini başlatarak doğrudan doğruya kendisinin doğmasına yolaçmış olan çarcı otokrasiden ayrılarak, bağımsızlığının temellerini attı. Milyukof’un da belirttiği gibi, Rusya’da kesintiye uğramaksızın süregelen eleştirel toplumsal düşüncenin kökleri, Katerina çağına dayanır.”(4)

Katerina çağını anlamakta gecikmemiş, Plehanov’unda dediği gibi Aydınlanma’ya “kısa sürede getireceği pratik yararlar” noktasından bakmış ve hatta Rusya’nın iç ve dış politikasının merkezine koymuştur. Bu süreç, Katerina’nın, Rusya’nın kapitalistleşmesini hızlandırdığı bir dönem olduğu gibi, aynı zamanda da Rus emperyalizminin farklı yöntemlere yöneldiği yıllardı.

“Diğer ülkelerde olduğu gibi Rusya’da da kapitalizm, emperyalizm biçiminde gelişti. Ama Rus emperyalizminin bir özelliği vardı. Lenin ve Stalin bunu, askeri-feodal emperyalizm diye adlandırdılar. Askeri-feodal emperyalizm, emperyalist sistemin bütün belirtilerini taşır: Üretim yoğunlaşmasının artışı, tekellerin kurulması, sermaye ihracı, banka ve sanayi sermayelerinin birleşmesi, dünyanın paylaşılıp yeniden bölüşülmesi mücadelesi sınıflararası gerginliğin iyice artışı. Rusya’daki askeri ve feodal emperyalizm, böylece her şeyden önce dünya emperyalist sisteminin bir parçası oldu.

Çarlık Rusyası emperyalizminin özelliği, bir çok feodal kalıntının buna bağlı olmasıydı. Toprak köleliğinin kalıntıları sanayi ve tarım alanında devam ediyor, çeşitli sınıfların gelişimi gibi XX. yüzyıl Rusyasının siyasi ve toplumsal düzeninin tümünü etkiliyordu.”(5)

II. Katerina zamanındaki Rus yayılmacılığı, geniş bir coğrafyada en büyük ilerlemesini göstermiştir. Kimileri Katerina için “filozof monark”* demiş, Voltaire ise, d’Alembert’e bir mektubunda, “Güzel Kato** gibi öğrencilerimizin felsefenin saygınlığının artmasına fazlaca bir katkıları olamaz” diye yazmıştır. Tüm bunlara rağmen, Katerina iktidara gelir gelmez, Voltaire, Diderot, M. Grimm gibi Fransız Ansiklopedistleriyle canlı bir haberleşme ilişkisi içine girmiş ve kendisininbir öğrenci olarak tanımlayıp, onların amaçlarını gerçekleştirmeye söz vermiştir. Hatta hazırlanmakta olan Encyclopedie’nin, Fransa’daki güçlüklerine karşılık olarak, geride kalan ciltlerinin basımını Rusya’da yapabileceğini önermiştir.

Peki neydi bu “monark”ı burjuva aydınlanmasının hayranı yapan? Marks “Komünist Manifesto”da bu konuya ilişkin olarak şunları söylüyor: “Burjuvazi, Ortaçağ’da irticanın o kadar takdir ettiği kaba kuvvet gösterilerinin nasıl bayağı bir tembelliği gizlediğini açığa vurdu. İnsan faaliyetinin neler yapabildiğini ilk gösteren odur. Burjuvazi, Mısır’ın ehramlarını, Roma’nın su kemerlerini, Gotik katedrallerini kat kat aşan eserler meydana getirdi, tarihi göçleri ve Haçlı Seferleri’ni gölgede bırakan seferler gerçekleştirdi.

(…) Durmadan yeni sürüm pazarları edinme ihtiyacıyla itilen burjuvazi, yeryüzünün tümünü istila ediyor. Her yere girmesi, her yere yerleşmesi, her yerde ilişkiler kurması gerekiyor.

Dünya pazarını sömürmekle burjuvazi, bütün ülkelerin üretim ve tüketimine kozmopolit bir karakter vermektedir. Sanayiyi ulusal temelinden yoksun bırakması, tutucuların mutsuzluğu olmuştur. Eski ulusal sanayiler yıkıldı ve her gün yıkılıyor. Bunların yerini, kuruluşları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım meselesi haline gelen yeni sanayiler alıyor; bu yeni sanayiler artık, ülke içinde üretilen hammaddeleri değil, en uzak yerlerden gelen hammaddeleri kullanıyorlar, ve ürünleri de, sadece ülke içinde değil, bütün dünyada tüketiliyor. Eskiden ulusal ürünler tarafından karşılanılabilen ihtiyaçlar yerine, artık karşılanması uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni ihtiyaçlar doğuyor. Eski yöresel ve ulusal tecrit ve kendi kendine yeterlik yerine, her yönde ilişkilerle ulusların birbirine evrensel bağımlılığı görülüyor. Ve maddi üretim için doğru olan, manevi üretim için daha az doğru değildir. Ayrı ayrı ulusların entellektüel eserleri ortak servet haline geliyor. Ulusal tek yönlülük ve dargörüşlülük gün geçtikçe daha imkansızlaşıyor, sayısız ulusal ve yöresel edebiyattan bir dünya edebiyatı doğuyor.”(7)

Marks’ında sözünü ettiği bu süreç, bizim daha önceki bölümlerde ele almaya çalıştığımız, burjuvazinin iktisadi temelde yükselişinin, sonuçta kaçınılmaz olarak belirleyeceği düşünsel faaliyetin Rusya’ya da yansıyacağı noktalara işaret etmektedir. Kısacası Rusya’da kapitalizmin gelişmesine ilişkin temelleri ortaya koymaktadır.

Petro’nun düşleri II. Katerina’da tekrar vücut bulmuştur. Zaten Petro kendisinden sonraki Rus İmparatorlarına seslenen ünlü “Vasiyetname”sinde önerilerini yapmıştır.

Petro’nun “Vasiyetnamesi”:***

“I. Rus ulusunu daima sürekli savaş halinde tutacaksın. Böylece asker, daima savaşa hazır ve bilenmiş olacak. Rus ulusunu ancak devletin maliyesini düzeltmek, yeni ordular kurmak ve saldırı için en uygun zamanı ayarlamak üzere dinlendireceksin. Ve böylece, Rusya’nın sürekli büyümesi ve refaha kavuşması için barışı savaşın, savaşı da barışın hizmetine vereceksin.

II. Bütün olanakları seferber ederek Avrupa’nın ileri uluslarından savaş sırasında en iyi kumandanları, barış sırasında da en büyük bilginleri buraya getirteceksin. Böylelikle Rus ulusunu, kendi öz yararlarından hiçbir şey yitirmeksizin, öbür ülkelerin avantajlarından yararlandıracaksın.

III. Avrupa’da olup biten bütün herşeyde senin de tuzun olsun. Hele Almanya konusunda, unutma! Çünkü o, sana en yakın olandır. Dolayısıyla da seni en yakın şekilde ilgilendirir.

IV. Sürekli kargaşalar yaratarak ve kıskançlıklar doğurarak böl Polonya’yı. Varşova’da iktidarı elinde tutanları altın pahasına da olsa satın al. Polonya krallarının seçiminde söz sahibi kal daima. Meclis’e kendi adamlarını sok ve onları, Rus askerlerinin oraya girmesi için kullan. Girmesi ve bir daha çıkmaması için… Buna komşu devletler karşı çıkacak olursa, aslan payından küçük parçalar vererek yatıştır onları. Verdiğini nasıl olsa geri alacaksın.

V. İsveç’ten ne mümkünse al. Ve onu boyunduruk altına sokmak için, sana saldırı da bulunması için sürekli kışkırt. Bunun için de Danimarka ile İsveç arasında sürekli ikilik yarat. Unutma ki zaten aralarında ikilik vardır.

VI. Oğullarına ve torunlarına daima Alman prensesleri seçeceksin. Bu, ortak çıkarlarımızı pekiştirmeye yaradığı gibi, Almanya’daki etkimizi arttırmaya da yarayacaktır.

VII. İngiltere ile özellikle ticaret konusunda ittifak kuracaksın. Çünkü onun bize, deniz gücünü beslemek bakımından büyük ihtiyacı vardır ve bu bakımdan, bizim deniz gücümüzün gelişmesine de yardımcı olabilir. Odun ve öbür ürünlerin karşılığında altın alacaksın ondan. Ayrıca da onun tüccarları ve gemicileriyle bizimkiler arasında sürekli ilişki kuracaksın ki bizim tüccarlarımızla denizcilerimiz de ticaret ve denizcilik alanlarında daha geniş bilgi kazansın.

VIII. Hiç vakit yitirmeksizin ve hiçbir güçlükten yılmaksızın kuzeyde Baltık denizi boyunca, güneyde de Karadeniz boyunca yayılmaya bakacaksın.

IX. İstanbul’a ve Hindistan’a yaklaşacaksın durmaksızın ve dinlenmeksizin. Bilesin ki bu iki ülke üzerinde egemenlik kurmak, bütün dünya üzerinde egemen olmak demektir. Dolayısıyla da bazan Türkü, bazan Acemi kışkırtıp birbirine düşüreceksin: Savaşsınlar durmadan, durmadan savaşsınlar ki soluk alamasınlar. Sen de bu arada gerek Karadeniz’de, gerekse Baltık denizi üzerinde tersaneler kur ve iyice hızlandır: Güneydeki İran körfezine kadar inmeye bak. Elinden gelirse Suriye’yi kullan ve Yakın Doğu ticaretini denetlemeye koyul. Böylece de Hindistan’a kadar uzan. Uzan, çünkü bütün dünyanın ambarıdır orası. Ve çünkü oraya sarktığın andan itibaren İngiliz altınından vazgeçebilirsin.

X. Avusturya ile ittifak ara, kur ve sürdür. Onun Almanya üzerindeki egemenlik iddialarını destekler görün ama el altından da oradaki prenslikleri merkeze karşı sürekli olarak kışkırt. Öyle ki bazan biri, bazan da öteki senden imdat istesin. Ve böylelikle sen, o ülke üzerinde gelecekteki egemenliğini hazırlayacak bir koruyucu durumuna gir.

XI. Avusturya hanedanını, Türkü Avrupa’dan def etmeye ikna et. Ve sen İstanbul’u fethetmeye giriştiğinde onda uyanacak kıskançlıkları ya Öbür büyük Avrupa devletlerinden biriyle onun arasında savaş çıkartarak ya da çok zorda kalırsan, fethin bir parçasını ona vererek yatıştır. Verdiğin parçayı ilk fırsatta geri almak üzere tabii.

XII. Macaristan’da, Türkiye’de ve Polonya’da dağınık bir halde yaşayan bütün Yunanlıları kendi çevrende toparla. Merkezi ol onların, desteği ol. Ve onlar üzerinde, aramızdaki din ortaklığını da ustaca kullanarak, üstünlük ve egemenlik kur: Unutma ki yarınki can düşmanlarının arasındaki gerçek dostların onlar olacaktır.

XIII. İsveç’i parçalayıp İran’ı dize getirip Polonya’yı boyunduruğun altına alıp Türkiye’yi fethedip, ordularını tek kumanda altında topladıktan sonra ve Baltık deniziyle Karadeniz’i ele geçirdikten sonra, alabildiğine gizli bir şekilde, önce Fransız sarayına, sonra da Viyana sarayına bütün Dünya İmparatorluğu’nu bölüşmeyi öner.

Eğer ikisinden biri bu önerini kabul ederse… ki birinden biri mutlaka kabul edecektir… Kabul eden taraftan, kabul etmeyen tarafı ezmek için yararlan: onların tutkularını okşayıp özsevilerini kamçılayarak yararlanacaksın elbette… Sonra da, ikisi arasında başlatacağın kırımdan yenerek çıkanı sen yenmeye hazırlan. Yeneceksindir: Çünkü bütün Yakın Doğu’nun ve bütün Avrupa’nın büyük bir kısmı zaten artık Rusya’nın elinde bulunmaktadır.

XIV. Eğer her ikisi de… Böyle şey katiyen olmaz ama… senin bu önerini reddedecek olursa, aralarında nifak çıkar; önceden hazırlamış ol bu nifak çıkarma olanağını ve onları biribirine kırdır. Onlar biribirleriyle savaşa tutuşup en zayıf düştükleri anda da üzerlerine çullan. Öyle ki: Bir yandan kara ordularınla Almanya’yı ezerken, öte yandan da hem Azov denizinden, hem de Arhangelsk’ten deniz ordularını Asyalı askerlerle de pekiştirip seferber et. Ve bunlar, Akdeniz’den Fransa’yı bastırsın, hem de Okyanus’ta Almanya’yı ve hemen ardından gene Fransa’yı…

İşte böylece bu iki ülkeyi yendiğin anda bütün Avrupa’nın geri kalan kısmı son derece kolaylıkla, adeta kendiliğinden ve hiç kan akıtmaksızın sana teslim olacaktır.

Ve Avrupa, ancak bu şekilde boyunduruk altına alınabilir.”(8)

Görüldüğü gibi Petro’nun “Vasiyetname”si Rus yayılmacılığının hedeflerini saptamak açısından önemli bir belgedir. Katerina’nın, Petro’nun misyonunu sürdüren ilk hamlesi, yani tahta çıkar çıkmaz yaptığı ilk iş kilise mülklerine el koymayı tamamlaması olmuştur. Bu mülkleri devlet topraklarına katması, diğer mülklerin daha kolay dağıtılmasına imkan vermiştir. Etrafındaki aristokratlara, devlet köylülerinin yaşadığı pek çok toprak vermiştir. Devlet köylüleri böylece toprak kölesi haline gelmiştir.

Katerina’nın bu dönemi, dış politikaya ağırlık verdiği bir dönemdir. Biron’u Kurzeme’ye, Stanislaw II August Poniatowski’yi Polonya’ya yerleştirmiştir. Prusya ile kurulan ittifak (1764), Varşova’yı Rusya’nın himayesini kabul etmek zorunda bıraktırmıştır. Ortodoksların savunmasını üzerine alan Rusya, 1767 Diyetini, Ortodoksların haklarını tanımaya zorlamıştır. Fransızların desteğiyle, Polonya’yı kurtarmaya çalışan Türkiye ile savaşa girilmiş (1768), ancak Polonya, Rus teminatını kabule mecbur olmuştur. Avusturya ve Prusya, karadaki (Bükreş’in zaptı) ve denizdeki (Çeşme, 1770 )başarılarına rağmen Çariçeyi, Azak denizi ve Karadeniz kıyısında küçük bir toprak parçası, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ortodoksların himayesi gibi (Küçük Kaynarca, 1774) sonuçlarla yetinmek zorunda bırakmışlardır. Fakat, Polonya’nın ilk bölünmesine ortak edilmesi, Rusya’ya Livonya ve Beyaz Rusya’nın Doğusu’nu kazandırmıştır.

Petro’nun ve ondan sonrasının zora, şiddete dayanan reformlarıyla ya tümden yıkıldığı ya da temellerinin sarsıldığı Rusya’nın yönetiminin başına geçmiş olan Katerina’nın dış politikadaki ataklarının ilk sonuçları genel anlamda bunlardır. Rusya’nın topraklarında yaşayan halkların durumu üzerine ise Katerina, burjuva aydınlanmasının filozoflarına yaslanan bir politika izlemekten çekinmemiştir.

Katerina’nın Avrupa’ya dönük yüzüne ilk seslenen Fransız aydını Diderot, “aydın bir yöneticinin yolu üzerinde engel oluşturabilecek geleneklerin kaldırılmış olmasının önemi üzerinde özellikle durur. Katerina’ya sunduğu ” Polis Hakkında Tarih Denemesi” (Essai historique sur la police) adlı önergede, İmparatoriçe Majestelerinin yapamayacağı hiç bir şey olmaması ve yalnızca [Rusya’nın] iyiliği[ni] düşünen biri olmanız” [Rusya için] büyük şans iken, Fransa’nın geleneksel mülkiyet ilişkileriyle sımsıkı bağlanmış durumda olmasının, Fransa’daki yasalarda reform yapılmasını olanaksız kıldığını yazar. Diderot, Büyük Petro’nun Rusya’sını, ayağında taşlaşmış eski geleneklerin kösteği bulunmaksızın doğan yeni bir toplum, dolayısıyla bilge bir yasakoyucunun yaratıcı iradesinin (isteminin) kolaylıkla biçim verebileceği uysal bir malzeme olarak görür. “Daha üzerinde hiç bir işlemde bulunulmamış ulusa ne mutlu”**** der.”(9)

Burjuva aydınlanmasına, cumhuriyete inancını Fransız Ansiklopedistlere sürekli tekrarlayan Katerina, despotizmi Rusya’da ortadan kaldırmayı amaçladığı biçiminde bir izlenim yaratmak istemiştir. Katerina’nın bu yaklaşımları karşısında Voltaire, Diderot’ya yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu: “Ne şaşırtıcı günlerde yaşıyoruz! Fransa felsefeyi bir suçlu gibi koğuştururken, İskitler [“Barbar” Ruslar] onu koruma önerisinde bulunuyorlar” .(10) Voltaire’e, Katerina’nın “Brutus’un ruhuyla Kleopatra’nın büyüsünü ruhunda birleştirdiğini” söyleyen Diderot, Katerina’ya yazdığı bir mektubunda: “Kudretli İmparatoriçem, ayaklarının önünde eğiliyor ve ellerimi size uzatıyorum; sizinle konuşmak istiyorum, ama yüreğimde fırtınalar kopuyor, kafam çalkalanıyor, düşüncelerim karmakarışık, kendimi bir çocuk durumuna düşmüş görüyorum” demiştir.(11)

Katerina’nın etkilendiği 18. yüzyıl Avrupa’sının “özgürlük” sloganları, aslında, temelde serbest girişimciliğe ve özgür ticarete dayanıyordu. Fransız İhtilali’nini hazırlayan bu süreç, bir sınıf olarak burjuvazinin aşağıdan yukarıya, yani feodalizmden kapitalizme geçişte kendi önünü açabilmek uğruna tüm düşünsel etkinlikleri bağrında taşıyordu. Yüzyılın ortalarından sonra ticaret, düşünürlerin sık sık ele aldıkları bir konu olmuştu. Dolayısıyla serbest girişimciliğin, yani ticaret için vazgeçilmez bir zorunluluk olan “özgürlük” övülmeliydi. Bu konuda bir sürü kitaplar yazılmıştı. Örneğin: İrlandalı banker R. Caultillon’un çalışması, “Ticaretin Yapısı Üzerine Denemeler”, kendisinin ölümünden sonra yayınlandı (1755); bir İtalyan manastırının başpapazı olan F. Galiani, “Hububat Ticareti Üzerine” adıyla sekiz konuşma yazdı (1768); Fransa’da bir başka manastır başpapazı, Etienne de Condillac, “Ticaret ve Devlet Yönetiminin Çok Yönlü İlişkileri” adlı bir eser yayınladı (1776).

İşin içinde “özgürlük” söylemi olur da felsefeciler durur mu? Çok geçmeden söze onlar da karıştılar ve Montesquieu, ünlü “Yasaların Ruhu”nda ticareti ayrıntılı şekilde ele almıştı (1748). Avrupa’nın tüm ünlü gazeteleri artık, döviz, devlet tahvilleri kurlarını, yiyecek ve yem fiyatlarını haber veren yazılarla doluydu. İnsanlığın “özgür”lüğü ve gelişmesi için ticaretin serbest olması gerekir tezi, herkesin benimsediği bir görüş olmuştu. Hatta kişiliği liberalizm ve çapkınlıkla eşanlamlı olmuş bulunan Casanova bile, “Ticaretinin yolunda gitmesinden emin olmak isteyen bir devlet, bu ticarete tam bir serbestlik sağlamak zorundadır” diye yazıyordu. Sıkı bir din eğitiminden gelen ve sonradan ekonomi ile uğraşmaya başlayan, 1774’te XVI. Louis tarafından Bahriye Bakanlığı’na atanan Turgot ise; “Ticaret bütün dallarında aynı ölçüde ve tam bir özgürlük içinde olmalıdır” diyordu. Manastır başpapazı Raynal da “Ticareti her yerde köstekleyip bunaltan yasakları, vergileri, zincirleri ilk önce kaldıracak olan devlet, mutluluğa, sonsuz derecede mutluluğa ulaşacaktır” yargısını vurguluyordu.

Daha önce sözünü ettiğimiz, 1751 yılında çıkmaya başlamış ve 1780 yılında 35 ciltte tamamlanacak olan Fransız Ansiklopedisi bu konulara fazlasıyla yer vermişti. Diderot ve D’Alembert’in yönetiminde Voltaire, Rousseau, Baron d’Holbach gibi düşünürleri de çevresinde toplayan bu ansiklopedistler, Ansiklopedi’de kara, denizaşırı ticaret, yakın ve uzak mesafe, iç, dış, toptan ve perakende ticaret arasındaki farkları büyük bir özenle belirtmekteydiler. Temelde Ansiklopedi’nin yargısı şöyleydi: “Ticaretin gerçekten verimli olması gerekiyorsa, devlet hiçbir işe karışmamalı, hiçbir imtiyaz, hiçbir tekel, lonca, devlet hazinesi, devlet bankası ve kağıt para bulunmamalıdır.”

“özgür”lüğü arayan düşüncelerin uçuştuğu bu ortamda tüm programlar şu sloganla özetlendi: “Laissez faire, laissez passer”, yani “Bırak yapsın, bırak geçsin”. Gerçi 200 yıl önce Montaigne; “Doğaya bırakalım işini, o kendi sorunlarını bizden daha iyi çözer” demişti. Legendre adlı bir tüccar bu sloganı “Bırakın biz yapalım” şeklinde ifade etmişti. Ünlü Tüccar Vincent de Gournay ise, söze klasik biçimini verdi: “Laissez faire, laissez passer”, “Laissez faire; yani, bize meslek serbestliği ver. “Laissez passer” yani, bize gelip geçme serbestliği ver.(12) Kısacası ise, korporasyonları ve gümrükleri kaldır demekti bu.

Gelinen noktada bu görüşler bir öğreti halinde sistemleştirildiler. Siyasal iktisatın havarileri olan iki düşünür bu tarihi görevi üstlerine almışlardı. Bunlardan birincisi, Kral XV. Louis’nin özel doktoru ve bir cerrahi profesörü olan François Quesnay, diğeri ise İskoçyalı bir ahlak profesörü olan Adam Smith’di. Quesnay ve onun fizyokrat arkadaşlarına göre, zenginlik üretimden, daha doğrusu toprağın verdiklerinden doğmaktaydı. Ticaretin her türü serbest olmalıydı. Ancak, Quesnay ve arkadaşları için tarım her şeyden önemliydi. Çünkü, “toprak neden, ticaret ise sonuçtu”.

“Ulusların Zenginliğinin Nedenleri ve Niteliği Üzerine Araştırma” adlı çalışmasında serbest rekabetin övgüsünü yapan Adam Smith, kişisel çıkarını kollayan kimse, bu yolla sonunda halkın çıkarına da hizmet eder gibi bir iddia ile “özgür”lüğün sınırlarını sınırsızlıkla belirliyordu. Adam Smith sözlerine şöyle devam ediyordu: “Serbest piyasayı zedeleyen her şey, ona zarar veren her şey, devlettten veya birliklerden kaynaklanmaktadır. Bir halk özgürlükle zengin olur. Bir iş kolunda ne kadar çok serbest rekabet olursa, bu rekabet topluma o kadar çok yarar ve kazanç getirir. Çeşitli uluslar arasında da özgürlük mal alışverişini artırır. Bütün uluslar serbestçe dışalım ve satımın liberal sistemini uygularsa, o zaman dünyanın büyük bir kesiminde çeşitli devletler büyük bir imparatorluğun illeri gibi olacaklardır.”(13)

Avrupa’daki bu gelişmeleri Engels şöyle anlatıyordu: “(…) Din, doğa bilimi, toplum, siyasi kurumlar herşey, acımasız bir eleştiriye tabi tutuldu. Herşey aklın yargılama kürsüsü önünde varlığını kanıtlamalı, kanıtlayamazsa teslim olmalıydı. Akıl herşeyin tek ölçüsü olmuştu. Hegel’in dediği gibi, dünyanın başı üzerinde durduğu bir zamandı. Bu ilkin, insan kafasının ve onun düşüncesiyle varılan ilkelerin tüm insan eyleminin ve kurumların temeli olduğunun iddia edilişi anlamındaydı. Fakat giderek genişledi ve bu ilkelerle çelişen gerçekliğin başaşağı edilmesi gerektiği anlamını da kazandı. O sırada var olan tüm toplum ve yönetim biçimleri ussal görülmeyerek sandık odasına fırlatıldı. Dünya şimdiye dek önyargılarla yönetilmesine izin vermişti. Geçmişte kalan herşey sadece acınmayı ve aşağılanmayı haketmişti. Şimdi ilk kez olarak, gün ışığı, aklın krallığı kendini gösterdi. Bundan sonra boş inanç, adaletsizlik, ayrıcalık, baskı, yerini ebedi adalete, doğaya dayanan eşitliğe ve insanın elinden alınmaz haklarına bırakacaktı.”(14)

Burada anlaşılacağı gibi, sınıfsal niteliğin değişmesi ve bir üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçiş sözkonusu. Daha önceden kendini Tanrının temsilcisi olarak gösteren bir sınıfın yerine gelmekte olan sınıfın, yani burjuvazinin, aristokrasinin “Tanrı devleti”ne karşı “aklın krallığı”nı ilan edişidir bu. Rousseau ünlü çalışması “Toplum Sözleşmesi”nde (Du Contrat Social) sınıfsal niteliği değişmiş bir devletin habercisi olarak “toplumsal cumhuriyet”i formüle ediyordu. Bu teoriye göre, insanlar ilkel toplumda herkesin eşit olduğu koşullar altında yaşardı. Özel mülkiyetin ortaya çıkışı ve maddi eşitsizliğin gelişmesi, insanların doğal durumdan uygar duruma geçişlerinden ve ayrıca bir toplumsal sözleşmeye dayanan bir devletin tesisinden sorumluydu. Ama sonuçta, siyasi eşitsizliğin evrimi, toplumsal sözleşmenin parçalanmasına ve diğerlerinin ayrıcalıkları kendine sağlanmayan yeni bir sınıfın doğuşuna yolaçtı. Bu olgu, Rousseau’nun iddiasına göre, yeni bir toplumsal sözleşmeye dayanan “akılcı” bir devlet tarafından kaldırılabilirdi.

Belli ki Roussea’nun sınıfsal çelişkileri ortadan kaldıracak olan devlet önermesi, iktidarı herhangi bir sınıfa vermeyen, ancak, sınıfsal çelişkileri sınıfsal bir uzlaşmaya bağlayacak olan bir sözleşmeden temellenen “sağduyu devleti”nde, aklın iktidarıdır. Sonuçta bu durum hem üretim biçimini, hem de sınıfsal niteliği değişikliğe uğratan bir önermedir.

Tümüyle bu önermelerin en birikmiş noktasına yine Engels’in yaklaşımı şu olmuştur: “Bugün aklın krallığının, burjuvazinin idealleştirilmiş krallığından başka bir şey olmadığını; o ebedi adaletin gerçekliğini burjuva adaletinde bulduğunu; eşitliğin, kendini burjuva yasa önünde eşitliğe indirgediğini; burjuva mülkiyetinin insanın temel haklarından biri olarak ilan edildiğini; akıl yönetiminin Roussea’nun Toplumsal Sözleşmesi”nde vücut bulduğunu ve ancak bir demokratik burjuva cumhuriyeti olarak vücut bulabileceğini biliyoruz. 18. yüzyılın büyük düşünürleri, öncelerinden daha fazlasını yapamadılar, çağlarının kabul ettirdiği sınırları aşamadılar.

Fakat, feodal soyluluk ile toplumun tüm geri kalanını temsil ettiği iddiasında olan kent soylular arasındaki uzlaşmaz çelişkinin yanında, genelde sömürenler ile sömürülenler, zengin tembeller ile fakir işçiler arasındaki uzlaşmaz çelişki de vardı. İşte bu durum, burjuvazinin temsilcilerine, kendilerini sadece özel bir sınıfın değil, tüm acı çeken insanlığın temsilcisi olarak öne çıkarmalarına olanak verdi.”(15)

Aslında tarihsel olarak sürecini tamamlamış feodalizmin ve dolasıyısıyla monarşinin, aynı zamanda akli olarak da sürecini tamamlaması kaçınılmazdır. Dolayısıyla tarihsel pratik içinde biten, ardından akli olarak da evrimini tamamlamış olacaktır. Daha önceki bölümlerde sık sık ele aldığımız kapitalist üretim biçimi öncesi ekonomi biçimlerinde, feodalizmin bağrında büyüyen kapitalist kuruluşlara işaret etmiştik. Yani toplumsal pratiğin ve onun yarattığı toplumsal ilişkilerin insan zihnini belirlemesi gibi, hiçbir şey, tarihsel pratiğin bir yansıması olarak, aklın gelinen noktada gerek felsefi olarak, gerekse siyasal olarak varolan gerçekliği sistemleştirmesi kadar normal olamaz.

Ancak, bu sistemleştirmelerde, aklın idealize etme olanaklarını aşan bir sav da aklın idealleştirilmesi olmuştur. Örneğin Hegel’in Fransız Devrimi’ne ilişkin olarak yazdığı şu pasajda olduğu gibi: “Yasa kavramının birden bire kendini hissettireceği ve eski hatalı yapının buna karşı hiç direnemeyeceği düşünüldü. Böylece, bu yasa kavramına göre, şimdi bir anayasa tespit edilmişse ondan sonra herşey bunun üzerine oturtulmalıydı. Güneşin semaya yerleştiği ve etrafında gezegenler dönmeye başladığından beri, insanın başının üzerinde -yani, Fikir üzerinde- durup gerçekliği bu zihinde şekillendirmeden sonra inşa ettiği, hiç görülmemişti. İlk kez Anaksagoras dünyayı aklın, mantığın yönettiğini söyledi, fakat şimdi, ilk kez olarak, insan zihinsel gerçekliğini aklın yönetmesi gerektiğini tanıma noktasına geldi. Ve bu şahane bir başlangıçtı. tüm düşünen varlıklar bu kutsal günü kutlamaya katıldı. O zaman yüce bir duygu sarstı insanları, mantık hevesi istila etti dünyayı, Tanrısal ilke ile dünya barışmıştı sanki.”(16)

“Hiçbir felsefi sav, Hegel’in ünlü “Gerçek olan her şey ussaldır, ussal (rationnel) olan her şey gerçektir”***** savı kadar, yeteneksiz hükümetlerde bu denli şükran duyguları ve onlardan daha az yeteneksiz olmayan liberallerde de bu denli öfke uyandırmamıştı. Bu, açıkça, var olan her şeyin kutlulaştırılması, despotluğun, polis devletinin, keyfi adaletin, sansürün onaylanması değil miydi?”(17)

Ancak bu felsefi savdan çıkan sonuca göre, gerçekte sürecini tamamlamış olan insan aklında da sürecini tamamlamıştır. Tersinden düşündüğümüzde ise, akılda sürecini tamamlamış olan gerçekte de sürecini tamamlamış olur. Bütün bunların sonucunda böylesine bir gerçekliğin ve ona tekabül eden aklın dışındaki her şey gerçeğe, akla aykırı düşecektir. Öyleyse Rusya’da da durum böyle midir? Yani Avrupa’da sürecini tamamlamış olan feodalizmin, Rusya’da kendi gerçekliğine paralellik göstermeyen bir aklilikle bitişi bu denklemi doğruluyor mu?

Daha önce sözünü ettiğimiz Fransa’daki değişim, Almanya’da da kendini gösteriyordu. Sürekli vurguladığım gibi, Fransa’da aşağıdan yukarıya gelen ve maddi temelleri olan üretim biçimi değişikliğini, Almanya’da hatta Rusya’da hangi zemine oturtacağız. Çünkü “Fransızlar, bütün resmi bilime karşı, kiliseye karşı, hatta sık sık devlete karşı, açık savaşım halindeydiler, yapıtları sınırların ötesinde, Hollanda’da, İngiltere’de basılıyor, kendileri ikide-bir Bastille’de hapsedilme tehdidi altında bulunuyorlardı. Almanlarda ise, tersine, gençliğin hocaları, devlet tarafından atanan profesörlerdi, yapıtları öğretim elkitapları olarak tanınıyordu, ve bütün gelişmeyi taçlandıran sistem, Hegel’in sistemi, şu ya da bu biçimde Prusya krallığının devlet felsefesi katına yükselmişti!”(18)

Hegel’de aşma ediminin ortaya koyduğu bu denklem, karşılıklı ilişkide denklemin birbirini tamamlayamayan yanlarına ilişkin olarak da zorunluluk ilkesini işletiyordu. “Oysa, Hegel’e göre elbette, varolan her şey, hiç de başka bir kayıt olmaksızın gerçek değildir. Gerçeklik sanı, Hegel’de, ancak, aynı zamanda zorunlu olana aittir, “gerçeklik açılıp ortaya çıkışında zorunluluk olarak kendini ortaya koyar”; onun için Hegel, ne olursa olsun her türlü hükümet önlemini -bizzat Hegel “belli bir vergi düzenlemesi” örneğinden sözeder- gerçek saymaz. Ama zorunlu olan, son aşamada, aynı şekilde ussal olduğunu da gösterir, ve o zamanın Prusya devletine uygulanınca, Hegel’in savı, bu devlet, zorunlu olduğu ölçüde ussaldır, usa tekabül eder anlamından başka bir anlama gelmez; bununla birlikte, bu devlet bize kötü görünüyorsa ve kötü olduğu halde gene de varolmakta devam ediyorsa, bu hükümetin kötü niteliği, kanıtını ve açıklamasını, uyrukların buna kötü düşen niteliğinde bulur. O zamanın Prusyalıları layık oldukları hükümete sahiptiler.”(19)

Gerçekten de Rusya ve hakim olduğu topraklarda yaşayan halklar böyle bir iktidara mı layıktılar? Kendi gerçek öz dinamiğinin dışında, özellikle Fransa’daki gibi aşağıdan yukarıya bir yol izleyen gelişim çizgisinin Rusya ve hatta Osmanlıda yukarıdan aşağıya akli bir tarihsel zorunluluk haline gelmesi ilginç sonuçlar doğurmuştur. Böyle bir tarihsel zorunluluğa ilişkin olarak Marks ve Engels “Komünist Manifesto”da şöyle diyorlar: “Üretim aletlerinin hızla gelişmesiyle ve ulaştırma araçlarının her gün daha yüksek bir düzeye ulaşmasıyla, burjuvazi, en barbar kavimleri bile uygarlığın seline katıyor. Ürünlerinin ucuzluğu, bütün Çin setlerini döğüp yıkan ve yabancılara karşı en inatçı bir düşmanlık duyan barbarları teslim olmaya zorlayan ağır toplardır. Burjuvazi, bütün ulusları, yokolma ihtimaliyle karşıkarşıya bırakarak, burjuva üretim biçimini kabullenmeye zorluyor; bu uluslar dirense de, onları, kendisinin uygarlık dediği şeye ayak uydurmaya, yani burjuva olmaya zorluyor. Tek kelimeyle, burjuvazi, kendisine tıpatıp benzeyen bir dünya kurmaktadır.

Burjuvazi, köyü şehre tabi kılmıştır. Büyük şehirler kurmuş, köy nüfusuna göre şehir nüfusunu büyük ölçüde arttırmış ve böylelikle nüfusun önemli bir kısmını, kır hayatının aptallaştırıcı etkisinden kurtarmıştır. Nasıl köyü şehre tabi kılmışsa, aynı biçimde, barbar ya da yarı barbar ülkeleri uygar ülkelerin boyunduruğu altına almış, köylü halkları burjuva halklara, Doğu’yu Batı’ya bağımlı duruma getirmiştir.”(20)

Bu bağımlılık ilişkisi emperyalist politikanın temeli olduğu gibi, Doğu’daki monarşik devletleri de tarihsel zorunluluk çizgisine çekerek, yukarıdan aşağıya dayatılan reformist zora tabi kılacaktı. Bu ilişkide “Hegel’e göre,gerçeklik, hiçbir şekilde, herhangi bir siyasal ya da toplumsal duruma, her koşulda ve her zaman yüklenebilen bir san (attribut) değildir. Tam tersine. Roma Cumhuriyeti gerçekti, ama onun yerini alan Roma İmparatorluğu da aynı şekilde gerçekti. 1789’da Fransız monarşisi, o kadar gerçek-dışı, yani tüm zorunluluktan yoksun, okadar usa aykırı olmuştu ki, Hegel’in her zaman büyük bir çoşku ile sözünü ettiği Büyük Devrim tarafından yıkılmalıydı. Bunun sonucu olarak, burada, monarşi gerçek-dışı, devrim ise gerçek olandır. Ve böylece, gelişmesi sırasında, daha önce gerçek olan her şey gerçek dışı olur, zorunluluğunu yitirir, varolma hakkını ussallığını yitirir; cançekişen gerçekliğin yerini, yeni ve yaşayabilir bir gerçeklik alır; ve bu eğer eski, savaşım vermeden ölüme gidecek kadar usçul olursa barışçıl yolla, yok eğer zorunluluğa karşı direnirse zor yoluyla olur. Ve böylece Hegel’in savı, gene Hegelci diyalektiğin oyunuyla kendi karşıtına döner: insan tarihi alanında gerçek olan her şey, zamanla, usa aykırı olur, demek ki, gelecek, yazgısı gereği, daha önceden usa aykırıdır, önceden usa aykırılıkla lekelenmiştir; ve insanların kafasında ussal olan ne varsa gerçek olmaya adaydır, görünüşe göre varolan gerçeklikle ne kadar çelişik olursa olsun. Her gerçek olanın ussallığı savı Hegelci düşünme yönteminin tüm kurulları ile uyum içinde şu başka sava dönüşür: Varolan her şey, yok olmayı hakeder******”(21)

Engels’in yukarıda vurguladığı gibi tarihsel gelişim çizgisi, insanların istek ya da bilinçlerinden bağımsız olarak çalışan kendi nesnel yasalarıyla uyum içinde bulunan ve insanların daima, varolan ekonomik koşullara uygun olarak, pratiğini yürütmek durumunda olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla Fransız İhtilali’nin ve ihtilale kadar olan sürecin getirdiği tüm değişim biçimlerinin nedenini felsefesinde değil, Avrupa ekonomisinin geldiği noktada aramak daha doğru olur.

“Komünist Manifesto”da belirtildiği gibi Avrupa’da “gördüğümüz durum şudur: burjuvazinin üzerinde düzenini kurduğu üretim ve mübadele araçları, feodal toplumun içinde yaratılmıştır. Bu üretim ve mübadele araçlarının gelişmesinin belirli bir noktasında, feodal toplumun üretim ve mübadele şartları, tarımın ve imalatın feodal örgütlenmesi, bir kelimeyle, feodal mülkiyet ilişkileri, tam gelişme halinde olan üretici güçlere uygun olmaktan çıktı; ve üretimi ilerleteceğine, onu engeller hale geldi. Bu engellerin yıkılması gerekiyordu. Yıkıldılar.

Bunların yerine, kendisine uygun bir sosyal ve politik yapı ve burjuva sınıfın ekonomik ve politik egemenliği ile birlikte serbest rekabet geldi oturdu.”(22)

Doğrudan doğruya belli bir maddi temel üstünde yükselen düşünsel faaliyetler, toplumsal örgütlenme biçimleri, siyasal kurumlaşmalar ve kültürel yapı, tarih sahnesine çıkan burjuvazinin ihtilalinin belirleyicisi olmuştur. Demek ki üretim sürecinde insanlar arasındaki ilişkileri, herşeyden önce üretim araçlarının mülkiyeti, yani, mülkiyet biçimi belirler. Örneğin, üretim araçlarına emekçi halk sahipse (kamu mülkiyeti) ve bunlar, bütün toplumun çıkarlarına uygun olarak kullanılıyorsa, üretim ilişkileri de dostça bir karakter taşıyacaktır.

Burjuvazinin getirdiği cumhuriyet tanımlaması, yeni bir devlet örgütlenmesini de beraberinde getirir. Bildiğimiz gibi “en büyük maddi ve fikri işbölümü, şehirle kırın ayrılmasıdır. Şehir ile kır arasındaki zıtlık; barbarlıktan medeniyete, aşiret organizasyonundan devlete, bölgecilikten millete geçildiği zaman ortaya çıkmış ve günümüze kadarki medeniyet tarihi boyunca süregelmiştir.”(23)

Burjuvazi tarih sahnesine çıkışından itibaren belli bir politik merkezileşme temelinde “ayrı ayrı çıkarları, kanunları, hükümetleri, vergi sistemleri olan bağımsız ya da zayıf bağlarla birbirine bağlı eyaletler, aynı hükümet, aynı kanun altında, aynı ulusal sınıf çıkarı olan, aynı sınır, aynı gümrük duvarı ardında, tek bir ulus halinde birleş”mişlerdir.(24)

Bütünüyle sözünü ettiğimiz burjuva devriminin ve cumhuriyetin oluşum dinamiklerini Rusya’da görmek mümkün müdür? Monarşik bir düzen içinde, hiçbir maddi temeli olmadan ve devletin sınıfsal niteliği değişmeden cumhuriyete geçişin koşulları var mıdır? Anlaşılan o dur ki, Katerina, Rusya’yı Avrupalı bir olgu olmaya sürükleyen nedenleri Petro’nun ünlü “Vasiyetname”siyle birleştirebilmenin arayışları içindedir. “Filozof monark” “güzel Kato”, Rusya’nın bölgesel bir güç haline gelmesinin hayallerini görmektedir. Bu meseleyi ün kazanmak uğruna büyük bir hırsla arzu eden Kato, Rousseau’yla bile ilişki kurmayı denemiş ve onu Rusya’ya davet etmiştir. Ancak Rousseau, “ne bu çağrıyı kabul etmiş, ne de, Katerina’nın kendisine vermek istediği, “Rus tiranı”nın adını gelecek kuşaklar önünde kirletme girişimi olarak nitelediği yüz bin rubleyi”.(25)

Rousseau dışında diğer Fransız aydınların dikkatini çeken “aydınlanma”cı monark, çok geçmeden bazı kanuni düzenlemeler yapma girişiminde bulunur. Adeta bir “Tanzimat Fermanı”dır bu. Burjuva aydınlanmasının doğal hukuk anlayışına inandığını belirten Kato, Rusya’yı tüm insanların “doğal hakları”na saygılı ve hukuka bağlı bir devlet yapmaktan sözedebilmektedir. Hatta, “bu yasama önlemlerinin tamamlanmasından sonra, Rusya’nın dünyada, kendisinden daha hakça yönetilen, dolayısıyla Rusya’dan daha mutlu tek bir ulusun [ülkenin] bile gerisinde kalmasından Tanrı bizi korusun. Eğer geride kalırsa, çıkaracağımız yasalar amacına ulaşamamış demektedir; böyle bir karayazgıyı görmektense, ölsem daha iyi” der.(26)

1767’de yeni kanun düzenlemeleri için toplattırdığı Yasa Komisyonu’na Montesquieu’nun ve Beccaria’nın yazılarından çıkarılmış formüllerin rahatça kullanılabilmesi için hazırladığı “Yönergeler”i verir. Toplanan bu komisyon, farklı sınıflardan gelen, içlerinde devlet mülklerindeki köylüleri temsil eden 100 delegenin de bulunduğu 564 temsilciden oluşmaktaydı. İktidarını üst sınıfları memnun ederek sağlamlaştırmayı bir politika haline getiren Katerina, köylülerin yarısından fazlasını oluşturan serfleri ve din adamlarını bu komisyonun dışında bırakmıştı. Böylelikle reformcu soylularla, Panin ile işbirliği yapıyor “filozoflar”ın dostluğunu kazanmaya çalışıyordu. Politik tutumunu soyluların egemen olduğu “Toplumsal Cumhuriyet” tezine yaslanan bir nazar” liberalizmle ifade ediyordu. Dolayısıyla bu tutumuyla serflerin durumunu önceden belirlemiş oluyordu.

Rusya’da sık sık geziler yapan Katerina’ya, gezileri sırasında, sorunlarının çözümü için 500’ün üstünde dilekçe veren köylüler, dilekçelerinin cevabını 1765 yılında, köylülerin efendilerini devlete şikayet etmelerini yasaklayan bir yasa ile almış oldular. Hatta soylulara, serflerini sürgüne göndererek cezalandırabilme hakkı bile verilmiştir.

Puşkin’in ifadesiyle bu komisyon “edepsizce bir farstan*******, kaba bir köylü güldürüsünden başka bir şey değil”di.(27) Bu güldürünün bir başka yanı da, komisyona sunulan “Yönergeler”in çeşitli dillerde lüks bir baskısının yabancı okurlara (özellikle Avrupalı okurlara) dağıtılmasına karşılık, Rusya içinde geniş bir çevreye yayılmasının yasaklanmış olmasıdır.

Komisyonun konumu koro düzeninde bir övgü ilahisine dönüşmüştü bile. Nasıl ki Batı’da ortaçağ düzeni Antik Yunan’ın birikimiyle boğulmuş ve yine çıkışı Antik Yunan’ın pratiğinden elde ettiği sonuçlarla aşmaya çalışıyorsa, Rusya’da kendi gerçekliğine oturmasa da bu sonuçlara yönelecekti. Çünkü Batı uygarlığı kendini tümüyle Antik Yunan’ın değerleri üstüne oturtuyordu. Batı uygarlığının bir parçası olabilmek, “yazılı tarih”in getirdiği bu değerlerle buluşmak gerçeğini ortaya koyuyordu. Avrupa’nın Rönesans’tan itibaren göklere çıkardığı Antik Yunan uygarlığı, aslında, kölelerin sırtından kurulmuştu.


NOTLAR
* Platon’un Devlet diyaloğunda, olabildiğince yetkin bir yönetimin kurulabilmesi için ya filozofların kral ya da kralların filozof olmasının gerektiği düşüncesine yer verilmektedir.
** Marcus Porcius Cato (İ. Ö. 234-149) Roma’nın ahlak sorunlarına bakan, “Sansürlük” (sansür memurluğu) dönemi sıkılığı ve tutuculuğuyla ünlü bir Roma devlet adamı ve yazarı olup, Voltaire “Güzel Kato” sözüyle Katerina’nın, hem adını hem politikasını Kato’nunkine benzetmektedir.(6)
*** Rus kaynakları tarafından daha ılımlı bir şekilde aktarılan bu “Vasiyetname”, Fransız şövalyesi Eon tarafından ele geçirilmiş ve ilk olarak 1854 yılında Paris’te yayınlanmıştır.
**** Plehanov’un ‘Istorii russkoi… mysli’ adlı yapıtında, s. 144’te aktarılmıştır. Plehanov, D. Fonvizin’in “Bu ülkede daha önce yaşamaya başlamışlarsa, bizim de elimizde kendi yaşamımızı başlatırken, hiç değilse, istediğimiz herhangi bir biçimi seçme olanağımız, ve ülkemizde kök salmış, uygun olmayan ve kötü davranışlardan kaçınmaya hakkımız var. ‘Nous commenços et il finissent (biz başlıyoruz onlar bitiriyor) demişti. “Gerikalmışlığın ayrıcalıkları” kavramı, daha sonra Çaadayev kadar Herzen, Çernişevski ve Popülistler tarafından da benimsenip kullanılmıştır.
***** Georg Wilhelm Fredrich Hegel, “Encyclopedie der philosophischen Wissenschaften im Grundrisse. Erster Theil. Die Logik”, Werke, Bd. 6. Berlin 1840.
****** Goethe, Faust, Erster Teil, Studierzimmer.
******* [Alm. Farce], [Fr. Farce], [İng. Farce]: İlkel, yalınç güldürme öğelerinden yararlanan, kimi kez inanırlığın sınırını aşan, gülümsemekle yetinmeyip güldürmeyi erek edinen hafif komik oyun (Örn. Ortaçağda “Maitre Pathelin”).(28)


KAYNAKLAR
(1). Alexandre Koyre, 19. Yüzyıl Başlarında Rusya’da Batıcılık, Ulusçuluk ve Felsefe, S. 9, Çev: İzzet Tanju, Belge Yay.
(2). Alexandre Koyre, 19. Yüzyıl Başlarında Rusya’da Batıcılık, Ulusçuluk ve Felsefe, S. 10, Çev: İzzet Tanju, Belge Yay.
(3). Marks-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, S. 44-45, Çev: Aziz Çalışlar, Ekim Yay.
(4). Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi (1760-1900) – Aydınlanmadan Marksizme, Çev: Alaeddin Şenel, S. XV-XVI, 1987, V Yay.
(5). K. V. Basilevitch, S. V. Bakhruchin, A. M. Pankratova, A. V. Fokht: S. S. C. B. Tarihi, Moskova, 1950, S. 8 ve dev., Akt: Jurgen Kuczyinski, İşçi Sınıfı Tarihi, Çev: Galip Üstün, S. 173-174, Sosyalist Yay., 1994
(6). Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi (1760-1900) – Aydınlanmadan Marksizme, Çev: Alaeddin Şenel, S. 2’deki dipnot, 1987, V Yay.
(7). K. Marks-F. Engels, Komünist Manifesto, Çev: Süleyman Ege, S. 46-47, Bilim ve Sosyalizm Yay. II. Baskı, 1970
(8). Aktaran: Attila Tokatlı, Tarih Boyunca Politika, S. 151-152-153, Hür Yayın, Şubat 1980
(9). Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi (1760-1900) – Aydınlanmadan Marksizme, Çev: Alaeddin Şenel, S. 3, 1987, V Yay.
(10). Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi (1760-1900) – Aydınlanmadan Marksizme, Çev: Alaeddin Şenel, S. 3, 1987, V Yay.
(11). Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi (1760-1900) – Aydınlanmadan Marksizme, Çev: Alaeddin Şenel, S. 3, 1987, V Yay.
(12). Rene Sedillot, Dünya Ticaret Tarihi, S. 329-330, Çev: E. N. Erendor, Cep Kitapları A. Ş., 1983.
(13). Rene Sedillot, Dünya Ticaret Tarihi, S. 332-333, Çev: E. N. Erendor, Cep Kitapları A. Ş., 1983.
(14). F. Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Çev: Kemal Savaş, S. 40-41, Yorum Yay.
(15). F. Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Çev: Kemal Savaş, S. 41-42, Yorum Yay.
(16). Hegel, Tarih Felsefesi, S. 535, 1840, Aktaran: F. Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Çev: Kemal Savaş, S. 40 dipnot, Yorum Yay.
(17). F. Engels, Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, S. 11, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., III. Baskı
(18). F. Engels, Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, S. 10-11, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., III. Baskı
(19). F. Engels, Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, S. 11, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., III. Baskı
(20). K. Marks-F. Engels, Komünist Manifesto, Çev: Süleyman Ege, S. 47-48, Bilim ve Sosyalizm Yay. II. Baskı, 1970
(21). F. Engels, Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, S. 11-12, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., III. Baskı
(22). K. Marks-F. Engels, Komünist Manifesto, Çev: Süleyman Ege, S. 49, Bilim ve Sosyalizm Yay. II. Baskı, 1970
(23). K. Marks-F. Engels, Alman İdeolojisi, Çev: Selahattin Hilav, S. 90, Sosyal Yayınları, 1968
(24). K. Marks-F. Engels, Komünist Manifesto, Çev: Süleyman Ege, S. 49, Bilim ve Sosyalizm Yay. II. Baskı, 1970
(25). Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi (1760-1900) – Aydınlanmadan Marksizme, Çev: Alaeddin Şenel, S. 3, 1987, V Yay.
(26). Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi (1760-1900) – Aydınlanmadan Marksizme, Çev: Alaeddin Şenel, S. 3, 1987, V Yay.
(27). Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi (1760-1900) – Aydınlanmadan Marksizme, Çev: Alaeddin Şenel, S. 4, 1987, V Yay.
(28). Tiyatro Terimleri Sözlüğü, Hazırlayanlar: Haldun Taner-Metin And-Özdemir Nutku, S. 36, T. D. K. Yay., 1966.


E-Kitap: Bir Toprak… Bir Tarih… Bir Şair: Mayakovski – Yiğit Tuncay

İçindekiler